Etrafımıza yaydığımız enerjinin gücüne inandığım günlerdeyim. Anne olacağımı öğrendiğim günden beri çocuk edebiyatı ile yeniden hemhal olmak benim için yeni bir yolculuğa dönüştü. Bu yolculukta bu kadar güzel insanla buluşacağımı hayal bile etmemiştim. Gülhan Avşar’la da tanışmamız da bu yolculuğun büyük sürprizlerinden oldu.

Aydan Çağ Aydın Hanım’ın anneler ve bebekler için kurduğu gruplardan Bebeğimle Okuyorum‘da Özge Sarıot Ertürk Hanım bu kitapları paylaştı. İsmi çok dikkat çekiciydi: Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Eğitimi.

Kitapları okumadan ( çok da tercih ettiğim bir şey değildir ancak kitapların ismi beni çok heyecanlandırdı) üzerine röportaj yapmak istediğimi söyledim. Özge Hanım, Gülhan Hanım’la buluşmamı sağladı ve bugün büyük bir mutlulukla sizlerle paylaşacağım röportaj ortaya çıktı.

Yaş aldıkça Gülhan Hanım’ın naifliğini ve zarafetini de bu röportaj için verdiği emeği de kelimelerinin gücünü de sevgiyle, mutlulukla anacağım. Ve bu röportaj benim için her zaman herkesle paylaşmaktan gurur duyacağım, kalbimde özel bir yere sahip olacak.

Keyifle okumanız dileğiyle.

Öykülerle Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Eğitimi adı altında okurlarınız sizin üç kitabınızla buluştu. Bu seri hakkında konuşarak başlayalım istiyorum. Bu seride kaç kitap yayımlanacak?

Bu seride kaç kitap yayımlanacağına dair net bilgi veremesem de şimdilik; 3-7 yaş arası çocuklarımız için Rengarenk, Ev İşi Kimin İşi ve Büyüyünce Ne Olsam adlı üç kitaptan oluşan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Eğitimi serisi haziran ayında okurlarla buluştu. Serinin devamı için çalışmalarım devam etmektedir.

Serinin adı çok dikkat çekici. Öykülerle Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Eğitimi ile hedeflediğiniz nedir?

Toplumsal cinsiyet kısaca; toplumun kurallarına göre kadın ve erkeğin uyması gereken davranış örüntüleridir. Sayıca eşit olan her iki cinsiyet için eşit bir toplumun ön koşulunun toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamakla başlayacağını düşünerek ve bunun temelinin de çocuklukta atılması gerektiğine olan inancımla bu konuda elimden geleni yapmaya çalıştım. Bu projeyle birlikte 100’den fazla çocuk kitabını inceledim. Çalıştığım kitaplar arasında; öykülerle davranış eğitimi, değerler eğitimi, sosyal beceri eğitimi, öykülerle duygusal zekâ eğitimi vb. isimler altında seriler bulunsa da ne yazık ki toplumsal cinsiyet eşitliğine dair hiçbir kavram ya da hikâyeyle karşılaşmadım. Çocukluk döneminin sağlıklı bir kişilik geliştirmede, kendisine ve topluma yararlı bireyler olacak şekilde yaşam becerileri ile donatılmasında, farkındalık geliştirmesinde ve birtakım değerleri kazanmasında kritik bir eşik olduğunun bilincinde olan ve 15 yıldır toplumsal cinsiyet eşitliği ile kadına ve çocuğa yönelik şiddet alanında çalışan bir sosyolog ve aile danışmanı olarak bu konunun sorumluluğunu hissederek hareket ettim. Ve aldığım dönütlerden de çok mutluyum.

Bu seride “uzman onaylı” ibaresini görmek beni hem şaşırttı hem de mutlu etti. Seriye uzman Psikolojik Danışman Banu Tuncer, Çocuk Gelişimi ve Anaokulu Öğretmeni Seyhat Sağ Ergen, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Uzmanı Işıl Sezer danışmanlık yapıyor. Bu ekiple bir araya gelip çalışma hikâyenizi de dinlemek isterim.

Toplumsal cinsiyet eşitliği alanında uzun yıllardır çalışmalar yapsam da ve her ne kadar dramatik yazarlık eğitimi alsam da çocuk edebiyatına dair alan bilgim çocuklarıma okuduğum/okuduğumuz kitaplar kadardı. Bu projeyi gerçekleştirmeden önce ebeveynlerin ‘’uzman onaylı’’ kitaplara daha yoğun ilgi gösterdiğine şahit olduğum için ve beni objektif değerlendireceklerini düşünüp herhangi bir yanlış yapma konusundaki tedirginliğimden dolayı alana uzun yıllarını vermiş, çocuklarla birebir çalışmalar yürüten danışman grubundan destek almak, onların fikirleriyle, beni sürekli motive eden sözleriyle bu kitabı harmanlamak çok kıymetli oldu. Buradan bütün danışmanlarıma teşekkür ederim.

