“Yazın tarihini gül soykırımının Ay’a vardığınızda!”

“Ay’a vardığınızda çiçeklerin soykırım tarihini yazın.”

diye okumuştum bir yerde. İlki daha doğru çeviriler öyle. Ama bu nedense daha çok hoşuma gitmişti.

!

*

/

!

;

Füruğ modernite eleştirisi yapmıştı “Pencere” şiirinde. Füruğ Ferruhzad her yönüyle çok farklı bir şair. Aşkı, özgür olma isteği, şiire olan ilgisi, çağdaş İran edebiyatına kattıkları ile farklı yerdedir, şiirlerinde ölüm, cinsellik, doğa ve aşk gibi birçok konuda yazmıştır. Onun hakkında da çok şey yazılmıştır. Ama ben bu yazımda sadece ölümünü, çiçek imgesi ve bir dize ile bize haber verdiği modertine mesajı ile çağına ışık tutmasını anlatmak istiyorum.  Moderniteyi  en iyi bilenler belki de şairlerdir. Çünkü çağına hiç yakışmayan, uymayan kişiler zamanı daha iyi anlayanlardır genelde. Hiçbir şeye uymayanlar, her şeyin yabancısı olanlar… “söze uymayan bir şeyim, tanrıya uymayan bir şeyim de ondan,” demişti Edip. Evet hiçbir şeye uymayanların; zamanı, çağı veya moderniteyi anlamaları daha olası bir durumdur. Ne demiştik çiçeklerin soykırımı demiştik. İnsanlar uzaya gittiğinde bir gelişme katedeceklerdi ama çiçeklerin soykırımını da tamamlamış olacaklardı. 1960’lı yıllarda bunu bir dize ile haber vermişti Füruğ bize. İşte şiirin öngörüsü! Şiirini tanrısı yapmış bir kadın şair için küçük bir öngörü ama olsun insanlık için büyük…

Bugün çiçek(doğa) adına ne varsa talan edildi. Küresel ısınma, doğa katliamları, iklim krizlerinden bahsetmeme gerek yok hepiniz biliyorsunuz zaten. (Neyse ki uzaya gitmeyi başardık olsun/du.)

Pencere şiiri demiştik. Sadece bu başlıkta değil. Pencere imgesi çnemlidir Füruğ Ferruhzad için. Çünkü İran’ın baskısı altında alışılmışın dışında feminen bir tavır takınarak kara kutu İran’ın tutsaklığından kurtulma imgesiydi bu pencere. Aşkı, cinselliği ve özgürlüğü hep yarım kalmıştı. (Cinsellik teması yoğun olarak hissedilir Füruğ şiirlerinde. Ayrı bir başlıkta ele alabiliriz. Ama çoğu kişi bunu alıp yazmış zaten. Tekrara gerek yok. Ayrıca konumuz da bu değil.)

“Benim derdim su birikintisinin sınırları değil; benim derdim, denizi düşünmemiş balıklarla yaşamak.” diyen Samed Behrengi “Küçük Kara Balık” isimli çocuk hikâyesinde küçük kara balığın küçük bir su birikintisinden kurtulup denizlere ve okyanuslara ulaşma isteği de bu küçük balık imgesi ile hikâyeleştirilmeye çalıştı. Ama Füruğ’un imgesi Behrengi gibi balık değil, çiçek ve pencere imgesini olmuştu. Kapalı bir pencereden dünyaya ulaşma isteğiydi bu imge. Cinselliğini aşkını ve özgürlüğünü yaşamamış olan Füruğ yerel bir dil kullanarak evrenselliğe ulaşır. “Yereli yaşa! Evrensel düşün!” diye bir slogan vardır. Füruğ olumsuz anlamda yereli ve yerelin baskılarını yazarak evrenselliğe ulaşmıştır. Çiçek soykırımını Ay’a varacak insanlar tarafından gerçekleştirileceğine inanan Füruğ, yaşadığı yereli evrensel bir dille eleştirmiştir.

Evet Füruğ da Behrengi gibi yaşadığı ülkeyi terk etmek isteğini şiirlerinde pencere ve çiçek şiirleri ile bize iletmişti, çiçeklerin soykırımı dizelerinin geçtiği şiirin başlığı “Pencere”dir.

“Bir pencere, bakmaya

Bir pencere, duymaya

Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi

Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.”

demişti Füruğ. Yurdunu terk edip yeryüzünün yüreğine ulaşma çabası vardı.

İnsan yurdunu neden sevmek zorundadır? Vizontele filminde bunun cevabı verilmişti bize. “Başka çaresi yoktur da ondan.”

Ama insan sevdiği yeri neden terk etmek ister. Bunun da yanıtını Şirazlı Sadi’den aldım: “İyi olan, insanın kendi yurdunda cefa görmemesidir. Eğer görürse de çekip gitmesidir.” 

Ancak bu Füruğ için mümkün olmadı.

