“Benim için aşk; şu an yazmak, karakterlerimden birine her an âşık olabilirim.”

Akıcı kalemiyle göz dolduran, betimleme gücüyle kahramanlarının yaşam alanına girebildiğimiz Birol İnan, ikinci romanı Kalbim Pera ile edebiyat dünyasına tekrar merhaba dedi. Bunun üzerine Birol İnan ile yeni romanını konuştuk.

Güney Birtek: Öncelikle röportajımı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Kitabınızı okudum. Açıkça belirtmek isterim ki kaleminizin gücüne inandım. Zaman, mekân ve kahramanlar üzerine kurduğunuz olay örgüsü esnek bir şekilde sıkmadan okunuyor. Bir romanda diyalog ritmini tutturabilmek kolay değil. Bu romanın fikri nasıl, ne zaman gelişti ve yazarken ilham kaynağınız neler oldu?

Birol İnan: Geçen yıl İzmir Alsancak’ta yeni bir ev aldım ve tabii baştan aşağıya yeni eşyalar, dekorasyon. Eve yardımcım kadını bıraktım, parti parti gelen eşyaların fotoğraflarını atmasını söyledim. Tatile çıktım. Floransa’da telefonuma yardımcımdan gelen bir video düştü. Perdeler asılıyordu, naif biri, yumuşak vücut diliyle dakikalarca astığı perdeleri kontrol ediyor, adeta onlarla konuşuyor, tuvalde eserini seyreden bir ressam gibi perdelerin son rötuşlarını yapıyordu. İşini Aşkla Yapan Sercan bu video ile doğdu ve romanın ilk kıvılcımını o çaktı. Bir kafede oturup telefonuma kısa bir öykü yazdım. Sonra diğer kahramanları aramaya koyuldum, Doktor Murat’la bir barda karşılaştım. Bir karaciğer uzmanı doktorunun günlük yaşantısını konuştuk. Sinan, zaten hep aklımdaydı ne zaman ne yapacağını, nasıl davranacağını bildiğim bir karakterdi, en kolay onu yazdım.

 “Yeteneklerinizi su içer gibi ortaya koyma yetisinde değilseniz beklenmeyen tepki ve davranışlarda bulunursunuz.”

Doğuştan yaratıcı olmadığı halde, böyle görünmek için çabalayan insanlarda meslekleriyle ilgili kıskançlık ve rekabet normal bir davranış. Yeteneklerinizi su içer gibi ortaya koyma yetisinde değilseniz beklenmeyen tepki ve davranışlarda bulunursunuz. Buna bir de gönül işleri karışırsa ortalık romandaki gibi iyice karışır. Sercan’ın yaşadığı şey bu. Eğer yetenekliyseniz her maçta 90+5 de röveşata golü beklenir sizden. Bu da zor bir durum, Sinan’ın yaşadıkları gibi.

Romandaki en sevdiğim karakterlerden biri de Doktor Selami, o, işini su içer gibi yapıyor ve eşi benzeri yok dağıttığı şifanın. Ne yaparsanız yapın onun yöntemlerini taklit etmenin bir yararı olmaz. Kolay kolay Doktor Selami olamazsınız. O kendi yöntemini yaratmış biri. Ama Doktor Selami, tekrara düşse de Sinan gibi mutsuz olmaz. Her meslek farklı diye düşünüyorum. Allah yaratı isteyen işler yapanlara yardımcı olsun. Bizim işimizde böyle bir iş; son romanım Hep Sevgili Kalalım’dan çok farklı; tek ortak noktaları ilkini de Aklım Pera’yı da zihnimde oluşturduğum bu kahramanlarımın yazmış olmasıydı, ben sadece aracıydım.

Güney Birtek : Aynı zamanda iyi bir okuyucu olduğunuzu düşünüyorum. Sizi en çok etkileyen yazarlar üzerinden gitmek istiyorum biraz… Bu edebiyat yoğunluğu, bu kalemi şık çalımlarla okuyucunun hayal dünyasına anbean girebilme yeteneğinin kaynağını merak ettim. Nereden geliyor bu?