Bir sosyolog olarak yolu sığınma evine düşmüş kadınların hikâyesini Vaveyla’da dile getiriyorsunuz, Öykülerle Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Eğitimi serisi ile de iş bölümü, cinsiyet ayrımı konularının farkındalığına değiniyorsunuz. Bu noktada sizi yazar olmaya iten, hayatınızda çocuk edebiyatına da yer açma nedeninizi merak ediyorum doğrusu. Bir sosyolog olarak çocuk edebiyatına dair eserler üretmenin sizin için anlamı nedir?

On hikâyeden oluşan  Vaveyla -Yolu Kadın Siginmaevinden Geçenlerin Öyküsü- adlı ilk kitabımı; şiddete maruz bırakılan kadınların yalnız olmadıklarını hissettirmek, destek alabilecekleri başvuru mekanizmalarını hatırlatmak ve bu merkezlerin işleyişini anlatmak, kısacası şiddete maruz kalan kadınlara ve alanda yeni çalışmaya başlayan arkadaşlarıma rehberlik etmesi için yazdım. Toplumda şiddeti önlemenin ön koşulu, cinsiyete dair ayrımcılığı azaltıp toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaktır. Buradan hareketle, çocuk edebiyatında toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine yazılan eserlerin ülkemizde çok nadir olduğunu gözlemlemem ve bunu birebir çocuğumun yaşadığı olumsuz bir deneyimle fark etmem üzerine bu konuya eğilmeye, kendimce çözüm üretmeye karar verdim. Toplumsal cinsiyet eşitliği serisi ile çocuklarda; sorumluluk, cinsiyet eşitliği, empati, dayanışma, iş birliği, farklı fikirlere saygı, adalet vd. olumlu duygu ve evrensel değerlerin açığa çıkarılmasını amaçladım.

Röportaj yaptığım bütün çocuk edebiyatı yazarlarına sormayı görev edindiğim bir sorum var. Sosyolojik bakış açınızı ve yazar olarak cevabınızı oldukça önemsiyorum. Baskının giderek arttığı, özgür düşünce ortamının bertaraf edildiği, eğitim sistemi ve hemen ardından iş dünyasında itaat eden bireylerin yetiştirilmeye çalışıldığı günümüz Türkiye’sinde çocuk edebiyatı yazarlarının sorumlulukları üzerine ne söylemek istersiniz?

Açıkçası bu konuda görüş bildirecek yeterliliğe sahip miyim bilmiyorum ama biz yetişkinler nasıl okuduğumuz kitaplardaki karakterlerle hayatımızı, umutlarımızı, hayat/hayal kırıklarımızı vs. özdeşleştiriyorsak ve bazen ilham alıp oradan yolumuzu aydınlatıyorsak bunun çocuklar için de geçerli olduğu kanaatindeyim. Çocuk alanında eser yazmak kolay gibi görünse de bence çok zor. Rahmetli Muzaffer İZGÜ’nün ifadesiyle “Bir çocuk yazarının geriye dönüp ‘özür dilerim’ deme hakkı yoktur”.  Bu noktada; çocuğun yaşına uygun içeriğin önemle ve özenle seçilmesi gerekir. Yine yaşına uygun bir dille onlarda farkındalık yaratacak, evrensel değerleri ön plana çıkaracak, eleştirel düşünme becerilerini artıracak, kısacası çocuklarda olumlu duygu, düşünce ve değerleri ön plana çıkaracak eserlerin onların duygusal gelişimine katkı sağlayacağını düşünüyorum.

Serinin ilk kitabı Rengarenk’te Aras ile henüz yeni tanışıyorken o da ne! Kahvaltı hazırlayan bir baba ile de tanışıyoruz. Halbuki toplum “yardım eden” babaları parlatmayı, kadınların da koşulsuz şartsız kendini çocukları, eşi, evi için feda etmesini tercih ediyor. Gelenekçi ve cinsiyetçi aile yapımızı değiştirip ortaklaşa bir yaşam kurabilmemizin yolu nedir?

