Bir et parçası gibi yatacaksın burada. Hem de ne için? Birinin çıkıp omzuna dokunup haydi aslanım savaşa gidiyoruz, demesi yüzünden.

İnsanlar her zaman bir şeyler uğruna savaşırlar, aralarından biri kalkıp da “Neden savaşıyorsunuz? Savaşların hepsi birbirine benzer. Sonunda kimse kazançlı çıkmaz.” diyecek olsa, hepsi birden korkak diye üzerine saldırır. Özgürlük için değilse bağımsızlık için, kurtuluş için, şeref için, vatanları için ya da bambaşka bir şey için… Mesela şerefi ele alın. Herkes ülkesinin şerefini korumak için savaşta olduğunu söylüyor. Ama kimin şeref anlayışı ki bu? Ve kime karşı şerefli kalmak? Açıkça anlatın bize şeref ne demek? Şerefli bir ölünün, şerefsiz bir canlıdan neden daha değerli olduğunu anlatın bize. Uğurunda savaştığımız şey bütün dünyaya, örneğin Amerikan şerefini yaymak mı? Belki de dünya istemiyordur bunu? Belki de Güney Denizi Adaları’nda yaşayanlar kendi şereflerinden memnundurlar.

Savaşmayı kabul ettiniz mi ölmeyi de kabul ediyorsunuz demektir. Oysa hayatını kurtarmak için ölürsen yaşamıyorsun demektir. Böyle bir şey, nasıl bir mantıkla açıklanabilir ki? İnsan açlıktan ölmemek için; ağzıma tek lokma bir şey koymadan yaşayacağım diyebilir mi? Para biriktirmek için bütün paramı harcarım denir mi hiç? Evimi yanmaktan korumak için kendi elimle yakacağım, der mi insan? Öyleyse yaşamak için neden ölmeyi istesin?

Birisi; haydi çocuklar, gidelim ve özgürlük uğruna çarpışalım demiş, diğerleri de bir an bile özgürlüğün ne olduğunu akıllarına getirmeden ölüp gitmişler. Ne tür bir özgürlüktü bu uğruna çarpıştıkları? Ne kadar özgürlük? Ve kimin özgürlük anlayışı? Özgürlük ne demekti gerçekten? Gözü dönmüş insanlar sözüm ona hep özgürlük için savaşmışlardır. Amerika 1776’da bir “özgürlük savaşı” verdi. Çok insan öldü. Bütün o çocuklar demokrasiyi, özgürlüğü, bağımsızlığı, şerefi, toprakları, bayrakları ve üzerindeki yıldızları düşünerek mi öldüler acaba?

Sonunda Amerika’da, hiç savaşmayan Kanada ya da Avustralya’dan daha çok özgürlük olduğunu iddia edebilir misiniz?

İnsan yüz yıl sonra ölmüş olacağını düşünür ve bu düşünceyi takmaz kafasına belki. Ama yarın sabah öleceğini düşünmek ve bir hiç uğruna sonsuza kadar ölü kalacağını bilmek, toprakta toz ve koku olacağını düşünmek… Bu mudur özgürlük?

Biri kalkıp da oğlum, şunu yap ya da şuraya git dediği zaman doğrulup, bakar mısınız beyefendi, bunu kim için yapıyorum ya da sonunda ben ne kazanacağım diye sormak hakkındır senin. Ama biri gelip de benimle hayatını tehlikeye at, yaralan, sakat kal hatta öl dediği zaman bir şey söylemeye hakkın yoktur. Evet ya da hayır deme hakkın yoktur. Hatta bir düşüneyim bile diyemezsin. Savaş sırasında bile bir insanın malını mülkünü koruyan yasalar var da insanın hayatının yalnızca kendisinin olduğunu yazan tek bir kitap dahi yok.

Çevremizde, yaşıyor olmaktan daha değerli bir şeyimiz olmayacak ölçüde alçaldık mı, diyen sürüyle idealist çıkacaktır her zaman. Ve elbette uğrunda savaşılacak, hatta ölünecek idealler de vardır. Bu ideallerin hepsi kişisel ideadır. Ve bir bedel ödemek istiyorsa idealist bu bedel de kişisel olmalıdır. Savaş çığırtkanlığının bedelini de sözde özgürlük için kan dilenen katiller ödemelidir. Yaşamak isteyen bir insanın, yaşamak isteyen bir diğer insanı öldürmesini isteyen katiller; sizler öleceksiniz! İdeallerinize benim hayatıma mal olmadıkları sürece saygım var. İlke, prensip, ideal… İsmini bir koyun da hepsi sizin olsun.

