“…Ben de sizin kadar değerliyim. Alçak gönüllülüğü bir yana bırakırsak; sizden daha değerliyim! Üstün insan, görevini yapan insandır…”
Eugene Ionesco, Gergedanlar.
Bir duygu, düşünce, savunu, itiraz yahut adı her ne ise, estetik ölçütlerle biçimlendiği vakit “sanat yapıtı” ya da “sanat eseri” hâlini alır. Bu yapıtın yegâne mesuliyeti de icracısına aittir. Eserinin derdini tam anlamıyla dile getirip getiremediği, yolculuğu, ifade biçimi ve tercihleri gibi konuların tek odağı artık sanatçıdır. Dolayısıyla bu doğrultuda düşünüldüğünde her sanat yapıtı, icracısının bağlı olduğu estetik ölçütler nezdinde özgündür. Elbette bu durumda her sanat yapıtını kendi içinde, sanatçının kendi estetik tercihleri üzerinden değerlendirmek gerekir. Bir Picasso tablosu bir Dali tablosu ile mukayese edilemeyeceği gibi; bir Beethoven sonatı da bir Bach konçertosu ile, bir Brecht epikliği de bir Ionesco absürtlüğü ile mukayese edilemez. Bu minvalde gösterilecek çaba bütünüyle abesle iştigal etmek olacaktır.
İnsanlık gezegende geride bıraktığı her yeni yılla birlikte yeni varoluş sancıları türetiyor. Aslında gitgide şımaran bir insanlık görüyorum. Toplum algısı ve zekâsı, etkileşim ve iletişim biçimlerimiz o kadar farklı bir hâl aldı ki, dünya adeta kocaman bir vitrin ve bizler de o vitrindeki en ışıltılı, en yıldızı parlayan, en isminin önüne sonuna sıfatlar eklenesi figürler olmaya çabalıyoruz. Kartvizitler, meslekler, diplomalar, yüksek diplomalar, daha yüksek diplomalar, unvanlar, sıfatlar, boylar, kilolar, beğeniler, takipçiler, daha fazla beğeniler, hep beğeniler, çok beğeniler, en beğeniler…
Kuşkusuz toplumdaki her bireyin bir diğerine karşı +1 vasıf peşinde koşmasının sanata da izdüşümleri olması kaçınılmaz. İşte bu noktada yaratıcının (bu bilim yahut sanat her ne olursa) “onanma”, “takdir” ve “tebrik” ihtiyacının “öne çıkma” dürtüsüyle tetiklenmiş bir mekanizma karşılıyor bizi: Ödül!
Ödül kavramının esasen, biraz dikkatli incelenirse, çağlar boyunca bir itaat olumlaması olarak kullanıldığı görülebiliyor. Örneğin; Antik Roma’da gladyatör savaşıyor, rakibini yeniyor ve sahibi o gün onu “yıkanabilmek” ve “güzel yemekler yiyebilmek” ile ödüllendiriyor. Yahut günümüzde köpeğiniz size bir pati veriyor ve karşılığında ödül kurabiyesi kazanıyor. Siz ise aslında köpeğinizin koşullu olarak yönlendirilmiş bu davranışını günlük sempati ihtiyacınızın giderilmesi olarak görüyor ve köpeğinizi ödüllendiriyorsunuz.
Yani şöyle yüzeysel olarak dahi incelediğimizde ödül kavramının altında daha etimolojik olarak bazı hastalıklı güdülerin yattığını görmek mümkün. Oysa sanat bu gibi habis duygulardan alabildiğine uzaktır. Sanat yahut sanatçı estetik hazza erişirken kötücül duygulardan arınır, tinsel bir hoşluk içerisinde ideasını/yapıtını vücuda getirir. Dolayısıyla bu denli sofistike bir süreçten geçen sanat/sanatçı bir başka yapıt yahut icracıyla karşılaştırılamaz, yarıştırılamaz ve biri diğerine kaybettirilemez. Sanat doğası gereği ödüle konu olabilecek, rekabet, yarış, hırs, zafer, yenilgi gibi aşırılığı insanı felakete sürükleyecek duyguların esaretinde barınamaz. Bunlar ancak sanatçı için bir çıkış noktası, bir esin, bir konu odağı olabilir.
Gelgelelim, ülkemizde sanatın hemen hemen her dalına yönelik yarışmalar, ödül mekanizmaları var. Üstelik bu aristokrat maratonun çoğu yeni sanatçıların “teşvik” edilmesi adı altında geçiyor. Takip edecek olursanız bir takvim yılı içerisinde sadece sanat disiplinlerini içeren yüzlerce yarışmaya rastlayabilirsiniz. Bu yarışmalar bazen bir sivil toplum kuruluşu (dernek, vakıf gibi), bazen bir yerel yönetim, bazen de doğrudan bir sanat kurumu tarafından düzenleniyor. Ki bu bana her zaman daha da ironik gelmiştir. Sanatçı, eseriyle bir rekabet ortamına sokulup yarıştırılamaz. Her eserin ortaya çıkış öyküsü farklıdır ve o esere o kimliği kazandıran en önemli şey de ortaya çıkarıldığı koşullardır. Bu koşullar kişiden kişiye elbette farklılık göstereceğinden aynı potada değerlendirilmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Her bir yapıt bu yönüyle kendi ortaya çıkış koşulları içerisinde değerlidir, biriciktir. Yapıtın değerini bulması kendilerini otorite olarak ortaya koymuş birtakım kimselerin (jüri) onanmasından geçmemelidir. Bu yaklaşım birini ödüllendirmek değil diğerlerini ödülsüzleştirmektir. Ki bu da sanatın varoluş amacına tümden aykırıdır.
