İlk uzun metrajlı filmi Kaygı ile ses getiren Ceylan Özgün Özçelik’le sabahın erken saatlerinde, mahallesi Kuzguncuk’ta buluştuk ve aslında bağımsız sinemanın yeteri kadar ses getirememesinin nedenlerini, yönetmen olmaya nasıl karar verdiğini, hayat serüvenini ve yeni projesini konuştuk. Kaygı, kasım ayında İstanbul Modern’in “Biz de Varız” sinema etkinlikleri kapsamında yeniden seyircisiyle buluşacak.

Nerelisin? Çocukluğunun geçtiği şehrin sendeki etkisi ne oldu?

Rize’de bir köyde doğdum. Üç yaşımdayken, annem ve babamla İstanbul’a taşındık. Rize’ye her yaz gitmeye devam ettim. Bağımı koparmadım. Orada mutlaka bir film yapmak istiyorum. Hatta bunun ilk fikirlerini üniversitede geliştirmiş ve senaryoya da girişmiştim. Umarım film yapmaya devam edebilirim ve üçüncü filmim bu olur. Rize’nin bendeki en büyük etkisi kadınlar. Karadeniz kadını çok enteresan, çok güçlü… Sürekli çalışır, disiplinlidir. Aynı zamanda eğlenceli ve coşkuludur. Çocukluğumdan aklımda kalan en net şey kadınların tükenmeyen enerjisi. Sabahın köründen akşama kadar durmaksızın çaylıklarda çalışmalarına karşın gece yarısı neşeyle okey oynayabilip okey bitince de şarkılarla türkülerle baklava yapabilmeleri.

Sanatla ilk karşı karşıya gelişin nasıl oldu? Yönetmenlik kariyerine dek geçen süreçte bu ilişkiyi nasıl özetlersin?

Dokuz yaşımdan beri film yönetmeni olmak istiyordum ama Türkiye’deki durumu biliyorsun. Aile ve çevre baskısı, eğitim sistemi derken, ne yazık ki sinema okuyamadım. Psikoloji, sosyoloji okumak istiyordum aslında. Sinema olmazsa onlardan biri olur, demiştim. Fakat bir şekilde onlar da olmadı. 18 tercihimin arasında sadece bir tercihim hukuktu, o denk geldi ve benim için kabus gibi bir süreçti. Bir türlü bitiremedim okulu, uzadıkça uzadı. Hukuk eğitimi pek derinlikli değil. Teoriden pratiğe geçilmesi gereken bir alan olması gerekirken hep teoride sıkıştığınız bir eğitime mahkum ediyor sizi. Dolayısıyla staj yapmaya başladığınızda, adliye ne, mahkeme ne, ben neredeyim bocalaması yaşayabiliyorsunuz. Kayboluyorsunuz.

Bitmeyen öğrencilik dönemi bana sanatı her yönüyle takip edebildiğim ve ondan beslenebildiğim yıllar olarak geri döndü. Çünkü öğrenciliğimde radyoda ve televizyonda hem sinema programı hem kültür sanat programı yapıyordum. Malum bir program yaparken neyin haberini veriyorsan onu önce kendin iyi bilmen gerekiyor. Neden bahsettiğini bilmen gerekiyor yani. Haliyle sanatı, sanatçıları yakından takip etme şansım oldu.

Bence sinemanın en direkt bağlantılı olduğu alan resim. Elbette diğer sanatlarla da kardeş ama resimle kurduğu ilişki daha başka. Hele ki renklere teslim olduğunuz bir dünyanız varsa ve anlatım dilinizi her şeyden önce renkler üstüne kuruyorsanız. Sinemada her şey bir renk paletiyle başlıyor. Mekan çok önemli. Mekanı çiziyorsunuz. Bir karakter içinde dolaşmaya başlıyor. Mekanın ve karakterin renklerini hayal ediyorsunuz. Diyaloglardan da önce bunlar geliyor benim için.

Soruya dönersek, yönetmenliğe başlayana kadar televizyonda program yapmış olmanın faydasını gördüm. Tüm sanat dallarıyla tam zamanlı ilişki kurmamı sağladı.

Peki sanat politik midir?

