Acılar kıyaslanır mi hiç! Eğer canımız acıyorsa bildiğimiz tek şey canımızın çok yandığıdır. Seninki fazla yanmış, benimki senden az, bunun ne önemi var ki!
Bir tiyatro arsızı olarak düştüm yollara. ‘Son Zenne’ ekibini uzun zamandır izlemek istediğim için büyük bir heyecanla Cansu’yu aradım. Cansu bu çarpıcı oyunun kötü adamıydı. Oyunculuğuna ve yazarlığına her daim hayran olduğum Cansu yine büyük bir nezaketle kabul etti röportaj teklifimi.
Röportaj için araştırma yaparken ‘ötekileştirme’ kavramına denk geldim sık sık. Kalemi bıraktım ve uzun uzun düşündüm. ‘Ötekileştirme’ bizim gerçeğimiz mi olmuştu artık? Halbuki korkar olmuştum bu kelimeden. Beni nasıl bir oyun bekliyordu? Neler izleyecek, nelere tanık olacaktım?
Tanıtım yazısına denk geldim oyunun.
‘Hayatımızın içinden geçenler…
Üçü de tanıdık.
Çok yakınımız da olsa görmezden geldiklerimiz, hatta yok saydıklarımız
ama asla kaçamadıklarımız…
çünkü onlar da biziz, hepimizden birer parçadır onlar.
Onlar demek bile ayıbımız; insanız çünkü, aynı hamurdan yoğrulduk farkında mısınız?’
Bu cümlelerin hakkını veren üç ayrı karakter tanıdım o gün ruhuma işleyen.
Zenne rolünde Yarkın Ünsal, Nesime rolünde Sevtap Özaltun ve Şahin rolünde Cansu Fırıncı yer alıyordu.
‘Ahh ahh… Ben her sabah burada uyandığımda, başka bir yerde, başka biri olmayı hayal ediyorum.’
Zenne bu cümlesiyle hayalinin peşinden beni de götürüyordu ama ben onu o halde seviyordum. Başka bir yerde de olsak ‘başka’ biri olmasını istemiyordum. O, öyle güzeldi. ‘Kendine’ ve ‘toplum’a yabancılaşması bir kayıptan başka ne verebilirdi ki?
Hiçbir kelime onların rollerini ne denli hakkıyla yaptığını karşılayamaz. Ancak üç performans da ayakta alkışlanmayı sonuna kadar hak ediyor. Rollerine yükledikleri anlamlar için, soluğumuzu kestikleri için, değerlerimizi sorgulattıkları için ve röportaj isteğimizi bütün yoğunluklarına rağmen kırmadıkları için sonsuz teşekkürler…
Oyununu izlemeyenler hakkında büyüyü bozmaması adına dikkatli sorular sormaya gayret edeceğim ancak özellikle sormak istediğim bir nokta var. Başlangıç sahnesinde ‘Son Zenne’yi görüyoruz. Çarpıcı ve sert bir girişle başladığını söylemek de mümkün. Sizi daha önce izleyenler de oyunun girişiyle verdiğiniz rahatsızlıktan söz etmiş. Böyle bir giriş yapmak özellikle tercih ettiğiniz bir unsur mu?
Yarkın Ünsal: Açıkçası böyle bir giriş olmalıydı. İzleyiciyi başlangıçtan saran, düşündüren. Oyununun ruhu için de önemliydi bu.
Peki bu başlangıcın ‘Muhsin Ertuğrul’un izleyici ile oyuncu arasına koyduğu perdeyi kaldırmak’ gibi olduğunu yorumlayabilir miyiz?