Füruğ’un ölümüne gelecek olursak Füruğ’un şaibeli bir ölümü vardır. Kimi kaynaklar okul servisine çarpmamak için direksiyonu kırıp bariyerlere çarpması sonucu öldüğünü söyler. Ama ölümü her zaman şaibelidir. Ölümü doğal bir ölüm de olabilir. İntihar da! Ya da çocukların okul servisinde başlarına bir şey gelmesin diye ölüme kırılan bir kaza da olmuş olabilir. Bilemeyiz.  Albert Camus gibi bir araç kazasında ölmüştü Füruğ. “Dünyanın en saçma ölümü bir trafik kazasında ölmektir,” diyen Camus, ne kadar ironiktir ki son anda iptal edilen tren biletinden araba ile seyahat etmek zorunda kalıp bir trafik kazasında ölmüştü. Füruğ da genç yaşta saçma bir trafik kazasında ölmüştü. Belki de çocukların servisine çarpmamak için yaptığı son incelikti bu dünya için. Puşkin’in dediği gibi “Benim çürüme çağım, senin çiçeklenme” Füruğ için tüm çürümeler hep çevresi ve ülkesinden dolayı olmuştu. Ölümü bir çürüme değildir, yeniden doğuştur. Füruğ için zaten çürüme varoluşunda olmuştu. Hayatta kalan çocuklar için de artık bir ölümden yeniden bir çiçeklenme çağıydı. İran gibi bir ülkede ne kadar çiçeklenme olursa artık!

“Sokakta Rüzgâr Esiyor

Buysa Yıkımın Başlangıcıdır.”

Füruğ için ne kadar ince, kibar ve duyarlı bir kadın desek de elbette tanımlar yetersiz kalacaktır. Çünkü çığlık gibi bir kelimeyi düşünelim normalde “acı, ince ve keskin bir biçimde haykırış” vs. diye tarif edilir. Bir de bir annenin kaybedeceği çocuğu için atacağı çığlığı düşünelim. Bu basit tanım yetersiz kalacaktır. Füruğ’un inceliği   ve acı ölümü için de her kelime tanımsız kalacaktır.

“ve bu benim

yalnız bir kadın

soğuk bir mevsimin eşiğinde,

yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın başlangıcında”

Annesi ölümü için sonraları şöyle demişti:

“Dudakları buz kesmişti. İçim dağıldı. İnsanların dudakları ölmeden önce soğurmuş.” Füruğ gömülürken kar yağıyordu…

Füruğ’a göre insanlar hangi yaşta ölürlerse ölsünler tamamlanmamış cümleleri olacaktır.

Ama bu incelik karşısında onu gömmek istemeyen mollaların utancı, alçaklığı ve iğrençliği var. Neyse ki Füruğ’u biliyoruz ve tanıyoruz. Ama onu gömmek istemeyen mollaları kimse tanımıyor. Tarihin çöp sepetinde kaldılar. Onu bir şair olan Mehrdad Samadi cenaze namazını kılıp sonsuzluğa uğurluyor.

33 yaşında belki de hayatın en güzel yaşlarında kara kutu İran gibi bir ülkede, pencere dışarı ve çiçek imgelerini yazdı Füruğ. Ama Füruğ’un ailesi dâhil herkes şiirden vazgeçmesi gerektiğini söylemişti. Şiirini tanrısı yapmış olan bu kadın için bu imkânsız bir şeydi. Onlara şu şekilde cevap vermişti Füruğ:

“Şiir benim tanrımdır, işte ben şiiri bu denli seviyorum… Gecem gündüzüm bunu düşünmekle geçiyor, kimsenin söylemediği yeni bir şiir, güzel bir şiir söyleyeyim diye… Kendimle baş başa olmadığım ve şiiri düşünmediğim günüm, anlamsız ve hiç sayılır… Belki şiir görünüşte beni mutlu kılamaz, ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum… Mutluluk benim için güzel elbise, iyi yaşam ve iyi yemek değil… Ben, ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor… Şayet insanların elde etmek için çırpındıkları bu güzellikleri bana verseler ve karşılığında şiir söyleme yeteneğini benden alsalar intihar ederim… Siz benden vazgeçin, siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım, ancak ben hiçbir yaşamımdan yakınmayacağım…”

İyi ki bize şiirler yazdı ve bu istekten vazgeçmedi, diyen çok kişi vardır benim gibi. En güzel duyguları, en kara ülkede yazmıştı. Zaten şiir en karanlık ortamlarda yazılır.

“Sanat direnendir: ölüme, köleliğe, alçaklığa, utanca direnir.” demişti Gilles Deleuze.

Füruğ alçaklığa, köleliğe, alçaklığa ve utanca direnişin sesidir. Hem de 33 yıllık kısa bir yaşamda. Zaten ölüm teması şiirlerinde hep var olmuştur.

Yannis Ritsos’un “Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum,” diyen bir sestir Füruğ.

Nilgün Marmara “Uzak sevincim ey! Kırık dökük ülkemin seçkin çiçeği” diye sanki Füruğ’a seslenmişti. Yazılacak çok şey var ama benim nefesim bu kadarına yetti.

La Yadoum Igtirabi dinleyeceğim şimdi. “Sevgilim küçük bir zambak, ben ise hüzünlü bir deve dikeniyim.” diyen şarkıyı dinleyeceğim.

Size Füruğ için yazdığım küçük bir şiir bırakıyorum.

“Ah! Füruğ;

Şiir bir din olsaydı!

Kendimizi ve tüm varlığımızı senin karanlık ayetlerinde aydınlatıp hiç’liğin varlığına erişseydik. 

Yeniden doğuşu, senin gözlerinde arayıp inansaydık soğuk mevsimlerin başlangıcına

Saçlarının tellerinde kapılıp gitseydik yaşam rüzgarlarına..

Tanrımız olsaydı şiir!
Tanrıçası olsaydın şiirin..”