Zihnimizdeki en temel sorulardan biridir, “ne için yaşıyoruz?” Zevk almak için, yaşam bize ne verebilirse onları almak için, gülmek ve unutmak için, bütün iyi şeylere sahip olmak için… Nedir bütün iyi şeyler? “Titan’ın Sirenleri”nde bahsedilen Hollywood partileri mi? Huzur, sessizlik, zihinde sükûnet, yaptığımız şeylerden mutluluk duymak, berrak bir kalp mi? Mutluluğu nerede buluruz, almakta mı vermekte mi? Edebiyat ve bütün çeşitleriyle sanat temelde bu soruları cevaplamaya, insanın dünya üzerindeki varlığına tam bir anlam vermeye çalışır, görünürdeki anlamsızlığa bir anlam belki de. Kahramanca davranışlarda bulunmamıza gerek yok elbette ama bu tür örnekler varlığımızı beslemek ve anlamlandırmak için mükemmeldir.
“Daniel Deronda” romanı iyi bir amaç için yaşamı biçimlendirme ve başkaları için de yaşamanın çok iyi bir örneği. Karşımızda Yahudi bir kahraman var ve diğer milletlere olduğu gibi Viktorya Dönemi İngiltere’sindeki Yahudilere karşı olan ön yargıyı görüyoruz. Bu ön yargı sadece bu dönemle kısıtlı değildir tabii. Shakespeare’in “Venedik Taciri”nde Yahudiler sadece alay edilecek insanlardır, Hristiyanlığı seçtikleri zaman ciddiye alınabilirler ancak. Sir Walter Scott’ın “Ivanhoe” romanında da aynı tavrı görürüz, toplumda yer etmiş klişeler edebiyatta kendine yer bulmaktadır. Bu romanda her şeyin ciddiye alındığını, farklılıklarımız olabileceğini ama insan olarak hepimizin kıymetli ve bu güzel dünyaya güzelliğini veren varlıklar olduğumuzun vurgulandığını görüyoruz. “Daniel Deronda” eşsiz İngiliz yazar George Eliot’ın son romanı, yaşam boyu okuyan ve yazan bir kadının güçlü gözlemlerinden, inanılmaz yazma yeteneğinden damıtılmış bir roman. Kendini eğitmiş, çok zeki bir kadındı Eliot, gerçek bir aydındı. Aynı zamanda bir şair, çevirmen ve gazeteciydi. İşini çok ciddiye alıyordu. George Eliot’ın asıl adı Mary Ann’di, sonra Marian Evans oldu adı. İlk gençliğinde çok dindardı ama ileriki yıllarda agnostik olmayı tercih etti. Zamanın en sofistike gazetecilerinden biri olan George Henry Lewes’la yaşadı, Lewes’ın ölümüne dek. Lewes evliydi fakat eşiyle çok ciddi problemleri vardı. Eliot daha sonra mali işleriyle ilgilenen John Walter Cross’la evlendi.1880 yılında, 61 yaşında öldü. Gerçekçi bir yazardı Eliot ve karakterlerinin psikolojisinin derinine iniyordu. Kırsal sahneleri anlatımı da harikaydı. “Adam Bede”yi 1859’da, “Kıyıdaki Değirmen”i 1861’de, “Middlemarch”ı 1871-72’de ve “Daniel Deronda”yı 1876’da yayınladı. Aynı isimli bir BBC dizisi de var, o diziyi izlediğim zaman sevinçten çılgına dönmüştüm. Romanı okuduğum sürece yanımdan hiç ayrılmayan karakterler tam da gözümün önünde canlandıkları gibilerdi! Tekrar okuyormuş gibi benzersiz bir hisse kapıldım, çok başarılı bir uyarlama.
Kitabın ve tabii uyarlamanın başında kahramanımız Gwendolen Harleth’ı kumar oynarken görüyoruz, Gwendolen’ın esas meselesi kumar. Aşk, evlilik ve zengin olma kumarı. Bu aynı zamanda bizim Deronda’yı ilk görüşümüz, Deronda’nın da Gwendolen’ı ilk görüşü. Güzelliği kendisini ele geçirmiş, etrafında hayran bakışlarla çevrelenmekten çok hoşlanıyor. Evlilik çok ciddi bir iş ona göre, annesinin beceremediğini, kendisinin mükemmel bir şekilde başarılı olacağını düşündüğü bir iş. Küçükken babası ölür ve annesi yeniden evlenir. Hiç sevmediği üvey babası da ölür. Annesinin ikinci evliliğinden pek küçümsediği kız kardeşleri var, kızlar da onun bir prenses olduğunu düşünüyorlar. Gwendolen elinin altında, oyunlar oynayabileceği, onun bütün arzularını yerine getirecek bir eş istiyor ama bu eş öyle güçlü olmalı ki fethi tam ve tatmin edici olsun.