“Yazarın ustalığını, attığı çalımları, zekasını, entelektüel alt yapısını, titizliğini satır aralarından anlamaya çalışıyorum”

Birol İnan: Yazmaya başlayana kadar iyi bir okuyucu olduğumu söyleyemem. Şimdi daha dikkatli okuyorum tabii; yazarın ustalığını, attığı çalımları, zekasını, entelektüel alt yapısını, titizliğini satır aralarından anlamaya çalışıyorum; bu okuma eylemimi keyifli hale getiriyor, daha çok okumama neden oluyor, hatta okuduğumu sandığım kitapları bile tekrar okuyorum. Yazmaya başladıktan sonra insan ömrünün kitap okumak için çok kısa olduğunu düşünür oldum ve biraz geç kaldığım için üzgünüm. Düşünsenize ne çok okunacak değerli kitap var? Mesela yıllar önce okuduğum Sessiz Ev’i tekrar okudum. Orhan Pamuk’un bu kitabını resmen ıskalamışım.

Güney Birtek : Kalbim Pera’yı okurken dili Türkçe olmasaydı yine dünya insanıyla bütünleşen bir hikayesi ve etkisi olduğunu düşünürdüm. Pekâlâ bu durumu evrensele ulaşmak ile açıklayabiliriz. Soruma gelecek olursam: sizce bir yazar, romanlarında evrensel değerlere ulaşabilmesi için nelere dikkat etmesi gerekiyor?

Birol İnan: İnsanların duyguları üç aşağı beş yukarı aynı. Kıskançlık, aşk, mutluluk, mutsuzluk, doygunluk, yetersizlik… Teknoloji insanları birbirine benzetti, neredeyse herkes aynı modayı takip ediyor, aynı medyanın etkisinde kalıyor ve aynı teknolojiyi kullanıyor, birbirine benzeyen bir tüketim algısı oluşuyor haliyle. Edebiyat da bundan etkilendi bence.

Bize en farklı gelebilecek ülkelerden biri Japonya’da bile. Haruki Murakami’yi okurken onun karakterlerinin tepkileri Japonlara özgü, sahneleri de Japonya’da, ama duyguları betimleme, anlatma yöntemi evrensel. Tıpkı sinema, resim, müzik, plastik sanatlar gibi. Bu anlamda bir tek edebiyat öksüz kalmış; evrensel olması için mutlaka iyi çeviri gerekiyor. Murakami’nin romanları Türkçeye ruhu bozulmadan çevrildiği için onun karakterleriyle tanışabildik, sevdik veya nefret ettik.

Murakami’nin romanları beni etkilediği için üç kez Japonya’ya gittim. Kaç Türk yazarın eseri Japoncaya çevrildi bilmiyorum? Son Japonya ziyaretimde; Ertuğrul Zırhlısı’nın battığı yer olan Wakayama’yı ziyaret etmiştim; sıradan Japonları onun gözüyle incelemeye, anlamaya çalıştım ve konusunu Ertuğrul Firkateyninin sağ kalan kahramanlarının yaşadıkları hayattan alan kurmaca bir aşk hikâyesi yazdım.

Ertuğrul batığını çıkaran ekibin başında Bodrum’dan su altı arkeoloğu dostum Tufan Turanlı var, halen batıkta yönetici olarak çalışıyor ve orada müthiş saygı görüyor. Ne hikayeler çıkar değil mi; en çok istediklerimden biri böyle bir roman ve yabancı dillere çevrilmesi.

Çeviri kitapları okurken, çevirmenlerinin adlarını okumadan artık ilk sayfayı çevirmiyorum. Onların ustalıkları olmasa, yazarın ruhuna, duygularına bu kadar ustaca giremeseler, okuduklarımız aynı tatta olmazdı. Romanlarımı keşke usta bir çevirmen en azından İngilizceye çevirse ve ben, Londra’da New York’ta raflarda görsem; rüya gibi… Çevirmenlere saygı duyuyor ve ilmek ilmek dokudukları kitaplardaki emeklerine şapka çıkarıyorum.           

Güney Birtek : Aşk sizin için ne ifade ediyor? “Mavi bir ölümsüzlüktü deniz” metaforu nasıl gelişti?

Birol İnan: Aşk yaşam için katalizör, hayatın tuzu biberi. Benim için aşk; şu an yazmak, karakterlerimden birine her an âşık olabilirim. Bu konforum var artık. Kısa bir hikayemi paylaşmak istiyorum, âşık olduğu kadın tarafından terk edilen bir adam diyor ki: Dün akşam bir kelebek güzelim kanatlarını bizim için son kez çırptı. Sonra önümde durdu ve öldü. Seni düşünmek, seni yazmak ve yaralarımı sarmak için yeniden kozama döndüm. Kulaklarımda beraber dinlediğimiz Brahms var hala. Tıpkı kelebekler gibi onun müziği beni hiç rahatsız etmez biliyorsun.

