Cesaret hapı almış bir beden derinlere gömülüp kalmak istiyor bir müddet. Suyun kaldırma kuvvetine güveniyor zihninin titreyen tarafı. Nasıl olsa bitecek, geçecek hepsi. Geçmiyor. Sanıldığı gibi olmadığını öğrenmek çok uzak değil. Geçecek olanlar yaşanmıyor. Geçici ise yaşanmışlık sayılmıyor. Zamanın örtülerini kaldırıp yürüyorsun asfaltta, kaldırımda, toprakta. Çok ince perdelerden geçiyorsun. Perdeler içimizden geçmiyor. Bizi hapsetmiyor; biz hapsoluyoruz. Çünkü başka yolu yok. Topraktan uzaklaşıyoruz. Asfalt güneşte yanıyor, biz yanıyoruz. Etrafımızı saran beton yığınları bize gölgelerimizi olduklarından farklı gösteriyor. Gölgelerimiz duracakları yerleri tedirginlikle arıyor. İçimizdeki ağırlık geçmiyor. İçimdeki. Eller, kursağımı boğazlayıp geçirdiği tırnaklarıyla beni asfalta çekiyorlar. Düşmeye zorluyorlar. Dizlerimin üstüne çöküyorum. Her kalkmaya çalıştığımda birkaç kilo yüklenmiş bedenim zorluyor beni. Dizlerim hep titriyor. Yer beni yutmak istiyor. Toprağı da yutmuş zamanında. Gömmüş derinlere. Beni çağıran toprak mı asfalt mı? Büyük bir ikilem! Artık beklemek yok. Durmayı tercih ediyorum. Titreyen ellerim açmıyor perdeleri. Onlar sarıyor bedenimi. Kuşaklar arasında gidip gelmiş gibiyim. Bu kayboluşlarımın hangisi? Biz hangi çağın tükenmişleriyiz? Tarihin hangi unutulmuş köşesine atılıvermişiz? İnsanlar perdelere benziyor. Ya sen açıyorsun hazır olduğunda ya da onlar dolanıp duruyorlar zamanla sana. Tutunmak çok başka!  Bazıları incecik tülden, bazısı kadifeden; çoğu da kalın, ışık geçirmeyen şilteden. Yüzeyine dokunduğumda hissedebiliyorum ismini, cismini. Hatta rengini. Ellerin gözleri vardır ya, öyle görebiliyor insan her şeyin rengini. Bazen sarılıp uyumak istiyorum, bazen de yırtıp atmak. Kimi oldukça ısıtırken bedenimi kimi de geçici parıltılarıyla kuşatıyor. Üşüyorum. Her üşüdüğümde “kansızlıktan” diyorlar. Kansızlık, insanoğlunun yazgısı.

Oradayım. İçinde dolanıp durduğum labirentte. Sürekli aynı yollarından geçtiğim bölmeler. Her bir bölmede aşamadığım düzenekler. Yıllardır. Aynı çıkmazda. Çevresinde dolanıp durduğum kayalarla. Koyu bir sessizlik.  Yok oluş yavaş yavaş. Doğrusunu bildiğim yalanlar çarpıp duruyor yüzüme. Cevapları ezberimde soruların. İçimde uçurum. Dışımda ise dimdik duruşum. Tüm suskunların gözyaşları toplanıyor gözlerimde. Onların acıları da. Susuşları da. Çaresiz bakışlarını taşıyorum.  Geri dönüşüm arazisinin toprağını avuçlamışım. Geçmiş, geçmişte kalmayı bilemedi hiçbir zaman. Dayanağı olmayan sözcükler uçuşuyor. İnce parmaklarım soğuk. Avuçlarım ağlamaklı. Çaresizlik, çarede saklı. Labirentten çıkış yok. Labirent, ondan çıkmak için değil, onda kalmak için var. Hoş geldim sonuma.  Peki ya yalnızlığım?

Yalnızlık paylaşılmaz. Paylaşılmadan çoğalır. Bir başkası değip geçebilir ancak. Cesaret kimsenin alnında bir yazı değil. Kum saatinin akmayan kumları arasında kristal tanesiyim artık. Giderek matlaşıyorum. Tırnaklarım ojeli. Dudaklarım çatlak. Yüzüm boşlukta. Dilim yorgun. Uyudum. Uykuma uyandım. Olmakta olduğum ama hiç olmadığım yerde. Tatlı bir oyunun tekrarıymış. Uyanıklığın uykusu. Olasılıksızların olasılığı. Olası. Ola. Ol! En çok ne olmak istersin diye sordular mı hiç? Neyi en iyi olabilirdim? İnsan tek bir şey olamaz ki! Bir bulut olabilirdim mesela. Gökyüzünde asılı kalırdım. Bazen var olur bazen olmazdım. Yağmurlar yağdırırdım. Resmimi çizerdi çocuklar. Önce gökyüzünü maviye boyayıp kâğıt üzerinde beyaz boşluklar bırakırlardı. Şair de olabilirdim. Kısacık dizelere, milyonları sığdırırdım. Cebimde kelimelerle, bin bir çeşit yollardan geçerdim. Yol demişken, gezgin olsam fena olmazdı. Mutluluğu bulmak adına Alaska’ya ulaşmaya çalışan gencin umudunu taşır, hedefe varmadan yolun güzelliğiyle anlardım hayatın anlamını. Hayatımın. Bir sürü insan tanır, uzun yollarda kısa aşklar yaşardım. Hikâyelerini dinlerdim insanların. Mucit de olabilirdim. Zaman makinesini icat eder, geçmişte birçok yere yolculuk yapardım. Kafka’nın Milena’sı olurdum. Marquez’ in babaannesi belki. Tarihte kendisine ilk şiir yazılan kadın da olabilirdim. Annemin çocukluğu olurdum. Dinozor gören ilk insan. Nazilerin peşine düştüğü bir Yahudi. Anne Frank. Neden bir roman kahramanı olmayayım ki? Mavi Saçlı Kız olurdum belki. Ya da Anna Karenina. Genç Werhter ‘in acılarını duyumsardım. Martin Eden’in alnındaki terleri hisseder, dizlerindeki dermanı yaşardım. Belki ıssız bir adaya düşen uçaktaki Simon olurdum. Ya muhteşem dedektif Hercule Poirot? Evet, evet. Bir roman kahramanı asla ölmez. Ölse de yaşlanmadan ölür. Ama ölmez. “Ne olmak istemezdim” kısmını hiç düşünmediğimi düşündüm şimdi de. Sanırım yaşlanmak istemezdim; bir roman kahramanı gibi yaşlanmadan ölmek. Kahraman olmak için ölmek mi gerekir?