Toplumun ikiyüzlülüğünü, meselelerin ne kadar yüzeysel olduğunu bütün açıklığıyla görüyoruz eserde. Zengin, soylu, hiç kimsenin hoşlanmadığı bir adam olan Grandcourt Gwendolen’a evlenme teklif ettiğinde herkes bunun Gwendolen için mükemmel bir evlilik olduğuna inanıyor. Grandcourt’tan edilen bütün şüpheler soyluluk ve zenginlikle unutuluyor. Herkesin duymuş olduğu Grandcourt’un birtakım uygunsuz davranışlarını araştırma gereğini bile duymuyor kimse. Özellikle teyzesinin eşi Bay Gascoigne bu evliliğe çok hevesli. Gwendolen bu uygunsuz davranışı “fısıldayan taşlar”da öğreniyor ama sonunda kumar oynamaya devam ediyor. Kitapta da bahsedildiği gibi bu bir Medea ve Creusa durumu, Grandcourt’un metresinin elmasları sırf onun kalbini yakmak için göndermesi. Grandcourt sadece efendileri olmak için köpek sahibi olan bir adam, birisinden sıkıldığı zaman da yeni favorisini zavallı yaratığın gözü önünde, onu acı acı inleterek sevip hiç tereddütsüz işkence ediyor. İtaat edilecek bir efendi olmak istiyor sadece Grandcourt bu hayatta ve Gwendolen’ın gözleri gelecek yaşantısının parlaklığıyla kör oluyor, bunu çok geç olana dek görmüyor. Küçüklüğünden beri Deronda amca dediği Sir Hugo Mallinger tarafından korunup kollanıyor. Sir Hugo Grandcourt’un da amcası, Deronda her yönüyle Grandcourt’un tam tersi özelliklere sahip. Deronda dâhil herkes onun Sir Hugo’nun gayrimeşru oğlu olduğunu düşünüyor. 13 yaşındayken bir derste kitap okurken hocasına neden papaların ve kardinallerin bu kadar çok yeğeni olduğunu soruyor. Hocanın cevabı: “Kendi çocuklarına yeğen deniyor… Rahipler evlenmez ve çocuklar gayrimeşrudur.”
Daniel kalbinin derinlerinde tek acı çekenin kendisi olmadığını biliyor, acısından dolayı şikayetçi de olmuyor, başkalarının acılarını azaltmaya çalışması gerektiğini, böyle daha mutlu olacağını düşünüyor. Buddha ve dişi kaplan öyküsünü işitiyoruz Deronda’dan. Buddha karşılaştığı dişi kaplanın kendisini yemesine rıza gösteriyor, yavrularını doyurması için. Bunun ona bir faydası yok, belki onun için zor ama kendisini feda ediyor, ihtiyaç sahibine yardım etmek için. Ailesini, bulmasına yardım ettiği fakir Yahudi kız, Mirah’nın yanlarında kaldığı Daniel’in en yakın arkadaşının ailesi, sahip olduklarıyla mutlu, çalışmaya dayalı, küçük ama neşeli, mutlu bir yaşam, Gwendolen’ın yaşam tarzının tam tersi. Mordecai, davası için tamamen kendini unutan, Deronda için mükemmel bir örnek insan. Deronda onun karakterinde ve yaşam tarzında kendisi için doğru yolu görüyor, bütün hayatı boyunca aradığı yolu. Kendisini şarkıcı olmak için bırakmış olan annesiyle tanışıyor, babasının isteklerine karşı gelmiş özgür bir kadın, toplumun kurallarından bağımsız, bir kadının en önemli rolünün annelik olduğuna inanmayan bir kadın. Kendi istediği gibi hayatını dolu dolu yaşamış bir kadınla karşı karşıyayız, babasının ya da başkalarının isteklerine göre şekillenmeyi reddetmiş bir kadın. Deronda Yahudi olduğunu öğrendiğinde duyduğu heyecan pek hoşuna gitmez annesinin, kendisinden olan insanların yararına çalışma fikrini de iyi karşılamaz. Bunların hiçbirinin Gwendolen için bir anlamı yoktur, her şey görünüş içindir, başkalarının olayları nasıl gördüğüyle ilgilidir; yüzeysellik dolu, harika bir görünüm ama içinin kan ağlaması, etraftaki her şeyden ve herkesten nefret etme. Bütün dileği buydu evlenmeden önce, hayallerin ötesinde müthiş bir lüks içinde yaşamak, en mükemmel yemekleri yemek ama hepsi yalan, yalanların en büyüğü ve Gwendolen sadece nefretle ağlamak istiyor, elinden gelseydi suç işleyebilecek derecede bir nefretle.
Paylaşmada huzuru bulmak, elimizdekilerle mutluluğu yakalamak, bunlara sahip olmanın muhteşemliğini hissetmek. Hayatımızın anlamıyla ilgili yukarıdaki sorularımızın cevabı bunlar olabilir. Her zaman mutlu olamayız ama kederimizi insan kardeşlerimizi daha iyi anlamak ve herkesin mutluluğu yolunda çalışmak için kullanabiliriz. Ruhlarımızda ne hissettiğimizdir aslolan, unutalım gitsin görüntüyü.
Not: İngilizce yazılarımı blogum https://artidelight.com takip edebilirsiniz.
1972 yılında İstanbul’da doğdum. Liseden sonra İngilizcemi geliştirme amacıyla bir yıllığına İngiltere’ye gittim. Döndükten sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdim. Mezun olduktan sonra yurt dışı ve yurt içinde özel sektörde çalıştım. Küçüklüğümden itibaren amatör olarak şiir, deneme, öykü ve roman çalışmalarım oldu. Evli ve iki çocuk annesiyim. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, film izlemeyi, tiyatro, opera ve baleye gitmeyi, müze ve sanat galerilerini ziyaret etmeyi severim.