Yarkın Ünsal: Perdeyi kaldırmak çok radikal bir yanıt olur ama doksanların başında İngiltere’de çıkan in-face akımının dünyaya yansıması olarak yorumlayabiliriz. Bu durum Türk tiyatrosuna da farklı farklı yansıyor aslında. Bizim gibi özel tiyatrolar, küçük çaplı özel tiyatrolar, orta büyüklükteki özel tiyatroların büyük sahneleri tutma gücü olmadığı zaman, katlara sığındıkları zaman, depoları tiyatroya çevirdikleri zaman, garajları tiyatroya çevirdikleri zaman (ki bu örnekleri çoğaltmak mümkün) kendiliğinden oluşan bir black box durumunu doğuruyor. Bunun için de tabii ki anlatım teknikleri ortak bir noktada birleşiyor. Bu noktada artık seyirci, seyirci olmak istemiyor da tanık olmak istiyor. Metinler de derdini bu yönden anlatmayı tercih ediyor ama tabii ki bu kurallar Muhsin Ertuğrul’un koyduğu perde kuralını değiştirerek, belki de şaşırtması yapılarak yapılıyor. Yoksa tamamıyla bir yıkmak değil de devrim niteliğinde de diyemeyiz ama alternatif bir yol diyebiliriz.
Seyircinin oyuna dahil olmasının etkiyi arttırdığını düşünüyor musunuz?
Yarkın Ünsal: Kesinlikle.
Özellikle iki yıldır izlediğim oyunlarda bu teknikle karşılaşıyorum. Hatta sahnede oyuncuların arasında oturduğumuz ve rolü gelen oyuncunun aramızda sandalyeden kalkarak oyuna dahil olduğu oyunlar da seyrettim. Olayın içine daha fazla dahil olduğumuzu biz kendimiz gözlemliyoruz ama oyuncular olarak sizin bakış açınız nedir?
Yarkın Ünsal: Bence daha da etkili. Metnin gücünü, rejinin gücünü yadsımayız. Her metin için, her tiyatro oyunu için bunu söyleyemeyiz ama doğru birleşmiş bir sahnede, doğru bileşenlerden biri reji, biri oyunculuk, biri de mekan kullanımıysa eğer etkisi paha biçilemez.
Peki oyunun başında yer alan rahatsızlık verme dürtüsünden konuştuk. Sizin böyle bir amacınız var mıydı?
Cansu Fırıncı: Rahatsızlık gibi bir amaç olduğunu zannetmiyorum ben oyunun içinde. En baştan şunu söylemek lazım. Dördüncü duvarla da oynasanız, perdeyi ortadan da kaldırsanız en nihayetinde bilet alıp oraya gelen aslında izlediği şeyin bir illüzyon olduğunu biliyor. Siz bu durumun illüzyon olduğunu bilen insanlara oyun oynuyorsunuz. İstediğiniz kadar o illüzyon kırın, seyircinin bir an ilgisinin dağılmasıyla ve tekrar oyuna dönmesiyle o illüzyon zaten defalarca kırılıyor. Dolayısıyla günümüz tiyatro anlayışı yüzde yüz o illüzyon kurma ve seyirciyi o illüzyon baştan sona kaptırmaya kurulu değil.
Bizim oyuna gelirsek çok spoiler vermeden anlatmaya çalışayım. En nihayetinde underground, toplumun dışlanmış, çok da göz önünde olmayan kesiminden insanların hayatlarının kesişimlerini anlatan bir oyun.
Şöyle ilginç ama yanlış bir beklenti var tiyatroya dair. Tiyatro sadece böyle saf, temiz, iyi, güzel, doğru, haklı olanı sahneye çıkartmaz. Tiyatro; hayattan, gerçeklikten alınmış olan bir anın tiyatral gerçeklikle yeniden kurulmasından ibarettir aslında. Bunun üzerine kurar kendini. Ve o gerçeklikle karşınıza gündelik hayatta ‘aaa ne kadar ayıp dediğiniz şeyler’ o karakterin gerçeği olarak çıkarsa bundan zaman zaman seyirci de rahatsız olabiliyor. Bizim oyunda, oyunun henüz başında, daha oyuna ısınamadığı anda bir anlamda erken yakalandığı için ‘Ne oluyor, eyvahlar olsun,’ diyor. Bu girişin ardından oyunun beşinci, altıncı dakikasında ‘Dur! Bize başka bir şey anlatıyorlar galiba,’ deyip daha dikkatli bir şekilde izlemeye başlıyorlar. Aslında rahatsızlık diye nitelendirdikleri bu.
