İnsanlar, çocukluğuna dair bir şeyler anlatırken hep en komik anılarını hatırlar ve paylaşır ya işte ben onlardan biri değilim! Çocukluğuma dair bir şeyler hatırlamaya başladığımda genelde hep zorlanmalarım aklıma gelir. Korkularımı, kaygılarımı çocukluğumla birlikte büyütüp bu yaşıma kadar getirdiğim için sanırım hatıralarımda da güzel şeylerden çok derinlerden bir şeyler gelir. Ancak ilginç ki bu hatıralar beni aşağı çekmez, kötü hissettirmez, aksine garip bir güç hissettirir. Yanlış anlaşılmasın, acıdan beslenen biri değilim hatta bundan hiç hoşlanmam. Ancak sınırlarımın ve zorlanmalarımın farkında olmak bana her zaman iyi gelir. Bunlardan korkuyordum ama bunlarla baş edebildim hissi günün sonunda bana kocaman bir huzur getirir.
Sizi beni kendi sınırlarıma, korkularıma götüren Melis Sena Yılmaz ile tanıştıracağım bugün. Bu genç ve kalemi, kurgusu kuvvetli yazarımızın bize anlatacakları var.
Melis Sena Yılmaz ile ikinci romanı Mayısın Üçüncü Haftası üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajı okumaya davetlisiniz.
Mayısın Üçüncü Haftası ikinci romanınız. Gizemli bir macera romanı olarak nitelendirebileceğimiz bu romanın nasıl ortaya çıktığını konuşarak röportajımızı açalım istiyorum. Bu hikâyenin kaynağı nedir, nasıl bir çalışmanın ardından okurlarla buluştu?
Açıkçası kafamdaki iki fikrin birleşmesinden doğdu diyebilirim. Bir süredir “canavara dönüşmeme mücadelesi”ni anlatan bir hikâye yazmak istiyordum. Bu hikâyenin bir adada geçmesi, kapalı alan polisiyelerine bayıldığım için çok heyecan verici bir ihtimaldi. Bozcaada’nın zengin tarihi de benim için bulunmaz nimetti; çünkü deniz canavarının kimliğine ve ipuçlarına dair tasarılarımda, genel anlamda hikâye akışında adanın geçmişi büyük rol oynadı.
Cenk Bozcaada’ya gider gitmez yüzmek istiyor ancak herkes ona yüzemeyeceğini, mayısın üçüncü haftası denizden uzak durması gerektiğini söylüyor. Tam da bu noktada çocukluk döneminde yaşadığım korkular aklıma geldi. Bu tarz bir hikâye oluştururken çocuklara hitap ettiğiniz için çekindiğiniz ya da kararsız kaldığınız bir an oldu mu?
Aksine, çocuk edebiyatında korkunun, bilinmeyen maceralara atılmanın çok değerli olduğunu düşünüyorum; çünkü bu romanlarda kahramanlar korkup kaçmak yerine savaşıyor ve kazanıyor. Bazı korkuların anlamsız olduğunu; bazılarınınsa yerinde fakat aşılabilir olduğunu görüyor. Söylemesi yapmasından kolay olsa da korkuları yok saymak yerine onları tanımak ve üzerine gitmek gerekiyor; Cenk de tam anlamıyla bunu yapıyor.
Canavarlar, toplumsal inançlar, tekerlemeler kurgunuzda karşılaştığımız özelliklerden birkaçı. Bir yazarın kaleminin özgürlüğü, sınırsızlığı da konuşulmalı bence. İki çocuk romanına imza atmış bir yazar olarak yazarın anlatım özellikleri sizce nasıl olmalı, dili nasıl kullanmalıdır? Bir yazarın otosansür uygulamadan yazabilmesi için nelere ihtiyacı vardır?
Son sorunun cevabı her yazar için farklıdır sanıyorum. Ben çareyi otosansürü ertelemekte buldum. “Önce bir yazayım da sonra keser biçerim” diyorum. Sayfaya döktüklerim ancak ben paylaşmayı seçersem başkalarıyla buluşacak, kendime bunu hatırlatınca otosansüre gerek kalmıyor.
Ben hikâyelerimde sürükleyiciliği önemsiyorum, binlerce dikkat dağıtıcı unsurun olduğu bir ortamda çocukların maceraya devam etmesini nasıl sağlayabilirim; bunun üzerine kafa yoruyorum. Dil kullanımı da buna göre şekilleniyor; yalın bir üslubun maceranın temposunu korumaya yaradığını düşünüyorum.
Romanda “canavarlaşma”ya dair özel bir vurgunuz var. Canavarlaşmanın hayatımız, deneyimlerimiz neticesinde hareketlerimizde görünebilecek somut eylemler şeklinde görünebileceğini ya da ruhen canavarlaşabileceğimizi düşünerek bir okur algısı yanlışlığı mı yaşıyorum?
