1991 yılında üniversite sınavına girmiştim, o zamanlar üniversite sınavı iki basamaklıydı, girdiğim sınav da ilk basamak sınavıydı, yani temel işlem becerisi olan, okuduğunu anlayan her öğrencinin başarabileceği nitelikte bir sınavdı söz konusu olan. O yıllarda sınav sonuçları, sınav sonuç gazetesiyle ilan ediliyordu. Kendisi de aynı sınava giren ablam, sabah erkenden kalkıp almıştı gazeteyi. ÖSYM numarasıyla kontrol ediliyordu, öğrencinin kazanıp kazanmadığı. Ablam kendi numarasını bulmuştu, evi bir sevinç kaplamıştı. Sıra bana gelmişti, benim numaram aranıyordu; karınca duasını andıran, siyah beyaz gazeteden. Çok çalışkan bir öğrenci değildim, özellikle de lise yıllarında. Okula ilgim zayıftı, derslerde sıkılıyordum ama bu sınavı da geçemeyecek değildim. Ablam, arıyordu numaramı. Bir türlü bulamıyordu, süre uzadıkça evdeki sevinçli hava dağılıyordu. Bir süre sonra sinirli ama bir o kadar da alaycı bir tonda “Kazanamamışsın” dedi. Beynimden kaynar sular dökülmüş, bedenimse buz kesmişti. Sessizlik annemin “Hıh, olacağı buydu” sesiyle bozuldu. Ne diyeceğimi bilememiştim ama duygularımı hatırlıyorum. Kızgınlık duymuştum, utanç içindeydim, belirsizliği çok güçlü bir biçimde hissetmiştim. Bana güvendiğini olur olmaz yerde dile getiren annemin tepkisi hayâl kırıklığı yaratmıştı bende. Aradığım sıcaklığı ve desteği bulamamıştım, başarısızlık duyguma bir de en zor anımda, en yakınım tarafından hiyanete uğramışlık duygusu eşlik etmişti. Bu duygularla boğuşurken ablamdan bir çığlık duyuldu. Meğerse yanlış bakmış, kazanmışım. Kazandığım anlaşıldıktan sonraki kucaklamaların, kutlamaların anlamı yoktu, elbette benim için. Annemin o ilk tepkisi, belirleyiciydi. Her durumda yanımda olduğunu hissettiren, güven verici, sevgi içeren bir bakış, dokunuş, bir sözdü aradığım.
Anne babalar ve öğretmenlerle yaptığım pedagojik sohbetlerde en sık olarak dile getirdiğim durumların başında yer alır; sevgi ve güven duygularını çocuğa hissettirmenin önemi ve değeri. Bir koşula bağlı olmaksızın verilen sevgi ve güven duygularının bir çocuk için yaşam boyu tükenmeyecek sermaye, her türlü ilişki içinse candamar olduğunu söylerim, dilim döndüğünce.
Sevgi ve güven duygularının aktarımının sadece psikolojik boyutu yok elbette. Daha makro boyutlarda etkileri var, hatta toplumdaki sevgi ve güven eksikliğinin maliyetlerini araştıranlar bile bulunuyor. Bu araştırmacılardan biri de sosyolog Fukuyama. Güvene sosyal sermaye diyen Fukuyama, toplumdaki güven endeksinin düşmesiyle parasal kayıp arasında güçlü bir korelasyon saptıyor. İnsanlar arası güven zedelendikçe zaman ve enerjinin güveni tesis etmek üzere hukukçulara, avukatlara harcandığını dile getiriyor ve yabancı şirketlere yaptığı danışmanlıklarda şirketlere, “Girişimde bulunacağınız ülkede güven araştırması yapın, eğer güven düşük çıkarsa daha yüksek bir güvenin olduğu toplumlara yönelin,” diye ekliyor.
