Korkudan yön değiştiren, korkudan teslim olanla alay ediyor; korkak diye…
Aziz NESİN

Bu yazıyı yazmak için bir yerel yönetimin daha, iddialı bir şekilde bizlere lansmanını yaptığı son tiyatro çalıştayının da tamamlanmasını ve tiyatromuza olası etkilerini gözlemlemek adına gereken zaman ve tahammülü de sağlamış olarak, yeni tiyatro sezonunun hemen öncesinde kaleme almak üzere bekledim. Bekledim. Ve sonuç aynı. Eh! Ne yapalım şimdi? Yazmayalım da küle mi dönelim?

Öncelikle çalıştay nedir? Çalıştay; belli bir konuda, çalıştaya konu olan kavramlara dair öncü ve tartışmacı düşünceleri olan, belli yeterlilik ve deneyimlere sahip çeşitli konuşmacıların katılımıyla, yine çalıştaya konu olan durum ve gündeme dair ilerici çözüm önerileri aranan çeşitli kurum ve kuruluşların tertip ettiği buluşmalardır.

Tiyatro çalıştayı ise, aslında “ise” yok. Yukarıdaki açılımın tiyatro için yapılanı işte.

Tiyatro çalıştayları; ulusal ya da uluslararası düzeyde, birçok alandan sanatçıları, bağımsız tiyatro çalışanlarını, akademisyenleri, eleştirmenleri, sendika temsilcilerini, ödenekli-özel kurum ve kuruluşların yöneticilerini bir araya getirme, tiyatronun sorunları, hedefleri ve ileriye atılımı üzerine birlikte düşünme ve çözüm imkanı sunuyor gibi görünse de ya da çalıştaylar bu gibi savlarla hedef bildirge yayınlıyor olsalar da aslında periyodik olarak bir araya gelmenin ve bilineni tekrar etmenin, bir avuç olan sanat camiası içerisinde bildiklerimizi birbirimize yeniden ve yeniden anlatıyor olmaktan başka bir anlama gelmediği aşikar.

Deneyim bırakıyorum: Bugüne değin, bu formatta birkaç çalıştayda bizzat katılımcı olarak bulundum. Düzenlenen son birkaç çalıştayın ise yakın çevrem vasıtasıyla bizatihi takipçisi oldum. Bu çalıştayların çok ilginç ortak özellikleri var, nedense.

Özellikle tiyatro çalıştayları için açıklamak gerekirse, bu çalıştayların çoğu, her ne sebepten bilmiyorum ama genelde yerel yönetimlerin ev sahipliği ve organizasyonuyla gerçekleşiyor. Sanırım bunun nedeni en kaygan zemine sahip kamu tüzel kişiliği olmaları. Hal böyle olunca sorunları membaında tartışmak istiyor olabilirler. İyi niyetli düşünmeye çalışıyorum. Bir diğer ortak özellik, her ne şekilde olduğunu bilmediğim bir biçimde, birilerimiz ki genelde bunlar belli şöhrette ve yaşta olmak durumunda sanırım çünkü geneline baktığımda ortak başka kıstas bulamıyorum aralarında, kanaat önderi olarak kabul edilen ve hep aynı insanlardan oluşan konuşmacı-tartışmacı-çözümcü tayin edilen profiller. Yani bu çalıştaylar tertip edilirken sanki bunların hepsi bir evdeler ve “Arkadaşlar, filanca yerde çalıştay var. Yürüyün!” deyip geliyorlar yahut hiç fasılasız hepsi yerel yönetimler tarafından ilginç bir tesadüf sonucu davet ediliyor da olabilirler. Sonuç olarak hep aynı insanlar, aynı konuları, aynı biçimde kürsüden, yüksek perdeden söyleyip arınıyorlar. Güzel meditasyon.

Tabii ki burada minik bir detay var, o da: Bu çalıştaylarda sorunlar üzerine görüş ve çözüm üretmesi beklenilen isimlerin aslında sorunun bir parçası olması. Çözüm olarak öne sürülen çoğu şeyin özünde aslında benmerkezcilik yatması, kendi prensipleri üzerinden bir çözüm araması. Hatta sorun olarak bahsi geçen şeylere dair çözüm sunan kişilerin o sorunların sadece parçası değil bizatihi müsebbibi olması.

Görüyorum ki;

Biz sanatçılar, sorunlar üzerine habire tespitte bulunuyoruz fakat çözüm için gerekli radikal adımları bir türlü atmıyoruz, atamıyoruz. Çünkü konfor alanı, çünkü iş kaybına uğrama endişesi. Aman tadımız kaçmasın yaklaşımı. Her değişim, her dönem, insanlara yanlış sandıkları şeyin aslında doğru olduğunu anlatacak, tecrübe ettikleri şeyin yıkım değil inovasyon olduğunu öğretecek bir dile ihtiyaç duyar. O şey tepki değil, ıslahtır.

Yeni bir “ıslahat fermanına” bilhassa kurum tiyatrolarında şiddetle ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, ivedi olarak halihazırdaki meslek kanunlarımızın yenilenmesi ve günümüz usul ve esaslarına uygun hale getirilmesi şöyle dursun; repertuvar kurullarının kurulması fakat bu kurullardaki görüşlerin karşılık bulamaması, idari makamlar ve sanatçılar arasında ortak bir dil kurulamaması -ki bu kimi zaman ilgili idari kısımlara sanatçılar arasından seçilip görev verildiğinde dahi durum değişmiyor- hiyerarşik düzene en yeni katılanın daima bu hiyerarşik düzen içerisinde kısıtlanması, her şeyi tartışmalıyız fakat benim otoritemi tartışamayız anlayışının hiçbir samimi diyaloğa ve çözüm önerisine elvermemesinin sonucu olarak çalıştaya konu olan sorunlarımızı ortadan kaldırmaktan ziyade daha yeni, daha absürt, daha çözümsüz yeni sorunlar peydah ediyoruz.