Zenne karakteri çalıştığı pavyonun bodrum katında, kendi yaşamak istediği dünyayı yaratıyor. Aslında bir yaşadığı gerçekliği var, bir de yaşamak istediği, yaratmak istediği… Bu sıkışmışlık- gerçeklikle yaratmaya çalıştığı şey arasında- Zenne’yi daha zor duruma sokan, daha farklı bir yere götüren bir durum değil midir?
Yarkın Ünsal: Kuşkusuz macerası ve hikayesi bu noktada başlıyor. Bambaşka bir hikayeyle başlatsaydık bambaşka bir hikayenin seyircisi olurduk. Bu diyalektik çok güzel özetliyor oyunu aslında. Çıkış ve çatışmanın doğduğu nokta burası. Aslında yaşamak zorunda kaldığı ve yaşamak istediği yer arasındaki uçurum neyse aslında bu ‘uçuruma varabiliyor muyuz, varamıyor muyuz’ un hikayesini seyirciyle paylaşmaya çalışıyoruz. Tabii ki bu sadece Zenne’nin hikayesi değil. Mekan belki de Zenne’nin alanları içinde geçiyor ama bu uçurum hikayesinin yanı sıra Nesime’nin uçurumlarla olan hikayesine tanık oluyoruz. Şahin’in gelip kendi uçurumlarını seyirciye gösterdiği sahnelere tanık oluyoruz. Aslında hepimizin ortak noktası buluşma noktası ama hayaller nerede, gerçek neresi dediğimiz yer belki de.
Oyun sırasında tek mekan kullanıldığını söyleyebilir miyiz?
Yarkın Ünsal: Aslında şöyle bir şaşırtma yapıyoruz. Evet, olayın tamamı bodrum katında geçiyor ama aynı zamanda bir müzikhol olduğu için Zenne’nin şovlarını seyrettiğimiz bir sahnesi de var. Dolayısıyla iç içe farklı mekanları uzantı olarak kullanıyoruz.
Belki klasik bir soru olacak ancak merak ettiğim unsurlardan biri. Bu oyun için bir araya gelme hikayeniz nedir?
Yarkın Ünsal: Aslında tesadüfi bir şey var. Sevtap’la Cansu bir önceki projede bir araya gelmişler. Ben ikisiyle de bu projede karşılaştım. Cansu’yla bir araya geldiğimde, daha ilk provadan bu işin sonunu görebildiğimizi söyleyebilirim. Gelip bir anda tekstleri elimize alıp- oku, teksti fırlat -orası öyle olmasın böyle olsun- anında bir dramaturji tartışması toplantısı- hemen devam et- yani birinci sahnenin hızı neyse aslında doğrudan çalışma hızımızda oydu.
Peki bu oyun için hazırlanma süreciniz nedir?
Cansu Fırıncı: Yarkın için farklı, benim için farklı baya.
Yarkın Ünsal: Ben danslarla başladım ilk önce. Bir ısmarlama projedir Zenne. Dolayısıyla böyle bir oyunun olasılığı noktasında ben risk almamak için haziranda kendimi ara ara Bo Sahne’nin stüdyolarına soktum. Böyle bir proje gelecek, vücudumuzun neresini oynatacağız, ne yapacağız ne edeceğiz gibi kaygılarla başladım. Sahne mi bu işin iddiası yoksa dans mı? Benim için yeni olan dans. Daha önceki tecrübelerimden sahneyi bildiğim için, yine bunun ukalalığını yapmak istemem ama, dans konusunda daha korkağım. Dolayısıyla erkenden girdim ben stüdyoya. Sonra proje netleşti, metin geldi, oyuncular belli oldu, provalara başladık. Daha sonra koreografımızla,Uğurcan Arıkan ile, beraber oyunun koreografileri ve seçtiğim zennenin tavrına göre bir çalışma yaptık. Dolayısıyla ben 5 ay dans çalışmalarındaydım ve son iki ayında da Sevtap ve Cansu ile bir araya geldim.