Anne baba çocuk, öğretmen öğrenci gibi kişisel ilişkilerin yaşandığı mikro düzeyden, işveren iş gören, amir memur ilişkilerinin yaşandığı mezzo seviyeye ve nihayet toplum ve devletler arası ilişkilerin görüldüğü makro boyuta kadar dillendirdiğimiz duyguların önemi ne büyük, değil mi? Daha ileri giderek insanın Allah’la kurduğu ilişkide de sevgi ve güven duygularının belirleyici karakteristiğini dile getirmeliyim. Allah’tan sadece korkan, O’nu yalnızca cezalandırıcı imajıyla düşünen ve güvensizlik duygusuyla yaşayan bir insanın yaşamında huzur, mutluluk, barış olabilir mi?
Biz insanlar arası ilişkilere geri dönelim. Anlatmak istediğim; günümüzde ebeveyn çocuk ilişkilerinde oldukça yaygınlaşan, adeta evlatkolikmişcesine, sınırsızca verilen, histerik bir sevgi, ölçüsüz bir güven değil.
Çocuğunu, öğrencisini tanımak, ihtiyacını ve bu ihtiyacını karşılayacak oranı bilmek, bu noktada çok önemli. İki çocuğuna da aynı sevgiyi verdiğini dile getiren bir anneye “Her ikisinin sevgiye olan ihtiyacı aynı mı ki aynı derecede, aynı biçimde sevesiniz. Bir kaktüsün suya olan ihtiyacıyla bir yaseminin ihtiyacı aynı mı?” dediğimi hatırlıyorum. Zaten anne babalığı ve öğretmenliği, dünyanın en zor mesleğine, belki de sanata çeviren söz konusu ihtiyacı gözeten dengeyi kurma becerisinde değil mi? Aristoteles’in “Altın ortayı bul!” uyarısı, bu durum için de geçerli.
Çocukluk döneminde verilen sevgi ve güven duyguları, insanı ömrü boyunca besleyen kaynaktır. Umutsuzluğa kapıldığımızda umudumuzu tazeleriz bu duygularla. Yere düştüğümüzde tekrar kalkmamızı sağlayan yaşam enerjimizi aldığımız trafo, bu duygularla inşa edilir. Sevgi ve güven, bireysel düzeyde psikolojik dayanıklılığımızın vazgeçilmez kurucu elemanı olduğu kadar toplumsal bütünleşmenin de kurucu harçlarıdır.
Çocuklarımızın başarıyı yakalamaları, yabancı dil edinmeleri, hobi kazanmaları için gösterdiğimiz çabayı, sevgi ve güven duygularını yaşamaları için gösteriyor muyuz?
Annemin “Hıh, olacağı buydu” sözlerinin yerini hissederek söylediği “Seneye tekrar denersin, bir yolunu bulur, çözersin, başaracağına inanıyorum” sözleri alsaydı, kim bilir neler değişirdi yaşamımda? Lütfen bu soruyu sevgi ve güvenin açılmayan kapıları açan, olmayacak şeyleri olduran bir güç, mucizevî bir sır olduğunu bilen okurlarım cevaplasın.
Üç çocuk babası, uslanmaz bir eğitim gönüllüsü, moda deyişle mentor, insana dair her şeye tutkun, öğrenmeye ve öğrendiklerini paylaşmaya takıntılı, bilime ve felsefeye âşık, kitapsız ve kahvesiz asla olmaz diyenlerden, yemeği içmeyi seven, yaşamı boyunca “sizinle tanıştıktan sonra…” diye başlayan cümlelerin muhatabı, kısacası yaşam ustasının daimi çırağı…
İnsanlara karşı ciddi anlamda güvensizlik yaşadığımız büyük bir gerçek, çoğu insanın hayatında buna benzer travmalar yaşadığı da aşikar..
Çocukların düşledikleri şeylerin yerini hayal kırıklıklarının almadığı, samimiyetin ve inançların daha da güçlü olduğu bir yaşam dilerim yazınızı okuyan herkese..