Bence tam üstüne basıyorsunuz; ama her okurun bu maceradan alacağı farklı olacaktır elbette. Canavara dönüşmek için illa çok kötü şeyler mi yapmak gerekir, yoksa sessiz kalmayı seçmek canavara dönüşmeye yeter mi? İnsan bazı bağlamlarda canavara dönüşmüşken diğerlerinde insanlığını sürdürebilir mi? Bunlar benim de yazım sürecinde çokça düşündüğüm, olay akışının fantastik bir maceradan daha derin yerlere gitmesini sağlayan sorulara dönüştü. Hikâyedeki Tuhafiyeci Öykü Teyze, benim bu meselelere duruşumu özetliyor aslında.
Pelasga ve Batçık Kuşu’nun kurguya nasıl dahil olduğunu da merak ediyorum doğrusu. Özellikle Batçık Kuşu’nun İhtiyaç Kuşu olarak adlandırılmasına hayran kaldım ve kurgudaki uyumunu sevdim. Bu ögeler nasıl doğdu?
Çok teşekkürler. Pelasga, Bozcaada’nın tarihini araştırdıkça aklımda beliren bir şüpheliye dönüştü. Canavarın kimliğini anlayabilmek için adanın tarihine göz atmak, benim gibi Cenk’in de aklına gelecekti kuşkusuz. Binlerce yıllık bir tarihten söz ettiğimiz için tekerlemenin kaynağı da çok eskilere dayanabilirdi.
Batçık Kuşları’na gelince, ben de yazmaktan çok keyif aldım. Aşağİstanbul’da martılar hikâyenin önemli bir parçasıydı, burada da İhtiyaç Kuşları ortaya çıktı; gizliden gizliye kuşlara olan merakım kendini hikâyelerde açığa çıkarıyor. İhtiyaç Kuşları’nın denize atılıp sonradan size iyilik getirmesi, içselleştirdiğim “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir” öğretisinin bir dışavurumu mu acaba diye çok düşündüm. Cevabını hiç bilemeyecek olsam da bu olasılığı elemiyorum.
Bozcaada’da tanıştığı herkes Cenk’e denizden uzak durması gerektiğini söylüyor. Cenk zaten zorla bu tatile gönderildiği için kızgın, bir de denize girmesine engel olmaları onu daha da sinirlendiriyor. Cenk’in her şeye ve herkese rağmen denize girmesinde ebeveynlerinin sürekli onun adına kararlar alması etkili oldu mu sizce?
Cenk’in istemediği bir yere gönderilmesi; tatil beklerken bambaşka sorumluluklarla yüzleşmesi zaten sinir bozucu. Bozcaada’yla ilgili tek hayali de bir tekerlemeyle elinden alınıyor, burnunun dikine gitmesi kadar doğal bir şey olamaz. Onun düşünce akışını takip ettiğimizde anne babasının onun fikirlerine başvurmaması, dikkate almamasının da bir etken olduğunu görüyoruz. Bu farkındalık ardından öfkeye ve inada dönüşüyor. İnsanların seni dinlemediğini, anlamadığını düşününce saçma olduğunu bile bile işi inada bindirmek sadece çocuklara özgü değil. Etrafımızda böyle davrananlar vardır; ya da bazı durumlarda öyle davranan kişi bizizdir. Sana inanan ya da seni dinleyen biri olmayınca iş başa düşüyor. Haklılığını kendine kanıtlamak istiyorsun, bu tekerlemeleri ya da uyarıları dikkate almamak anlamına gelse bile.
Cenk’in ailesi gibi çocuklarımız adına kararlar alarak çocuğumuzu büyütürsek çocuğumuzun bireyselleşmesini nasıl sağlayacağız?
Nasıl sağlayacağız ya da sağlayabilecek miyiz? Çocukken birey olarak görmediğimiz insanların, büyüyünce birey olmakta, bir yetişkin gibi karar almakta büyük sıkıntılar çektiği bir gerçek. Çocuklarımıza ileride bu zorlukları yaşatmak istemiyorsak şu an onlara karar verme özgürlüğünü teslim etmemiz gerekir. Gelişim psikologlarına kulak vermek, bol bol okumak, okuduklarımızı kendi mantık süzgecimizden geçirmemiz gerekiyor bence. Bireyselleşmek yalnızca çocuklukta değil; ömür boyu bitmeyen bir yolculuk.
Sağlıklı bir birey olmalarını istediğimiz çocuklarımızın gelişiminde, bana hep alan ihlali yapıyoruz gibi geliyor. Her şeye karar veriyor, dahası bunu hak olarak görüyoruz. Türkiye’de birçok çocuk özellikle de kız çocukları evlenirken bireyselliğini kazanıyor ama bu noktada da özgürlüğünü, kararlarını savunmada çoğu zaman yetersiz kalıyor. Çocuk edebiyatı yazarı olarak çocukların gelişiminde bir taş da siz koymak istersiniz diye düşündüğüm için aile yapımızdaki bu kavram karışıklığı ve sonuçları üzerine neler söylemek istersiniz?