Cansu Fırıncı: Benim için hızlı oldu. Bana bir telefon geldi. Konuştuk, tekst geldi, teksti sevdim. Anlaştık ve bir buçuk, iki ay prova sürecinden sonra seyirci ile buluşmaya başladık.
‘Kırgın Çiçekler’ dizisinden sonra mı geldi teklif?
Cansu Fırıncı: Tabii dizi yayındaydı o sıra.
Oyun, Nilüfer Bıyıklı’nın hikayesinden mi oyunlaştırıldı?
Yarkın Ünsal: Aslında o bir fikir sadece. Nilüfer Hanımın bir zenne hikayesi düşünüyorum demesiyle başlayan bir süreç. Yazılı bir hikaye metni yoktu. Bir zenne hikayesi olsun ama nasıl olsun noktasında Serdar Saatman’la anlaşmaları sonucunda doğan bir hikayedir Son Zenne. Serdar Saatman da oyunun hem yazarı hem de yönetmeni.
Yarkın Bey sizin oyundaki performansınız için sosyal medyada ‘İnsan kendini oynasa böyle teklemeden oynayamaz.’’ denilmiş. 🙂
Yarkın Ünsal: Çok güzel gözlü, çok olumlu gözle bakan bir seyirci gözüyle yazılmış bir yorum bu. Haliyle bir hayli mutluluk verici.
Cansu Fırıncı: Kendini oynamak da dünyadaki en zor iştir.
Yarkın Ünsal: O yorumun altına düşmemek için çırpınıyoruz. 🙂
Çok kıymetli bir yorum gerçekten. İzlediğim film ve tiyatro sonrasında mutlaka eleştiri sitelerine bakma alışkanlığım var. Ancak sizin oyununuzla ilgili olumsuz bir eleştiri yok. Demek ki hissettirmek istediğinizi karşı tarafa aktarmışsınız. Oyunla ilgili verilen birkaç ipucu ile birlikte olaya dahil olduğunuz; oradaki öfkeyi, heyecanı, mutsuzluğu ya da gerilimi hissettiğiniz vurgulanmış. Bu güzel yorumların kolay elde edilemeyeceğini düşünüyorum.
Cansu Fırıncı: Biz sanki oyun izlemedik de bunlar karşımızda gerçekten olup bitti diyen seyircilerle karşılaştık. Bu da sahnedeki işin, insanları ne kadar etkisi altına aldığını gösterir.
Yarkın Ünsal: O noktada önemli olan şey, belki de yakalamaya çalıştığımız şey yani samimiyet. Ben oyuncunun kudretine şu noktada çok inanıyorum. Çok kötü bir tekst, çok kötü bir yönetmen, çok kötü bir ışık, çok kötü bir kostüm ne olursa olsun… Ama oyuncu eğer bir şeyi var edip inanabiliyorsa işte o zaman tüm bu kirliliği örtebiliyor ya da törpüleyebiliyor ama bu da asla diğer dalları kirletme gibi olmasın. Tabii ki bunların da dört dörtlük olduğu bir projenin içinde olduğumuzu düşünüyorum, o yüzden de şanslıyız. Metnin gücünden, yönetmenin gözünden, tasarımcının el becerisinden, müziklerimizin hele hele final müziğimizin tınısından, sesinden, sözünden, partnerlerimizden yana şanslı olduğumuz için dolayısıyla hepsinin birleştiği noktada samimiyeti çok daha rahat aktarabiliyoruz. Seyircilerden herhangi bir tavrımıza takılan olabilir, metnin bir yerini hazmedememiş biri olabilir, sözü ağır gelmiş olabilir. Ama biz o kadar inandırmaya çalışarak, en başta da kendimizi inandırmaya çalışarak oynadığımız için aslında oralara gelmiyoruz işte. Duygu kısmını da tatmin edebiliyoruz diye düşünüyorum.
Bir role hazırlanmayı tecrübe etmediğim için merak ettiğim bir unsuru sormak istiyorum. Uzun soluklu bir rol oynuyorsunuz. Oynadığınız karakterin özellikleri, sizin gerçek kişiliğinize etki ediyor mu?