Toplumumuzdaki çoğunluğa göre; kadın, birey olarak değil de aile içinde korunması gereken, güçsüz, ikinci sınıf, erkekten daha aşağı konumdadır. Kadın genelde evinin hanımı, çocuklarının anası, ev işlerinden sorumlu kişidir. Erkek çalışmasa, evin bütçesine katkı sağlayan kişi kadın olsa dahi evi geçindiren “aile reisi”, söz sahibi ve iktidar simgesi olarak karşımıza çıkar. Toplumsal cinsiyet kalıplarına göre kadınların ev işlerinde becerikli, fedakâr, çocuklarına, eşine bakan, evi, aileyi idare eden, itaatkâr, yaşlısına/hastasına bakan vb. olması gerekirken erkeklerin; cesur, akıllı, para işlerini halleden, güçlü, sert, lider, evi geçindiren, sözünü geçiren, otoriter, ev işlerinden anlamayan vb. olması gerekir. Bunlar, bize dayatılan toplumsal cinsiyet özelliklerdir. Toplumsal cinsiyet eşitliği en basit tanımıyla kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olması, imkânlardan eşit şekilde yararlanmasıdır. Fakat kadınlar toplumsal cinsiyet eşitsizliğini; ailede, okulda, işte, sağlıkta, evliliklerinde, siyasal mercide, karar alma mekanizmalarında, sosyal hayatlarında, sivil toplum örgütlenmelerinde, kısacası her yerde eşitsiz konumda olduklarını hissetmektedir. Ataerkil, kadın üzerinde tahakküm kuran ayrımcı geleneksel aile yapımızın evrilmesi toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasıyla mümkündür. Bunun birçok yolu olmasıyla birlikte, en başta; okul öncesi çocuklardan başlamak üzere, ebeveynlere, ilk ve orta kademede öğrenim gören öğrencilere varana kadar toplumun her üyesine cinsiyet eşitliği eğitimi verilmeli, bu konuda farkındalık yaratacak yayınlar yapılmalı, kamu spotları hazırlanmalı, toplumsal cinsiyet eşitliği dersi zorunlu hâle getirilmelidir.

Yine Rengarenk’te Aras’ın 23 Nisan gösterisi için seçilen kıyafete itirazını görüyoruz. Aslında arkadaşları dalga geçmese pembe papyon takmaya belki de hiç takılmayacak. Aras’ın ailesinin de yaklaşımı renklerin cinsiyetinin olmayacağı yönünde ama sizin evde öğrettikleriniz bazen toplumda geçerliliğini koruyamıyor. Çocuk evdeki düşüncenin etkisinden sıyrılıp akranlarının düşüncesine odaklanabiliyor. Evde sağlayabildiğimiz eşitlikçi yaklaşımı, toplumsal normlarda büyütülmüş akran fikirlerinden nasıl koruyup devamlılık sağlayabileceğiz? Neticede bu durum da akran şiddetine mahal verebiliyor.

Bu seriyi hazırlamamda oğlumun yaşadığı deneyim hikâyeme ilham vermiştir. Her ne kadar toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı çocuk yetiştirmeye çalışsanız, renklerin cinsiyetinin olmadığını söyleseniz de maalesef o kadar baskın bir toplumla karşı karşıyayız ki daha 7 – 8 yaşındaki çocuklar bile bunu görüp içselleştirmiş durumdadır. Bu döngüyü kırmak uzun zaman alacakmış gibi görünse de bizlerin her fırsatta doğruyu, olması gerekeni, eşitliği, her türlü ayrımcılıkla mücadeleyi anlatmamız gerektiği fikrindeyim.

Akran zorbalığı için bir parantez açmışken bir soru yöneltmek istiyorum size. Üç kitabınızın da olay örgüsünde sevgi dolu çocuklar ile karşılaşıyoruz ama belli ki çevresel faktörlerden etkileniyorlar. Akran zorbalığı, maalesef toplumumuzda hastalık gibi yayılan şiddetin ilk adımları. Belki de çocukluktan başlayan bu süreç için neler yapabilir, şiddeti nasıl yok edebiliriz?