Bunlar öyle haklı endişeler ve öyle karmaşık, çok katmanlı meseleler ki ne dersem yetersiz kalır gibi hissediyorum. Sosyal politika uzmanlarının, psikologların, pedagogların üzerine konuşması; benim de not almam gerekir; ama bu soruya iyimser bir pencereden bakmak istiyorum. Yalnızca empati anlamında her neslin bir öncekinden daha iyi bir iş çıkardığını düşünüyorum; gelişecek çok nokta olsa da bugünün anne babalarının çocuklarının duygusal yetkinliklerini tanımak, bireyselleşmelerine alan tanımak için çaba sarf ettiklerine şahit oluyorum.
Büşra, Cenk’in adaya gelmesiyle birlikte yalnızlığını paylaştığı bir arkadaşa kavuşuyor. Büşra hem okuldaki arkadaşları tarafından hem de evde küçük kardeşi olduğu için ailesi tarafından yalnız hissettirilen bir genç kız. Hassas, duyarlı, yardımsever özellikleriyle dikkat çeken Büşra arkadaşları tarafından tuhaf bulunuyor. Toplumumuzda da maalesef kanıksanan kendinden olmayanı ötekileştirme sorununu nasıl aşabiliriz?
Sorularınız çok değerli, hiç de kolay yanıtı bulunmayan sorular. 😊 Ötekileştirme de sadece bizim toplumun değil, gezegenin kanayan yarası desek yanlış olmaz herhalde. Sistematik çözümlerin yanı sıra, kendi evimizin önünü süpürmekle başlamak değerli bir uğraş. Gün içinde, farkında olmadan birine önyargılı yaklaştığımızda, bir es verebilsek zamanla bu esler bir alışkanlığa dönüşür. Bu alışkanlıkla yetiştirilen çocuklar da daha sağlıklı bir toplumu oluşturur diye umuyorum, kendimizle başlamalıyız.
Kurgunuzda Deniz Kayalı adında bir ressamla tanışıyoruz. Cenk, Deniz Bey’in iyi bir sanatçı olduğunu ama kesinlikle iyi bir insan olmadığını düşünüyor. Sanatçı ve karakteri, yarattıklarından bağımsız olabilir mi?
Hikâyede sık sık vurgulandığı gibi, bence insan sürekli bir dönüşüm içinde ve sanatçılar da buna dahil. Bu dönüşümle beraber sanatçının o an düşündüklerinin ve hissettiklerinin on yıl sonrakilerle örtüşmesi zorunluluğu ortadan kalkıyor. Bunun yanı sıra sanatın gözlem yeteneğiyle doğru orantılı olduğunu da düşünüyorum; bir kişinin iyi bir gözlemci olması iyi bir insan olduğu anlamına gelmez. Sanattan bağımsız, insanın işiyle karakterini hizalamak özellikle de bu çağda sık rastlanılan bir yanılgı bence; birisi işinde başarılıysa -iyi bir sanatçı, iyi bir iş adamıysa- bazı çevrelerce otomatik olarak üstün bir konuma yükseltiliyor. Halbuki başarı iyi bir karakterle el ele yürümek zorunda değil, hatta insan iyi bir insan olmak için bazı “başarılardan” vazgeçme kararı dahi verebilir.
Yine bir okur sezgisi olarak bu eserin devamının olacağını düşünüyorum. Mayısın Üçüncü Haftası bir başka olay örgüsüyle devam edecek mi?
Çok acayip çünkü Mayısın Üçüncü Haftası’yla ilgili bu yorumu çok alıyorum ama ben hikâyenin tamamen sonlandığını düşünmüştüm. Bu soruyu o kadar çok aldım ki kendimi acaba mı diye düşünürken buldum. Romanın sonundaki ayrıntı, kitabı bitiren çocuklara maceranın sonrasını düşündürmek ve onları gülümsetmek içindi. Belki Mayısın Üçüncü Haftası olmaz; Bozcaada’da geçen bambaşka bir serüven olur çünkü adanın atmosferi gizemli maceralara çok elverişli. Bana kalırsa maceradaki tüm gizem unsurları birer birer çözüldü. Şu an için Cenk ile Büşra’nın hikâyesinin bittiğini düşünüyorum, tabii asla asla dememek lazım. 😊
Edebiyat öğretmeni olmanın yanında çocukluk hayalinin peşinden emin adımlarla ilerliyor. Kendi platformunu oluşturarak dostlarını bir araya topladı. Dostlarıyla sanatın her alanında üretim yapıyor ve inatla yapmaya devam edecek. Saplantılı edebiyat takipçisi. Kimi zaman Kafka’nın böceğinin peşinde, kimi zaman Slyvia Plath’in kafasını soktuğu fırının içinde. Kimi zaman Dostoyevski’nin yarattığı ‘Öteki’ ile ilgileniyor.