Yarkın Ünsal: Ben oyunculuğun tamamıyla teknik bir mesele olduğunu düşünüyorum. Diğer kısmı bizi deliliğe götürür. Dolayısıyla sıradaki provalarımızı oyunlarımızı ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde devam ettiririz. Bu sadece teknik bir şeydir, bedeninizi sesinizi kullanmanızla alakalı bir şeydir. Zenne rolünde beni etkileyen tek şey, bu rolü oynadığım için vücudumdaki tüm tüyleri almak ve saçımı uzatmakla ilgiliydi, onun dışında başka hiçbir şekilde bana yapışamaz. Dolayısıyla bu teknik kısmı ayıramadığımız için aslında seyirciler de ne kadar iyi bir seyirci de olsa Cansu’ya direkt şu tepkileri veriyor: ‘Seni öldüreceğiz, döveceğiz!’ Şakayla karışık da olsa bu o kadar güzel bir done ki çünkü olduğu gibi kabul ediyoruz karakteri. Halbuki sahnede o bir roldü, başka bir kimlikti, başka bir dert anlattı. Çektiğimiz en büyük sıkıntı da bu kimlikleri ayrıştırmayı becerememiz. Hep aynı tutuyoruz, geçmişini de taşıyorsunuz, geleceğini de taşıyorsunuz. Öyle ki ben şu anda dört oyunda birden rol alıyorum, bunun iki tanesi çocuk müzikali. Düşünebiliyor musunuz bir zenne karakterinin çocuk müzikalinde ne yaptığını? Deliliğe doğru gideriz orada. Elbette sözünün, tavrının, yaşadığının bize dokunduğu yerler vardır. Kimi zaman ben karakterlerime bu çok ben gibi, öfkemi bu karaktere hediye ediyorum diyorum. Ben nasıl sinirleniyorsam belki ona hediye edebiliyorum. Belki oyundan sonra o karakterden bende kalan belki bir söz olabiliyor ama bağdaşması veya yapışması gibi bir durum söz konusu olamaz.
Cansu Fırıncı: Oynadığı rolün etkisinden çıkamayan oyuncu, yönteminin bir yerinde hata yapmıştır. Ya yanlış bir yöntem kullanmıştır ya da yöntemi doğru kullanamamıştır. İkisinde de bir hata yaptığı için psikolojik olarak büyük bir zarar görmüştür. Böyle oyuncu vakaları var. Bence bir oyuncunun, oynadığı oyundan etkilenmesi şöyle söz konusu olabilir. Ben Son Zenne gibi bir oyunda oynayıp da -eğer varsa- cinsiyetçi takıntılarımdan hala kurtulamadıysam orada da oyuncu olarak ben hata yapıyorum demektir. Bu oyunu oynamama rağmen birinin cinsel kimliği ile ilgili aşağılayıcı bir tutum ve tavır sergileyebiliyorsam orada bir şapkayı öne koyup düşünmek gerekir. Bence bu anlamda oyuncuyu etkilemeli tekst.
Türk seyircisini nasıl buluyorsunuz? Eleştirel boyutta ele alabilmek için yönelttiğim bir soru bu. Sizce eleştiren, sorgulayan bir tiyatro seyircisi mi var yoksa herhangi bir etkinlik gerçekleştirmek amacıyla tiyatroya gelen bir tiyatro izleyicisi mi?
Cansu Fırıncı: Türk tiyatrosunun içinden geçtiği dönemde kuramsal tartışmaları çok zengin de tiyatro insanları bugününe, geleceğine, kuramına dair çok sıkı entelektüel tartışmalar yapıyor da seyirciden mi bekleniyor; işte ben o konuda açıkçası kararsızım. Bence son dönemde ülkenin içinde bulunduğu duruma nazaran iyi bir tiyatro seyircisi var nicel anlamda. Özel tiyatrolarının da koşullarının çok ağır olmasına rağmen oyunlar seyirciyle büyük oranda buluşuyor. Ama gelen seyircinin kalıp oyun üzerinde tartıştığını oranlarsak düşük. Oyunla ilgili size geri besleme veren, eleştiri ileten, oyunu sizinle tartışan seyirci sayısı bir sezonda bir elin parmağını geçmez işin açıkçası. Ama bunun nedenleri üzerine oturup kafa yormak lazım. Bunun kanalları açık mı da olmuyor bu. Yoksa biz buradayız gelsin tartışırız demek bir şey değil. Sonuçta bunun kanallarının açık olması lazım. Böyle bir mekanizmanın olmadığını düşünüyorum.