Sanat bence kesinlikle politiktir. Ama demek istediğim, sanat eserinin net bir çıkarım yapması, kesin bir sonuca bağlanması, kafamıza vura vura bir slogan atması veya dertlerimize mutlak bir çözüm sunması değil. Politik olması şuradan bence, sadece Türkiye’de değil, bir süredir dünyada acayip şeyler oluyor. Üreten insanlarsak, dertlerimiz gerçekten bir noktada kişisel kalamıyor, toplumsala giriyor. İçinde yaşadığımız bir delirme haliyse bu, düzenin bizi delirtmesiyle gerçekleşiyor. Yaşadığımız coğrafya kimliğimizi bin bir farklı yerden şekillendiriyor. Bu yüzden de sanatın politik olmaması gibi bir şeyi benim aklım almıyor. Kadın politik, beden politik. Ağzımızdan çıkan her söz bir noktada politik. Benim yaptığım film de politik ve bundan sonra yapacaklarım da politik olacak.

Gelelim ilk filmin Kaygı’ya. Öncelikle neden Kaygı? İsim koyma sürecin nasıl gerçekleşti?

İsim koyma sürecini filmin çıktığı yolla bağdaştırmam belki daha doğru olur. Devlet, nüfuzunu oluşturmak ve oluşturduğu o nüfuzu olumlamak için medyayı kullanıyor. En başta kafamda bu vardı. Daha sonra ne yapıyor devlet? Medyayı ele geçirirken sosyal yapıyı ve dini hedefliyor. Sosyal yapıyı ve dini kendi hedeflerine, kurmak istediği dünyaya göre yeniden şekillendiriyor. Bu esnada da vatandaşını yeniden dizayn ediyor. Yani aslında her devlet kendi vatandaşını tasarlıyor. Tüm bunlar olurken de bir yok ediş başlıyor. Çünkü yeni şeyler yaratırken bir şeyleri yok edersin. Ne yok oluyor? Mekan yok oluyor, mekanlarla birlikte hafızamız yok oluyor, insanlar yok oluyor, haber yok oluyor, haliyle gerçek yok oluyor. Gerçeği kaybettiğini fark ediyorsun ve ‘gerçek neydi?’ sorusunun peşine düşüyorsun. Bu noktada beyinde bir kitlenme yaşanıyor ve bastırma başlıyor. Tüm bu farkındalığın ve korkuların bende yarattığı bir endişe hali vardı. Çok fazla şey oluyor. Her gün çok fazla, çok ağır şeyler yaşıyoruz ve kaldıramıyoruz bir yerden sonra. Geleceğe yönelik de bir endişe var. Bilmediğimiz bir şeyden korkuyoruz aslında. Daha neler olabileceğinden korkuyoruz. Bunun da uyandırdığı bir toplu kaygı hali var. Filmin ismi işte tam da bu kaygıdan yola çıkıyor. Film, bugünden geçmişin ve geleceğin kaygılarına bakmaya çalışıyor.

Oyuncularınla çalışırken nelere dikkat ettin? Filmini nasıl anlamalarını istedin?

Film boyunca tek bir karakter merkezde olduğu için ana karakterim üzerinden yanıtlayayım. Benim Algı’dan (Eke) istediğim şey şuydu. Sinemada ana kadın karakterlerin durmaksızın hüngür şakır ağlaması beni rahatsız ediyor. Kadın yönetmenlerin, filmlerinde çok büyük acılar çeken, kendini paralayan kadınları anlatması bekleniyor, nedense. Acınası bir karakter çıkartmasını hiç istemedim Algı’nın. “Dünya iyisi ve saf bir kızcağız” karakterini çizmesini de istemedim. Hasret, haber kanalında çalışan bir kurgucu. Ben de 14 yıl haber kanallarında çalıştım ve oraları iyi biliyorum. Politik sinemada düşülen en büyük tuzaklardan birine düşmesini istemedim karakterin. Slogan atan, büyük laflarla dünyayı değiştirmeye, kurtarmaya çalışan bir sözde savaşçı olmasından kaçındım. O hatırlamak istiyor. Direniş alanı hatırlamanın sınırları içinde. Kahraman değil, her haliyle insan olmasını istiyordum karakterin. Algı’yla en başta bunları konuştum ve oyunculuğundan çok memnunum.

Film yapmak, süreci içinde barındırdığı zorluklarla yer yer motivasyon düşürücü ve bazen de yalnız hissettiren bir dönem. Süreçle mücadele ederken edindiğin başa çıkma yöntemlerinden bahsedebilir misin?