Eh! Bu yinelenen, adı kendinden büyük vasat cümleler haliyle kürsüdeki hatip kim olursa olsun, onun da söyleminin altını boşaltıyor. Kişisel inisiyatiflerle yürütülen, siyasi değişimlere karşı kimine göre güçlü kimine göre dirençsiz ve kırılgan yapının ana hatları, günümüz ihtiyaçlarına göre yeniden “radikal” bir tutumla belirlenmedikçe sürdürebildiğimiz tek şey, pilav günleri gibi belli aralıklarla buluşup bildiklerimizi birbirimize anlatmak oluyor. Peki sizce ben bu toplantılara; sizin şen ve yüksek perdeden kahkahalarınızı işitmek, anılarınızı dinlemek, birbirinizle hasret giderip kimi konularda caka satıp kimi konularda günah çıkarmanızın tanığı olmaya gelmiş olabilir miyim ya?

İnanın ben de bıktım. Ve dahası: sıkıldım! Sırf “bunların” söyleyemediklerini fırsat bulduğum, fikrime başvurulan ya da başvurulmayan, itiraza açık ya da kapalı her ortamda inatla söylediğim için devamlı olarak öteki geldim öteki gidiyorum.

Sizin yeryüzünden silineceğiniz
ve yumruğumun sonunda çözüleceği
anı bekliyorum.
Par Lagerkvist, “Cellat”

Son tahlilde bu çalıştaylar neden bu kadar önemli ve neden bu kadar önemsiz, bunun açılımını yapmak istiyorum. Usulsüzlükle göreve gelmiş ama kendi kendine yakasına iliştirdiği apoletlerine dokunulduğunda usulden dem vurarak feryat figan ortalığa düşmüş “kurucu” kanaat önderleri ve haşmetmeaplarına ithafen:

Tiyatroda perde mutlak kapanır ama üzerinize mi kapanır yoksa yüzünüze mi bilmem. İşte bu çalıştaylarda eski dostlar bir araya gelip yalnızca geçmişi yad eder, sorunların yalnızca ucundan kıyısından bahsedip kalıcı çözümler üretmez, dostlar alışverişte görsün mantığıyla liyakati hiçe sayarak projelerinizi ehillerine değil de eşinize dostunuza peşkeş çeker, birbirini yineleyen aynı vasat beylik cümleleri birbirinize tekrar etmekten bir adım öteye geçmez, sözde savunucusu olduğunuz mesleki etik değerlerin yalnız sizi ilgilendiren kısımlarıyla ilgili bir hassasiyet güder, kendinizi korunaklı saydığınız bir alana attıktan sonra altta kalanın canı çıksın misali kalanların yok olmasına, ezilmesine, sömürülmesine göz yumar, dahası bunu körükleyen bir savaş çığırtkanına dönüşürseniz; her devrimin evvela kendi evlatlarını yemesi gibi kendinizi “kurucusu” olarak nitelediğiniz yapıdan ilk tasviye edilen de siz olabilirsiniz. Her üst yönetim değişikliğinde tiyatromuzun geleceğini konuşalım kisvesi adı altında akıbetiniz hakkında nabız yoklar durumda bulabilirsiniz kendinizi. Bu taleplerinize karşılık bulamadıkça kıyıda köşede bir bürokrattan ricacı olmak durumunda kalırsanız şayet, şahsi ikbal endişeniz, sözde çok büyük savunucusu olduğunuz ve defaatle vurguladığınız “sanatta özerklik” kavramını da pek hatırınıza getirmez.

Hangi usul ve teamüllerle göreve geldiğinizi/getirildiğinizi unutup gün olup devran döndüğünde “yönetmelik vaaaar” diye ortalığa düşmüş görebilirsiniz ilkeli duruşunuzu. Her türlü eleştiri, soru, görüş ve öneriye açık olduğunuzu beyan edip birileri eylemleriniz hakkında görüş belirttiğinde, bu kimselerin yerinizde gözü olmakla, aleyhinizde lobi kurmakla, ergence tavır sergilemekle ve hatta mesleğe ihanetle suçlarken duyabilirsiniz kendinizi, aman ha! Birilerinin yaşını meslekte kat ettiğiniz yılla kıyaslayıp kendinizden aşağı, deneyimsiz ve bilgisiz görecek olursanız da hani olur ya birileri tiyatro sanatının sadece sizin meslek hayatınızdan ibaret olmadığını, sizden önce de var olduğunu, sizden sonra da bir biçimde var olacağını hatırlatırsa muhtemelen bu da kibrinizde bir gedik açar, bu yaştan sonra bunu onarmak da eskisi kadar kolay olmayabilir, bu konuda da haddim olmayarak uyarmış olayım. Sonra denetimsiz bir üslupla, ilk anda duyulan heyecan ve panikle kaleme alınmış bir bildiri yayımlarken bulursunuz kendinizi, yazık olur. Kitlelere hitaben “tiyatromuz yaşasın” derken, “ama ben su verdikçe yaşasın” diye mırıldanırsanız içinizden, bir gün bunları sesli düşündüğünüzü unutur ve karanlık, ben merkezci düşüncelerinizin ifşasına neden olursunuz, bilin istedim.

Ben nereden biliyorum?

Hiiiiç. Dedikodu bu ya; birinden duydum.