Aşkımızın bir türlü bitmemesinin tek sebebi ikimizin de zır deli olması. Zır delilik yüksek hayal gücü gerektirir ve gerçeklikten kopmak uzmanlığı dahilindedir. Biz de, birlikte olsak neler olabilirdi üstüne kurduğumuz hayallerin muhtelif zevkinden birbirimizi bir türlü bırakamıyorduk. Her şey yakışıyordu bize. Çevresi son derece geniş iki müzisyen olarak, film sektörüne atılıp film müzikleri şirketi kurabilirdik. O, camiadaki en iyi bestecileri buldu anında, ben yönetmen çevremi ayarladım. Tanıtımımız nasıl olmalı diye baş başa çektireceğimiz fotoğrafları ve nasıl poz vermemiz gerektiğini bile hayal ettim. Biraz ileri gitmiş olabilirim. O da filmlerin konusunu tasarlamaya başlayarak ileri gitti ama. Yani film konusu onun alanı değil ki… Göç de göç diye tutturdu bir gece. Aklında günlerdir dönen tema buymuş. Bir konserden, eve koşarak marul yıkamak için dönmüş. Uzun uzun marulları yıkamış ve ben onu arayıp rahatsız edene dek, göç üstüne düşünmüş. Dinlerken içim sıkılmıştı. Hayallerim TRT’ nin 00.00 yayın sonu saatine takılmış gibi oldu çünkü. Göç benim aklımda yoktu. Üstelik marul da sevmem. Zaten aynı gece o uyuyunca, yanından gizlice kalkıp bilgisayarını karıştırdım. Eski kız arkadaşı “evlenicez çocuklarımız olacak çok mutlu bir yuva kurucaz” diye Yeşilçamvari bir mail atmış zamanında. O da, seni çok özledim, diye cevaplamış. Çok sinirlendim. Bana 2 yıldır ilişki istemiyorum, diyor. Beni özledin mi? dediğimde ise “Hayır” diyerek sarılmıştı bir keresinde. Bu halini şefkatli bulmuştum gerçi. Pijamalarımla taksiye atlayıp ona gittiğim bir geceydi ve evine bin kez gitmiş olmama rağmen yine yanlış sokakta inip kaybolmuştum. Yağmur yağmaya başlamıştı ve pijama paçalarım çok ıslanmıştı. Kapıyı açtığında en babaç haliyle, “Çok endişelendim kızım! Gecenin bu vakti nerede indiğini bilmiyorsun, iş mi bu yaptığın.” demişti ve beni özlemediğini söylerken ıslak paçalarımı da “Çok ıslanmışsın.” diye tutuyordu mesela… Endişesi sevgisiydi, özlediğini biliyordum. Yine de insan duymak istiyor. Benden söylemeye sakınıp başka bir ayrılığımızda araya sıkıştırdığı o kızdan sakınmadığı özlem, içime cuk diye oturdu. İntikamımı yatağa döndüğümde aldım ama burasını anlatmaya utanırım, bize kalsın. Sabah uyandığımda da “Seninle konuşmak istiyorum.” dedim. Bir kafeye gittik. Kurabiye yiyoruz. Daha doğrusu o yemiyor, koparıp koparıp ben yediriyorum. Katiyen paltosunu da çıkarmıyor. Böyle daha iyiymiş. Dışarıda hiç üşümüyormuş devamlı sıcak tutunca kendini. O sırada geçen uzun boylu bir kadına da gözü takıldı. Gözlerimden püskürttüğüm ateşle duydu iç sesimi. “Kadının kıçına bakmıyorum. Hareket oldu diye gözüm kaydı” diye kendini savundu. “Neyse” dedim “Sadete gelelim. Bence de sen ilişkiye hazır değilsin. Evine baktım da çok dağınık. Bitirelim.” Aslında bitirmek istemiyordum. Üstelik ben ilişki istemiyorum diye en az 20 kez beni reddetmiş o da, bu sabah ilişkiye hazır uyanmıştı. “Tamam.” dedi, paltosunun üstünden kalbini sıkıca tutarak. “Bir sıkıntı mı var acaba kalbimde?” dedi. “Bir ağrı girdi de”. Kalbimi kırdın, canım yanıyor demek istedi. “E bir doktora görün.” dedim. Yaptığım hamleden pişman olmama 15 dakika var ama bozuntuya vermiyorum, demek istedim. Kurabiye bitti. Hesabı ödeyip kalktık. Beşiktaş İskelesi’ne yürürken yeni açılmış bir meyhane gördük. İki zır deliyiz ya, yine koptuk gerçeklikten. Çok güzel meyhaneymiş, kesin gelelim bir akşam… Hayallere o meyhane de eklenmiş oldu böylece. Derken yol bitti, tokalaştık ve ayrıldık. Akşam aynı kalp ağrısından muzdarip telefon ettim. Nefes nefese açtı. Kalbini merak ettim, dedim. Uyuyorum, dedi. Çok erkendi saat, uyumuştu. Ben ise sabaha dek uyuyamadım. Evet, ayrılmıştık yine.
Fotoğraf: Yağmur Dolkun