Ben de bu adam gibi kozamdayım ve yazıyorum. Kozalar tek kişiliktir bilirsiniz. Sizi korur, besler, uçmaya hazır olduğunuzda kendiliğinden kırılır ve yeniden doğar, cesaretiniz varsa uçar gidersiniz. Yoksa birinin sizi uçurmasını beklersiniz boş yere. Birinin sizi sizin sevdiğiniz kadar sevmesi gerekmez ki aşk için; aşk insanın kendisini kutsamasıdır, yüceltmesidir. Bu yüzden kozalar tek kişilik bir yerdir bana göre.

Denizleri seviyorum. Denizde olmak, sonsuzluk, özgürlük ve ölümsüzlük duygusu. Mavi ve turkuaz bir de yeşil en sevdiğim renkler; denizin bin bir hali, değişen renkleri ve tabi birçok insanın göremediği gizemli deniz altı. Değişik atmosfer ortamında yaşayan canlıların yaşam mücadelesi görülmeye değer. Ben dalgıcım ve davetsiz bir misafir olarak onları izlemeye bayılıyorum; benim için uzaya gitmek gibi bir şey dalmak. Tüple daldığınızda; zaman durur, zihninizden gündelik şeyleri isteseniz de geçiremezsiniz. Hele kırklı metrelere daldıysanız, yukarı çıkarken decompression stoplarında; ciğerlerinizdeki biriken azot basıncını düşürmek için geçen beş on dakika size ölümsüzlük hissi verir. Hayatın anlamı değişir, sizin için en önemli kaygı tüpünüzdeki sınırlı havadır ve etrafınızdaki dolaşan canlıların su içindeki yaşamını kıskanarak izlersiniz. Onlarla aranızdaki yaşam-ölüm çelişkisine şaşırarak, hayatın anlamının her canlı için farklı olduğunu düşünürsünüz.

Aklım Pera kahramanları; Sinan ve Kaptan Mustafa gibi usta denizciler, suyun altında yaşayan canlılara benzerler ve bir tek denizlerde diğer insanlardan ayrışabilirler; insani günlük kaygılar, sorumluluklar onlar için farklıdır, hatta onların zamanı bile farklı akar, zamanı kovalamazlar, rüzgâr ve fırtınayı kovalarlar. Yaşamlarını denizlerde sürdürebilirler, bu onlara tercih ettikleri yaşamları nedeniyle üstünlük ve meydan okuma yetisi verir, istedikleri her şeyi becerebileceklermiş gibi gelir onlara; bir gökdeleni yapmak, kaygı ve endişe duyduğumuz gündelik konuları halletmek, sevgilinin terk etmesi, yiyeceksiz kalmak onlara vız gelir.

Kalbim Pera bu yetisi olan denizcileri anlatıyor biraz; okuyucuyu günlük hayattan koparıp onlara bir süreliğine de olsa Mavi bir Ölümsüzlük yaşatacak denizlerde.

Güney Birtek : Peki sizce aşk ulaşmak mıdır yoksa o yolculukta kaybolmak mı? Aşk ile yolculuk arasında ince bir çizgi var mıdır sizce?

Birol İnan: Bence aşk ulaşmak için hedef değil, cesaret isteyen bir yolculuğa çıkabilmeyi göze almaktır. Cesareti olmayan insanlar konfor kozalarını kolay kolay terk edip sonunu bilmedikleri bu yolculuğa çıkamazlar. Kuşa uçmayı öğretmek, balığa yüzmeyi öğretmek, insana da aşkı öğretmek gereksiz. Çünkü doğal hayatta kendiliğinden olur bütün bunlar. İşi zorlaştıran bir türlü doğal yaşayamadığımız için biziz aslında.