Akran zorbalığı maalesef alanda en çok karşılaştığımız sorunlardan biri. Akran zorbalığında zorba ve mağdur olduğu gibi bir de seyirci grubu vardır. Akran zorbalığını önlemek için mağdurun ailesi zorbayı etiketlememeli, okul-aile-öğretmen iş birliği yapılmalıdır. Ailelerin zorbaya ve mağdur çocuğa şiddet uygulamaması gerekir. Mağdur çocuğun duygularının anlaşılması önemli konulardan biriridir. Mağdur çocuğa en başta aşılanması gereken düşünce; bu eylemde onun bir suçu olmadığının anlatılmasıdır. Yapılan zorbalık konusunda okul yönetimine bilgi verilmesi gerekir. Okul ortamında şiddet durumu analiz edilip yönetimin ve öğretmenlerin zorbalığı önleme ve başetme stratejilerini geliştirmesi gerekir. Okulun rehbelik servisinin de bu noktada harekete geçirilmesi,,bu konularda eğitim vermesi çok önemlidir. Ayrıca en önemli noktalardan biri de öğretmenlerin, okul yönetiminin ve ailelerin şiddet modeli olmaması ve yapılan zorbalığı görmezden gelmemesi gerekir.

Serinin ikinci kitabı Ev İşi KİMİN İşi? Aras ve kuzeni Umut’un yarı yıl tatilinde büyükannelerinde kalmalarıyla elde ettiği güzel bir tecrübeyi konu ediniyor. Büyükanne ve dede iş bölümünü önemseyerek ev işlerini yaparken Aras ve Umut’un “kız işleri olması” sebebiyle bu işleri yapmaya itiraz ettiklerini görüyoruz. Büyükanne akıllıca bir çözümü ile oyun oynayarak Aras ve Umut’u sürece dâhil ediyor ve çocuklar bu süreçten aslında ne kadar keyif aldıklarını fark ediyor. Çocuğun gelişimine etkisinde oyunun rolü üzerine ne söylemek istersiniz?

Oyunun çocuğun duygusal gelişimine katkı sağladığı önemli bir gerçek. Bu konuda yazılmış binlerce makale var. Çocuklar oyun oynayarak hayal dünyasını ortaya koyar, hayatı keşfeder, duygularını ve ihtiyaçlarını ifade eder, öğrenir, farkındalık geliştirir. Bazen de oyunla başından geçen olumsuz deneyimleri sergiler.

Serinin üçüncü kitabı Büyüyünce Ne Olsam? olmak istediklerimize dair güzel bir hikâye sunuyor bize. Kitabın kahramanlarından Aras, Umut, Ozan ve Demir büyüyünce süper kahraman olmak istediklerini söylüyor. Aras ve Ozan’ın annesi de canlılara yardım ederek, iyilik yaparak, dürüst davranarak birilerinin süper kahramanı olabileceğinin altını çiziyor. Toplumsal olarak da büyük dönüşümler yaşıyoruz. Kedi tekmeleyen çocuklar görüyoruz, ağacı, gökyüzünü görmeden büyüyen çocuklara tanıklık ediyoruz. Bunca betonlaşırken, hayvanlara yaşam alanı bırakmazken, evlerimize aldığımız canlıları kolaylıkla terk eden bir özellik sergilerken, kadına, çocuğa, hayvana, sağlık çalışanına şiddetin normalleştirilmeye çalışıldığı günümüzde başka canlılara da yaşam hakkı üzerine ne söylemek istersiniz?

Bu dünyanın sadece biz insanlara ait olmadığını, doğanın hayvanlardan ağaçlara kadar nefes aldığını, onların yaşam alanlarını bozmadan ve onlara karşı sorumlu olduğumuzu her fırsatta belirtip ve bu konuda kendimiz de model olarak, farklılıklara saygı kavramının üzerinde durup çevre bilincini aşılamamız gerekir. Çocuklar biz yetişkinleri model alarak davranışlarını sergiler. Bu bağlamda şiddet öğrenilen bir kavramdır. Ebeveynlerin pekiştirmesi ile biçimlenen saldırgan davranışlar, daha sonra çevre tarafından pekiştirilerek bir davranış biçimine dönüşebilir. Şiddete maruz bırakılan ya da ev içi şiddete tanık olan çocuklar, sorunları/çatışmayı çözme biçimi olarak şiddete meyilli olabilirler.

Peki çocuklar neden doktor, mühendis, avukat, öğretmen olmak dışında bir meslek söylediğinde desteklenmez? Büyüyünce Ne Olsam? kitabınızdaki İmge şoför, öğretmen, elektrik mühendisi ya da elektrik tamircisi olmak istediğindediğerlerinin tercihlerine gülmesi gibi bir başka çocuk tiyatro sanatçısı olmak istediğinde de gerçek bir mesleğin olsun tiyatroyu hobi olarak yaparsın tepkisi ile karşılaşıyor genellikle. Çocukların kendi benliklerini keşfedip bunlara özgü bir meslekle buluşması için sizce bakış açımızda neyi değiştirmemiz gerekiyor?