Demokrasi ile her zaman değişebilirim hayatımı. Bağımsızlık, özgürlük ve şerefle de değişirim. Ben size bütün bunları bırakayım; siz de bana yürüyecek, duyacak, görecek, yemeğimi tadacak, içime havayı çekecek gücü. Şerefli bir hayat değil istediğim ya da özgür. En yalın hâliyle sadece YAŞAMAK istiyorum. Toprak üzerinde hareket edebilen canlı bir şey olmak istiyorum sadece.

Başkalarının hayatını feda etmeye istekli insanlar vardır çoğunlukla. Bunlar yüksek sesle hem de hiç durmadan konuşan insanlardır. İbadethanelerde, okullarda, gazetelerde, kongre salonlarında ve meclislerde bulabilirsiniz bunları. İşleri budur. Ne de güzel konuşurlar ama: “Şerefimizi kaybedeceğimize ölelim! Bu kanla kutsanmış topraklar… Şerefleriyle ölen insanlar… Boş yere ölmedi onlar… Bizim aziz ölülerimiz…” Güzel. Ama acaba ölüler ne diyor bütün bunlara? Tek bir kişi geldi mi öteki taraftan bugüne kadar? O milyonlarca ölüden sadece biri gelip de “İyi ki ölmüşüm, ölüm şerefsizlikten çok daha iyi bir şeymiş” dedi mi? Demokrasinin dünyada güvenle yayılması için öldüğüme çok mutluyum, dedi mi? Ülkemin onuru için bağırsaklarımı patlatmak düşünebileceğim en iyi şeydir, diyen çıktı mı hiç? İki yıldır yabancı bir mezarlıkta çürüyorum ama insanın vatanı için ölmesi ne tatlıymış, diyeni çıktı mı? Yine de biri ölmeyi onursuz olmaya tercih ediyorsa BÜYÜK ADAM, bırakın gidip ölsün. Ama savaşamayacak kadar işleri başlarından aşkın küçük adamları rahat bıraksınlar.

Ölümün ne olduğunu her savaşta yitip giden küçük adamlar biliyor fakat kelimeler uğruna ölmekten söz eden siz BÜYÜK ADAMLAR, sizler ise yaşamanın bile ne demek olduğunu bilmiyorsunuz.

Ölümün soylu hiçbir yanı yok. Şeref için ölsen bile. Dünyanın en büyük kahramanı olarak ölsen bile. Adın hiç unutulmayacak kadar büyük olsa bile, küçük adam, öldüğünde hakkında söylev verilmekten başka bir anlamın olmaz. O yüzden artık sizi aptal yerine koymalarına izin vermeyin. Omzunuza dokunup da “haydi özgürlük için” ya da bu gibi durumlarda kullandıkları kelime neyse “onun için savaşmak zorundayız”, derlerse aldırmayın, kanmayın onlara. Özür dilerim, çok işim var, ölmek için hiç zamanım yok, deyin. Korkak olduğunuzu söylerlerse hiç aldırmayın çünkü sizin göreviniz yaşamaktır, ölmek değil! Yaşamaktan daha değerli ilkeler uğruna ölmekten söz ederlerse; hayır yalancısınız siz, deyin. Hiçbir şey yaşamaktan daha değerli ve büyük olamaz.

Ordular ilerlemeye, bayraklar dalgalanmaya, sloganlar uçuşmaya başladığında, dikkat et küçük adam, bil ki birilerinin tavuğuna bir başkası “KIŞT” demiş.

*Dipteki not: Bu içerikle alakalı çok kararsız kalmıştım. Zira Arsız’da tiyatroya dair içerik üreten biri olarak bu yazı (konsept olarak) çizginin dışına çıkmak demekti benim için. Fakat sevgili editörüm ve Arsız Sanat Genel Yayın Yönetmenimiz Tuba KARAMUKLU kırk saniyelik bir ses kaydı ile benim bütün kararsızlığımı çekip aldı içimden. Sanatçının dünyada olup bitene karşı mutlak bir duruşu olması gerektiğini ya da en azından bu noktada kayıtsız kalmaması gerektiğini nevi şahsına münhasır bir dille yeniden bana hatırlattı. İşte bu yüzden buradayım be, buradayım!