Jules (José Garcia), İspanya’da, Salvador Dali’nin, eşi Gala ile yaşadığı köy olan Cadaqués ’te Sürreal (Gerçeküstü) adlı bir restoranın sahibidir. O bir Dali fanatiğidir, restoranının ismini dahi onun sanat tarzından almıştır ve tek arzusu Dali’yi restoranında ağırlamaktır. Bu onun için öyle büyük bir arzudur ki, gözü başka hiçbir şey görmemekte ve bu arzu neredeyse hayatının yegane amacı haline gelmiş durumdadır. Jules’ın kızı Lola (Clara Ponsot), babasının delirmiş olduğunu düşünmektedir.

Film ilerledikçe görüyoruz ki aslında Jules gerçekten bir delidir. Tıpkı hayranı olduğu Dali gibi… Filmin ana rollerinden bir diğeri Fernando (Iván Massagué)’ya aittir. Barselona’da üst düzey restoranda önemli bir şef olarak çalışan Fernando, kardeşinin de aralarında bulunduğu bir grup arkadaşının Franco rejimine karşı yapılan başkaldırıda yer alarak suçlu durumuna düşmesi üzerine onlarla birlikte şehri terk ederek Cadaqués’e gelmiştir. Alabildiğine hırssız ve sakin bir karakterdir. Sırf dostlarının yanında olabilmek için, kariyerini bir çırpıda silebilecek kadar egosuz ve fedakardır da aynı zamanda. Jules’un restoranında ona yeteneklerinden bahsetmeden boğaz tokluğuna çalışmaya başlar. Jules, onun ne kadar muhteşem ve yetenekli bir şef olduğundan henüz habersizdir. Fakat bu yetenekli şefin neler yapabildiğini gördüğünde, artık onun için de hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Gala ile karşılaşma ve on bin dolar…

Jules en büyük tutkusunu gerçekleştirmek yani Dali’yi restoranında ağırlamak için türlü yollar dener. Bir gün Gala (Vicky Peña) ile karşılaşır ve ona Dali’yi (Gal Soler) mekanında misafir etmek istediğini söyler. Gala, Jules’a restoranına gelebileceklerini belirtir ancak bunun için on bin dolar talep eder. Jules’un o kadar parası yoktur. Olsa seve seve verecektir ancak yoktur.

Jules vazgeçmez. Artık Fernando’nun ne kadar şahane yemekler yaptığını biliyordur ve yemekleri alıp büyük bir cesaret örneği göstererek Dali’nin evine gider. Kapıyı Gala açar. Jules talebini yineler. Gala bu cürete şaşırır ve fiyatı artırır. On bin dolarlık ücret artık on beş bin dolar olmuştur. 

Aşikar ki, Dali’yi ikna etmek çok kolay değildir. Zira müdavimi olduğu başka bir restoran zaten mevcuttur. Jules’un sabrı ise taşmak üzeredir. O parayı bulabilecek midir? Yoksa arzusunu gerçekleştirmek için başka yollar mı denemelidir?

Vazgeçmek zordur. Zira bu, basit bir düşlem değildir sadece. Ateşli bir tutkudur da aynı zamanda.

Sürreal bir mekan…

Jules, Dali’nin öyle büyük hayranıdır ki, restoranının her yerini onun resimlerinden ve yaratılarından detaylarla dekore etmiştir. Her masada birer cansız manken oturmaktadır. Çünkü Dali, mankenlerle yemek yemeği sevmektedir.

Dali’nin Belleğin Azmi adlı eserinin bulunduğu bir dekor, mekandaki ağaçlardan birinde asılı vaziyette durmaktadır. Beyaz dev bir yumurtası denizin kenarına yerleştirilmiştir. (Dali yumurtaları önemserdi. Onları -biraz da sahip olduğu Freudyen düşüncelerin etkisiyle -yeniden doğuşun, rahim içi dönemin ve doğuştan önceki varoluşun simgeleri olarak görürdü.)