Burada sadece manevi şeylerden bahsedebilirim. Olacağına ve yapacağına inanmak. Çünkü hakikaten başka bir şey yok ayakta tutan. Bir tek ‘olacak’ inancı. Film öncelikle hislerle yapılabiliyor. İzlenildiğinde de insanlar bir şey hissetsin istiyorsun. 3-5 kişi de olsa onlarda bir duygu kalsın istiyorsun ve bu istek seni ayakta tutuyor. Maalesef sektör de pek sevimli değil. Anlıyorum, herkes gerçekçi yerden bakma iddiasında ama sinema sektörünün sinema yapmak isteyen genç sinemacılar üzerinde tutkuyu öldüren bir tutumu var. Bu yüzden de ilk filmini yapanları ayakta tutabilecek tek şey, her şeye karşın inanmak.

İşleyen bir film endüstrisinin olmadığı bir sektörde yönetmen olmak gerçekten güçlü bir karakter yapısı. Bu yapıyı zorunlu kılan başka meslekler de var mı sence?

Sanatın her kolu… Bugün kendine alan yaratmaya çalışan bir ressamla konuşsan, o da galerilerdeki korkunç sistemi anlatacak muhtemelen. Müzik öldü zaten. Her şey internet üzerinden yürüyor. Teknoloji kabusları görüyoruz. Biz bu filmleri yapıyoruz ve 20.000 kişi izlerse inanılmaz bir rakam oluyor. Gel gör ki, belki beş bin kişiye ancak ulaşabiliyoruz. Bu da temelde kaynak olmayışıyla ilgili. Yani para… Avrupa ülkelerinde fon bulmak, maddi kaynak bulmak daha kolay. Başvurabileceğin birçok kurum var. Bizde ne var? Bakanlık var. Oraya mecbursun. Çünkü nedense ülkede tür dediğimiz şey keskin bir hatla ikiye ayrılmış durumda. Ya ana akım gişe filmisin ya da bağımsız sanat filmisin. Diyelim bu kabul edilemez ayrımı farazi olarak kabul ettik, şahsen Kaygı’yı ikisine de ait görmüyorum. Böyle ikisine de ait olmayan filmler yapılıyor, yapılacak bu ülkede. Ama işte! Öğrenilmiş alışkanlık… Seni daha filmini çekmeden etiketlendiren, kültürün tekel olduğu bir sistemden bahsediyoruz. Bunları çözmeye çalışırken de 4-5 yılın geçiyor ve bu süre bizim filmlerimiz için gerçekten fazla. Yapım sürecini, üretim sürecini daha normal yaşayabileceğimiz doğru fonlama sistemleri üstüne kafa yormalıyız. Bu filmleri nasıl daha fazla izletebileceğimizin yollarını bulmalıyız. Yoksa gerçekten hiçbir zaman endüstri olamayız. Pazarlama/Tanıtım dünyada sinemanın en önemli kollarından biri. Paramız, filmi bitirdiğimiz gün tükendiğinden geri kalan hiçbir şeye bütçe kalmamış oluyor. Bir yere afiş bile asamıyoruz mesela. Filmden kimsenin haberi olmuyor. Sosyal medya da çare değil. Orası da nihayetinde reklamla, parayla büyüyen bir alan. Ona bütçe ayırmadığınız sürece en fazla yengeniz görüyor filminizin iletisini.

Kaygı’nın başına çok güzel bir şey de geldi. Filmin Berlin Film Festivali’ne seçilen tek Türk filmi olması orada nasıl karşılanmasına etki etti?

Orada olmak bizim için rüya gibiydi. Film 5 kez gösterildi ve her gösterim doluydu. Bu, benim burada hiç yaşayamadığım bir şey. Oradaki dev salonların 5 seansta da dolu olması, insanların kapılarda kalması, burada bir seansta salonda 6-7 kişi olması, kimsenin umurunda değilsin, hissiyle büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Berlin’de Avrupa basınının yoğun bir ilgi vardı. Günde beş röportaj veriyorduk. Bir yerden sonra basının, sözü hep Erdoğan Türkiye’sine getiriyor oluşundan rahatsız oldum. Ama seyircide böyle bir tutum yoktu.

SXSW’ye gelince, SXSW’nin sizin filminize dair vurguladıkları ne oldu ve Amerika’daki seyirci filmi nasıl buldu?