Sanatta otorite sayılmak/ustalık gibi kavramlara da daha sonra başka bir yazı başlığı altında değineceğim. Fakat şunu söylemeden de geçebileceğimi sanmıyorum; bu bir arz talep meselesi. Yani sanat erbapları eserlerini birer kıyas konusu yapmaktan biraz imtina edebilirseler, bu tarz lobiler yaşamasına ihtimal vermiyorum. Bu gibi irili ufaklı seçici kurullar sanat yapıtlarının kendi beğenilerine sunulmasından beslenir. Sunum olmazsa bu tarz oluşumların meşruiyeti de kalmaz. Kimse dahili olmadığı bir üretim sürecini takdir edecek haddi kendinde göremez. Elbette şunu da unutmamak gerekir, biraz evvel teşvikten söz ederken aslında ortaya koyulan, vaat edilen; genellikle bir prestijden çok ödülün maddi karşılığıdır. Bahsi geçen yarışmaların hemen hemen hepsi dereceye “layık” bulduğu esere bir para ödülü takdim eder. Maalesef sanatçıları eserlerini bir seçki konusu hâline getirten zaruret de budur. Eh ülkemizde kurum sanatçılığı dışında, serbest statüde çalışan sanatçıların yaşam koşullarını göz önünde bulundurursak bu teşvike talip olmalarını elbette eleştiremiyorum. Bunun yanında eserin tanıtımı ve bilinirliğinin artmasına yönelik birtakım vaatler sunan seçici kurullar da yok değil. Fakat zaten burada eleştiriye konu olan şey, sanatçının bu teşviklere meyletmesinden çok sanat yapıtlarının bu denli sübjektif bir değerlendirmeye sokulup çemberin dışında kalan yapıtların itibarsızlaştırılmasıdır.
Bir sanatçı olarak, kişisel görüşüm, ödüllere inanmıyorum. Bu arada bunu farklı disiplinlerde birkaç kez ödül almış birisi olarak söylüyorum. O ödüllerin büstleri şu an kayıp. Çünkü mesleğimi yaparken yıllar geçtikçe evimin şu köşesine alacağım ödülleri koyabileceğim ışıltılı bir vitrinim olur diye düşünmedim hiç. Aldığım ödülleri de bir ödül olarak değil, bir tebrik aracı olarak kabul ettim. Fakat bu iş haddini aşalı epey oldu. Artık ödüllere inanmadığım gibi seçkilerde adil bir değerlendirmede bulunulduğuna da inanmıyorum. Çok “prestijli” bir tiyatro ödülü için dönemin jüri başkanından duyduğum bir söz “…filancaya verdik ödülü. Pek bir şey yapmadı ama hiç almamış hayatında, bi kerecik de o alsın ne olmuş.” Bu sizlere kısacık hayatımda edindiğim tecrübemden, yüzlerce örnekten biri. “Yeni yazarlar arıyoruz” adı altında açılan yarışmalar gördüm kazananların çoğu “yeni yazar” değildi. Konunun bu tarafları herkesin meslek ahlakı ile ilintili olduğundan daha fazla detaylandırmak istemiyorum. Ödül mekanizmasının yurdumuzda bir lobi faaliyetine dönüşmüş ve körler sağırlar birbirini ağırlar deyimine hizmet etmesi bir yana; bunun tek çözümü yineleyerek söylüyorum: Sanatçının eserini seçki konusu yapmamasıdır. Bununla birlikte eğer yapıtınızın belli normlarda bir sanat eseri niteliği taşıdığına kesin kanaat getiriyorsanız, kuşkunuz olmasın. Mutlaka yıldızının parladığı bir an olacaktır.
Bunu şimdiden kendi namıma başlatmış oluyorum. Son birkaç yıldır hiçbir üretimimi böyle beyhude formalitelerin bir parçası kılmıyorum. Kimseye o hakkı vermiyorum. Ve bir sanatçı olarak kimsenin vicdani hükmünden uzak onamasını da kabul etmiyor, geçmiş ve gelecekte verilecek tüm ödülleri herkes adına reddediyorum!
En büyük ödül gözlerinizin içine bakılarak samimiyetle edilmiş iki kelimedir: “Tebrik ederim!”
Bu benim Arsız Sanat’taki ilk arsızlığım. Herkese merhaba.
Uğraşan biriyim. Kendimi tek bir kelime ile tanımlayacak olsam bu olurdu herhalde. Kendimle, çevremle, işimle, aklımla, hayalimle, dünya ile, gökyüzüyle devamlı bir uğraş içerisinde buluyorum kendimi. Mutlak bir şeyleri daha iyi bulabilmek uğruna kavga verirken rastlıyorum kendime devamlı. Uğraşıyorum işte… Daha fazla okumaya, daha fazla birikmeye, anlamaya, anlatmaya, anlatamadıkça yazmaya; uğraşıyorum…