Meslek seçimlerinde de toplumsal cinsiyet rollerine uygun ayrım yapıldığını görürüz. Örneğin kadınlar ev içi sorumluluklarının ve bakım işlerinin uzantısı olduğu düşünülen meslek gruplarında yoğunlaşmışlardır. Mesela öğretmenlik, yaşlı bakım elemanı, çocuk bakıcısı, temizlik görevlisi, sekreter, hemşire, tekstil, mutfak görevlisi, makyaj uzmanı vs. Ayrıca toplumun garantici yaklaşımıyla ekonomik anlamda zorluk çekmeyeceğini düşündüğünü belli mesleklerde yoğunlaşarak çocuklarını o alana doğru yönlendirmek istemektedirler. Ve gözlemlerime göre halen de bunu bazen baskıyla, şiddet uygulayarak yapmaktadırlar. Bu konuda açıkçası ben de mağdur olan çocuklardanım… Çocukluktan bu yana sunucu olmak için üniversite eğitimimi gölgede bırakacak atılımlarım olsa da sonrasında bu konuda eğitimler alıp hevesimi giderecek deneyimler yaşasam da sonuçta ben de mahalle baskısına yenildim. Örneğin; çocuğun kendi benliğini keşfedip bunlara özgü bir meslekte buluşması için onun ilgisine, yeteneğine saygı duyup motivasyonunu artırmak için o meslekten birileriyle buluşturulabilir. İlerde yapmak istediği mesleği icra eden kişiyle bir araya geldiğinde belki de o mesleği yapmaktan vazgeçecek. Diyeceğim o ki çocuk yapmak istediği mesleğe dair desteklenmedikçe içinde hep ukte kalır, mutsuz, işverimliliği ve motivasyonu düşük bireyler olarak iş hayatında varlığını sürdürür ve bu durum hayatının her alanına yansır.

Son sorum da yine sosyolojik bakış açınıza ihtiyaç duyduğum bir yerden olacak. Her şeyin çok hızlı değiştiği bir dönemdeyiz. Toplumsallıktan bireyselliğe geçiyoruz aslında. Çocuklar teknolojinin içine doğdukları için ailesi ya da akranları ile birlikte dışarıda vakit geçirmek yerine, İnternette vakit geçirmeyi tercih ediyorlar. Bunun tabii ki bazı sonuçları var. Bir şeylere odaklamak daha çok enerji istiyor. Bu da yalnızlaşmalarına neden oluyor. İnternetten izledikleri şeylerde çok fazla bilgiye maruz kalıyorlar. Ailenin etkisini azaltan bir şey bu. Daha isyankârlar eskiye göre. Bu bireyselleşme bir yandan iyi, bir yandan kontrol edilmesi zor. Bu gerçekleri de göz önüne alırsanız günümüz gençlerin ileri yaşları için nasıl bir toplum görüyorsunuz ve nasıl bir eğitim sistemi bu gençliğe hitap eder?

Bunu sadece çocuklara yüklemek haksızlık olur diye düşünüyorum. Artık aynı evde yaşayan insanlar ya da keyifle vakit geçirmek için bir araya gelen bireylerin birbiriyle sohbet etmek yerine telefonlarıyla, tabletiyle daha çok vakit geçirmekte olduğunu gözlemliyoruz. Teknolojinin son 20 yılda ilerlemesiyle toplumsal dönüşümler de yaşadık. Biz daha televizyona alışamamışken internet, cep telefonları, akıllı telefonlar ve sonrasında sosyal medya hayatımıza girdi. Bununla birlikte hem toplulukçu hem de bireyci kültürün özelliklerini taşıyan ülkemizde aile hayatında da dönüşümler yaşadık. Günümüz gençlerinin ekran bağımlılığından kaynaklı postür bozukluğu, obezite gibi fizyolojik sıkıntılar yaratma ihtimaline ek olarak uzmanlar duygusal ve bilişsel becerilerin de tehdit altında olduğunu her fırsatta söylemektedir. Onları hareketli aktivitelere yönlendirmek, eğitim sisteminde benliğini keşfetmesine olanak sağlamak, bireysel özelliklerini, ilgilerini ve yeteneklerini ön plana çıkaracak çalışmalarda bulunmak ve ayrıca ebeveynlerin çocuklarıyla daha fazla vakit geçirmesi de duygusal ve fiziksel gelişimlerine de katkı sağlar. Çocuklara doğru alışkanlıklar kazandırmak istiyorsak bizleri model aldıklarını unutmamak gerekir.