 Tekdüze yaşamları tercih eden kentlerde yaşayan insanlar, cuma pazara git, cumartesi gecesi mutlaka seviş, ilişki sorumluluk ister, ritüelleri olanlar bu yolculukta zorlanırlar, bindikleri aracın lastiğini patlar. Yedek lastik aranır tekrar patlayana kadar bir süre daha yol alır, ama bir türlü bahsettiğiniz ince çizgiyi aşamazlar, tıpkı gökkuşağının altından geçilemeyeceğini düşünmek gibidir bu. Oysa gökkuşağının altından geçmek aşk gibi zihinde bir fikirse eğer; biraz müzik, biraz sanat ve keyifli zorlamayan, acele ettirmeyen bir yolculukla pekâlâ ona ulaşabilir hatta altından geçebilirsiniz. Oraya vardığınızda harikulade renkleri nasıl görürsünüz bilemem, bu kişiye göre değişir; bazen daha pırıltılı bazen göründüğünden soluk. Bu yolculukta yanınızda biri de olmak zorunda değildir, aşk için âşık olduğunuz için mutlanıp kendinize de âşık olabilirsiniz pekâlâ veya vardığınız mertebede nasıl görünürse görünsün gökkuşağının renklerine de hayalinizdeki sevgiliye de baktığınız resme de kulağınızdaki melodiye de âşık olabilirsiniz. Yeter ki yolculuk sırasında gözlerinizi kapatın, zihninizi yavaşlatın. Yolunuz kendiliğinden akar… gider. O zaman balık gibi yüzer, kuş gibi uçarsınız.

Güney Birtek : Romanda kendinize en yakın hissettiğiniz kahramanı merak ettim… En çok hangisinin dünyasını yazarken kendinize yakın oldunuz?

Birol İnan: Doktor Selami; mimar olmak isterken doktor olmuş ya ben de iyi bir mimar olamadım veya yeterince çaba sarf etmedim; şimdi yazarlığı deniyorum. Bu konuda benzeşiyoruz.

Güney Birtek : Romanınızı okurken aynı zamanda sanatın herhangi bir dalında geziniyor muşum gibi hissettim. Resim sergisine gittim, kapalı bir odada kulağımda kulaklık en sevdiğim besteleri dinledim. Defalarca izlediğim filmi tekrar açtım… Çok sevdiğim bir şehre yahut beğendiğim bir grubun konserine gitmişim gibi de hissettim. Kaleminizdeki hissiyat sanatın birçok dalına dokunuyor bence. Sanırım bu da betimleme gücünüzün müzik gibi ritmik bir değerle yayılması üzerinden gelişiyor… Sizce yazarın okuyucuyla kurduğu bağ nasıl olmalıdır? Bunu biraz açar mısınız?

Birol İnan: Okurun romandan kopmaması, karakterlerden en azından biriyle özdeşleşmesi gerekir. Bence roman; biraz sinema, biraz tiyatro, biraz resim ve biraz müzik. Günümüz okuru bütün bunlara bir tıkla ulaşabiliyor; istediği müziği dinliyor, istediği filmi anında izliyor; romanlar da aynı tat ve akıcılıkta olmak zorunda artık, hızla akan bir filmle rekabet edebilmek çok kolay değil. Bahsettiğim edebiyat argümanlarını hiçe saymak asla değil ama hayat, günümüzde çok daha hızlı akıyor ve eskisi gibi değil; benim romanlarımda da hızlı değişen sahneler var; bunu bilinçli yapmıyorum, zihnim böyle çok hızlı ve maalesef dikkat eksikliği sorunu olan biriyim; saatlerce aynı duyguyu veya aynı sahneyi yazamam ki. Günümüzde futbol yetmişlerdeki gibi yavaş tempoda oynansaydı aynı heyecanı verir miydi sizce?

Müziklerim de öyle; Sinan’ın müzikleri gibi, sabah klasikle başlıyor sonra değişiyor. Operaya da gidiyorum, senfoniye de rock konserlerine de türkülere de. Hepsi benim için. En son İdil Biret’ e âşık oldum mesela; Ege Senfoniyle Gürer Aykal yönetiminde piyanosunun tuşlarının üstünde tattığım en lezzetli hamuru açıp, pişirdi, ben de afiyetle yedim. Kuliste ziyaret edip, sohbet etme fırsatım oldu, ellerini inceledim, o maharetli hamur açan, tuşların üzerinde uçan sihirli parmaklarını, zihnini merak ettim, zihninden o parmaklara giden yolculuğu anlamaya çalıştım gözlerinden. Anlayamadım tabi. O kadar kendimi kaptırmışım ki sevgilimi dışarda unutmuşum, o da haklı olarak küstü bana. Bir süreliğine İdil’e âşık olduğumu anladı sanırım. Kıskandı.