Bu konuyu böyle bir biçimle anlatmış olmam ilgilerini çekmiş. Aslında Amerika çekindiğim bir yerdi. Avrupa öyle değil, birbirimizi daha çok tanıyoruz, ne oluyor bitiyor daha hakimiz. Fakat Amerika seyircisi daha kapalı. SXSW, Amerikan filmlerinin ağırlıklı olduğu bir festival. Türkiye sinemasına aşina bir festival değil. Hatta hiç bilmiyorlar. Bu da beni biraz endişelendiriyordu. Fakat film 3 kez gösterildi ve gayet anlaşıldı. Trump Amerika’sıyla filmi özdeşleştirerek, buradan bir bağ kurdular. Bir de ses tasarımı ve müziklerle ilgili harika yorumlar aldık. Bu beni ayrıca mutlu etti. Çünkü müzik ve ses, Kaygı’nın anlatımında fazlasıyla önemli. Amerika’da Berlin’den farklı olarak, hem endüstri konukları hem de seyirciler bundan sonra ne yapacağımı sordular. Bir sonraki projemi merak ettiler. Bu, epey motive ediciydi.

Filmin yurt dışından ilgi görmesini neye bağlıyorsun? Türkiye’den kadın bir yönetmen olmanın yurt dışındaki eksi ve artılarının ne olduğunu düşünüyorsun?

Öncelikle Berlin’e seçilene dek birçok yerden ret aldık. Yurt dışından hemen büyük bir ilgi gördük, diye bir şey yok. Her yer bir kapan, her yer bir ilişkiler kumkuması. Her festivalde programcılar var ve her yerde programcıların zevkine ve büyük şirketlerle olan ahbaplıklarına tabiyiz. Kaygı bir Türkiye yapımı. Yani Almanya’dan, Fransa’dan vb. başka ülkelerden ortak yapımcımız yok. Sadece Türkiye yapımı bir film olarak, Berlin Panorama’ya seçilmek öngörülemezdi ve inanılmazdı. Kişisel olarak, filmin SXSW ve Sitges gibi özel festivallere seçilmesi benim için ayrıca mutluluk vericiydi.

Demin dediğim gibi; Türkiye’de ve bazı Avrupa ülkelerinde; kadın sinemacıysan senden kadınların acılarını anlatmanı bekliyorlar, böyle filmleri istiyor ve böyle filmleri destekliyorlar. Bunu çok hissettiğimi söyleyebilirim. Tabii ki başka hissedenler de olmuştur. Bir yandan kadın desteğini aşırı önemsiyorum ama memlekette hiç göremedim. Özellikle filmin ulusal festivaller ve vizyon sürecinde beni en çok üzen şey bu oldu. Sosyal medyada, gazete köşelerinde bağıra çağıra “kadın da kadın” diyen kimsecikleri yanımda göremedim. Kırıcı bir durum. Kırıldım yani kadınların beni yok sayma haline.

O halde kadınlar… Yeni filmin kadınları konu ediyor diye duydum.

Evet. Tek gecede, tek mekanda geçen bir kara komedi. Senaryonun ilk versiyonunu yeni bitirdim. Bir ev dolusu kadının bayram kutlaması trajikomik bir intikam gecesine dönüşüyor. Kan revan içinde kalacak kadınlar.

Bağımsız bir internet kanalı olan BlueTv’de yayınlanan 7 Yüz dizisinde yönetmenlik yaptın. Nasıl geçti?

Başta, “Kendi hikayem değil, nasıl çekeceğim?”, gibi bir endişe duydum. Ama 7 Yüz’ün senaryoları su gibi akıyordu. Bir solukta okuyorsunuz. Harika bir kalemi var Tunç Şahin’in. Neyse ki senaryo bana erken geldi ve dünyasına çalışmak için vaktim oldu. Hepimizin bildiği gibi, her dizide önden rahat rahat çalışmaya vakit olmuyor, malum. Çektiğim bölümün adı Karşılaşmalar. Ve Karşılaşmalar’daki anlatının en büyük destekçisi, Kaygı’da olduğu gibi ses. Kaygı’daki biricik ses tasarımcım Fatih Rağbet’le yine o heyecan verici ses masasına oturma şansını yakaladım. Tüm ekip olağanüstüydü. İki başrol, Belçim Bilgin ve Tuğrul Tülek’in setteki enerjisi akıl alacak gibi değildi. Hem birbirleriyle hem de ekiple müthiş anlaşan ve 24 saat gözleri parlayan bir ikili.

 

*Ceylan Özgün Özçelik’e teşekkürlerimizle.