Yarkın Ünsal: Ben de Cansu’ya katılıyorum, sayısal olarak bir kitlenin var olduğunun ben de farkındayım. İzmir’i de az çok bildiğim için söyleyebilirim. İzmir’de özel tiyatro çok az. Yılladır mücadele eden ekipler var, şehir tiyatrosu yok. Devlet tiyatrosu sahnesi bir tane. Baktığınız zaman dolu mu dolu ama yeterli mi? Seyirci sayısı koltuğunuzla mı doğru orantılı yoksa üzerine konuşabildiğimiz, kafalarca mı orantılı? İşte bu yeni bir tartışma konusu. Ama kaybettiğimiz her seyirci için kurum tiyatrolarının da özel tiyatroların da dönüp dönüp kendilerine bakmaları gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kimi zaman özellikle küçük özel tiyatroların tek atımlık kurşunları var. Bu tek atımlık kurşun, aslında hepimizi ilgilendiriyor. Benim seyircim bana geldiği zaman diğer tiyatrolara da gidebilmeli. Dolayısıyla samimi ve iyi bir iş yapmak gerekiyor. Sana gelenleri sen aynı samimiyetle, aynı titizlikle karşılamazsan, kucaklamazsan benimkini de kaçırmış olursun. Biz aynı pastanın dilimini yiyoruz çünkü. Bizim seyircimiz ayrı, sizin seyirciniz ayrı gibi bir şey yok. Aslında ulaşmaya çalıştığımız kitle ‘herkes’. Kimi zaman konu gereği hedef kitle değişebiliyor. Bazen çocuklar, bazen erkekler, bazen kadınlar… Esasta istediğimiz şey şu: Akıllarında gitmek bile yokken gitsek mi diyen bir genel izleyici.
Ankara’da büyüdüğüm için Ankara’yı çok başarılı buluyordum. Şu anda Bursa’da potansiyel bir izleyici kitlesi var ancak yıllar önce Bursa’daki ilk yıllarımda çok zorlandım çünkü buradaki insanların aklına tiyatro neredeyse gelmiyordu.
Yarkın Ünsal: Bazı alışkanlıkların bir yerlerden doğması lazım. Biz bu işin çok içindeyiz, yıllardır düşünüp neden gelmiyorlar diye hayıflanabiliriz ama düşünüyorum hiç gitmediysen böyle bir lezzeti tatmadıysan gitmek aklına gelir mi? Futbolu sevmiyorum, takip etmiyorum ama bir arkadaşım beni tutup bir maça götürse, canlı canlı seyretsem oradaki ruhtan etkilenip bir daha gitmek isteyebilir miyim? Bence aslında aynı. Ama tabii ki televizyonlarda, gündelik yaşamda, sporun içinde sadece futbol o kadar ön plandaki herkes bir yerinden bulaşabiliyor. Reklam gibi düşünün.
Cansu Fırıncı: Ben burada çok net şunu söyleyebilirim. Atatürk Kültür Merkezi gibi bir tarihi doku çürümeye terk edilirken bugün tiyatroya gelen her insanın bir direnişi vardır aslında çünkü gelmesinler diye her şey yapılıyor. Özel tiyatroya Türkiye’de devletin yaptığı destek, destek tanımı içine girebilecek bir şey değil. Dolayısıyla bugün izlenen sanat politikasında alışveriş merkezlerinin içine tiyatroları hapsedip orada tamamen bir eğlencelik unsur haline dönüştürülmesi söz konusu. Ver parayı eğlen çık, çıkmışken de alışveriş yap ya da girmeden alışveriş yap mantığı içine sığdırılmaya çalışıldığı için bugün insanlar bu tutuma rağmen tiyatroya geliyor.