Jules, içkisini Dali’nin tasarladığı bir şişeden içmekte, restoranına gelen aramaları, üzerinde ıstakoz olan bir telefon ile açmaktadır. (Bu ıstakoz telefon, Dali’nin dizayn ettiği telefondur ve sürrealizmin en ikonik yaratılarından biridir.)

Dali gelecek mi? Gelmeyecek mi?

Dali’nin, mekanına gelmeyi reddedişi Jules’ta artık trajedi yaratmaya başlamıştır. Jules, bu konunun, bundan böyle bulanıklaşması gereken bir hayal halini almaya başlaması gerektiğini kabul etmek üzeredir.

Tam da bu noktada, filmin ana vurgusu devreye girer, yönetmen David Pujol, Jules’un yolunu ustaca değiştirir ve onu yepyeni bir yola sokar. Bu yeni yolun kaldırımları, “akışa bırakmak” taşlarıyla örülmüş durumdadır. (Burada yönetmenin Jules’a yaptığı, ona Wu Wei felsefesini uygulatmak… Wu Wei, Taoizm öğretisine ait bir düşünme geleneğidir. Bu gelenek, hiçbir şeyi gereğinden fazla zorlamamak, hayata güvenmek, olayları/durumları akışına bırakmak konusunda insanın kendini eğitmesini söyler.)

Jules, yönetmenin onu soktuğu bu yeni yolda, yegane arzusunu gerçekleştirebilecek midir? Dali’yi mekanında ağırlayabilecek midir?

Spoiler olmaması için bu sorunun cevabını elbette yazmayacağım. Ancak filmin sonuna dair şunu söyleyebilirim;

Dali kafa karışıklığından ve kaostan hiçbir zaman kaçmadı. Aksine, bu iki durumu da çok seviyordu. Filmin sonunda Jules, bu gerçeği olabilecek en şahane şekilde kullanacaktı.

Tutkunun hissettirdikleri insanın yapabileceklerinin sınırını belirler.

Film, bir tutkuya baş koymayı seyirciye oldukça gerçekçi şekilde geçiriyor ve başrol oyuncusu, gerek ruh halini yansıttığı beden dili gerekse de sözleriyle bu hissi bize başarıyla yansıtıyor. Jules’un çabasını izlerken kendimizi ister istemez onun yerine koyuyoruz. Onun arzusunu sahipleniyor, Dali’nin onun restoranına gitmesi için dua etmeye başlıyoruz.

Ayrıca yukarıda bahsettiğim mekansal detaylarıyla film, bir Dali şöleni sunuyor.  Bizi adeta Dali evreninin içine çekiyor . Özellikle onun eserlerine aşina olanlarımız için seyir zevki yüksek sahnelerle aldığımız görsel doyumu zirveye taşıyor.

Muhteşem Cadaqués sokakları, gün doğumu, horoz sesi, güneşin parıltılarını büyük bir zarafet ile taşıyan Akdeniz’in hışırtısı gibi detaylar da filmde yer alınca, kendimizi bambaşka bir dünyada dolaşırken buluyoruz.

Siz vazgeçer miydiniz?

Hayatınızda çok isteyip elde etmek için büyük çabalar harcadığınız ancak yine de gerçekleştiremediğiniz arzularınız oldu mu? Mutlaka olmuştur. Bu durumu yaşayanlardansanız, filmi mutlaka izleyin. Konu, filmde bize sanat aracılığıyla sunulmuş ancak; siz mutlaka kendiniz için bir şeyler bulacaksınız.

David Pujol, daha önce de Dali belgeseli çekmiş bir yönetmen olarak hem sinematografik hem de içerik ve hayal gücü açısından oldukça keyifli bir iş çıkarmış.

Arzusunun peşinde müthiş bir tutkuyla koşan Jules’u izlerken kendinize, “ben hangi arzumun peşinden böyle koşardım/koşuyorum?” diye sormayı unutmayın.

Kaynaklar:

www.imdb.com

www.google.com

www.daliparis.com

www.salvadordali.com