Özel tiyatro ve devlet tiyatrosu bazında konuştuğumuz için soruyorum. Devlet tiyatrolarında sadece yerli oyunların oynanmasına bakış açınız nedir?
Yarkın Ünsal: O yüzden ben diyorum ki özel tiyatrolar en özgür tiyatrolardır. Çünkü zaten büyük bir yoklukla, tanıtımından sahne kirasına, dekor giderine kadar bütün bunlarla mücadele ediyor. Ben devlet tiyatrosunda da şehir tiyatrosunda da olmadığım için, özel tiyatronun oyuncusu olduğum için kendimi açıkçası bu dönemde şanslı hissediyorum. Bir devlet tiyatrosu oyuncusu, bir şehir tiyatrosu oyuncusu kesinlikle olmak isterdim. Ama bu noktada değil. Çünkü en rahat bağırabildiğimiz yer özel tiyatro sahneleri.
Cansu Fırıncı: Tiyatro özel bir alan. Shakespeare bu ülkede yaşayanlardan daha vatandaş olabilir zaman zaman bize. Bizim iyiliğimizi düşündüğünü söyleyip bizi yönetenlerden daha samimi ve daha yakın olabilir bize. Dolayısıyla Shakespeare her ülkenin vatandaşıdır ve millidir. Tiyatroda Brecth size bazen sizin dilinizle konuşan, sizin dilinizle yazan insanlardan daha yakın, daha dost, daha dayanışmacı olabilir. Dolayısıyla bu söylemin kendisi saçmalıktır zaten. Devlet tiyatroları bugün bu durumda, yarın başka bir durumda olabilir. Bunun sebepleri elbette var. Biraz tarih okuması bilen herkes bunun sebeplerini ortaya çıkaracaktır. Ancak bu böyle gidecek demek değil. Yarın bir gün devlet tiyatrosu da kendi aydınlanmasını yaşayabilir.
Bo Sahne’ye gelirsek. Orada bu sezon da Son Zenne oynayacak. Bunun yanında ‘Bo Sahne’de veya başka bir yerde ortaya koymak istediğiniz, kesinlikle ben böyle bir rolde oynamak istiyorum dediğiniz bir rol var mı?
Yarkın Ünsal: Yeni başlayacağım bir proje var. Tiyatro Oyun Kutusu prodüksüyonu olarak çıkacak. ‘Çarpıntı 2047’ diye bir projemiz var. Bu projenin aslında benim belki de son beş yıldır acaba ne istiyorum, mesleğimi kullanarak acaba ne söylemeye çalışıyorum sorusunun yanıtını bulduğum bir proje olduğunu söyleyebilirim. Bir distopya hikayesi. Acaba 2047’de neyiz, nerdeyiz ve nasıl olacağız hikayesi. Tabii ki birilerinin yaşadığı dertler üzerinden anlatacağımız bir proje. İşte bu proje aracılığıyla seyirciyle buluşmayı dört gözle bekliyorum.
Cansu Fırıncı: Ben tek kişilik bir oyun oynamak istiyorum. Çok sevdiğim bir oyun yazarı arkadaşım var. Bakınıyoruz, bir şeyler yazıyoruz.
Yarkın Ünsal: Rayına girince duramayanlardanız biz. Son Zenne yolculuğuna devam ediyor. Arta kalan zamanlarda da tiyatro sevdamız, üretkenliğimiz devam ediyor.
*Arsız Sanat ekibinden ‘Tiyatro Arsız’ı Son Zenne ekibine sevgilerle…
Edebiyat öğretmeni olmanın yanında çocukluk hayalinin peşinden emin adımlarla ilerliyor. Kendi platformunu oluşturarak dostlarını bir araya topladı. Dostlarıyla sanatın her alanında üretim yapıyor ve inatla yapmaya devam edecek. Saplantılı edebiyat takipçisi. Kimi zaman Kafka’nın böceğinin peşinde, kimi zaman Slyvia Plath’in kafasını soktuğu fırının içinde. Kimi zaman Dostoyevski’nin yarattığı ‘Öteki’ ile ilgileniyor.