Güney Birtek : Türk edebiyatının gelişim sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Eski ile yeniyi kıyasladığınızda ne gibi sonuçlar elde ediyorsunuz? Bu konu hakkındaki yorumunuzu merak ediyorum. Sizce Sabahattin Ali zarifliği/inceliği yeni Türk edebiyatında aranıyor mu?

Birol İnan: Bu soruyu yanıtlamak istemiyorum. Çünkü ahkam kesmek için yeterli seviyede bir edebiyat eleştirmeni olmadığımı düşünüyorum. Ben sadece yazıyorum. Yazdıklarım; İdil’in parmaklarında melodiye dönüşen şeyler gibi zihnimden geçen şeyler. Sonra okuyup güzel bulduklarım oluyor. Ama, Sebahattin Ali’yi çok cesur biri olarak tanımlayabilirim, yolculuğa çıkmak için tereddüt etmeyen bir kişilik ve usta bir yazar. Kürk Mantolu Madonna hala çok satanlarda. Diğer kitaplarına biraz haksızlık olarak görüyor ve kızıyorum Madonna’ya. O dönemin tüm yazarları Türkiye’deki o günkü kadın erkek ilişkilerinden ve baskıcı siyasal yaşamdan ve onun yarattığı sosyal yapıdan doğal olarak nasibini almışlar. Yaşasalar bugün ne yazarlardı diye düşünüyorum. Her ne kadar yazarlar için ülkemizde bugün de ortam çok iç açıcı olmasa bile bazen günümüzde yazsalardı, ya da onlara bunca eziyet edilmeseydi bunca ustalık ve yetenekleriyle ortaya neler çıkardı diye düşünmeden edemiyorum. Belki de tersi olmuş, o ortamdan beslendikleri için yazdıkları böyle naif ve zarif olmuştur.

Güney Birtek : Günümüz Türk edebiyatında beğendiğiniz yazarlar kimlerdir?

Birol İnan: Orhan Pamuk’u en ön sıraya koyarım; mesleği: Romancı; bir mimar bir şehir plancısı bir sosyolog, bir tarihçi ustalığıyla İstanbul’un katmanlarında gezdiriyor okuru; romanlarının içindeki kahramanları sahici. Neredeyse hiç kalmayan kent belleğimiz, memnun olmayıp yakıp yıktığımız, bir türlü hesaplaşamadığımız, özeleştiri yapamadığımız geçmişimizi bütün yalınlığıyla önümüze koyuyor. O, çağdaş bir burjuva yazar ve bu yüzden evrensel olabilmiş diye düşünüyorum. Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ni ziyaret etmiştim, çok etkilendiğimi söylemek isterim. Düşünebiliyor musunuz bir romanın müzesi var. Onunla tanışmayı biraz sohbet etmeyi çok isterim. Mimarlık konuşurdum. Şehirlerimizi konuşurdum. Yazma yöntemini Masumiyet Müzesi’ni gezerken biraz çözdüğümü söyleyebilirim ama yine de sorardım nasıl yazıyorsun diye. Bir de okulda matematik notunu; romanlarında matematiksel hata hiç yok, ondan sorardım bu soruyu. Pamuk gibi sanatçıların, mesela Fazıl Say’ın neden kentlerin geleceğiyle ilgili fikrini almazlar; içinden deniz geçen İstanbul’un, bir eşi daha olmayan Bodrum’un içinde onlardan biraz esinti olsa fena mı olurdu sizce? Ona danışsalar ne önerirdin diye de sorardım.

 İlhan Berk komşumdu, ömrünün önemli kısmını Bodrum’da yaşadı, Ressam Burhan Doğançay’da öyle. Kimse kapılarını çalıp bir şey sormadı biliyor musunuz? Oysa herhangi bir ülkede olsalardı adları meydanlara konur, yontuları bir bankta bizimle yan yana oturur, kuşaktan kuşağa sohbetler ederlerdi. Bir Barcelona’ya bakın bir de İzmir’e; İzmir doğal güzellik olarak çok daha güzel ama, sokaklarında Barcelona gibi Gaudi, Picasso, deli Dali’nin ruhu dolaşmıyor. Aradaki fark bu maalesef. Ya İzmir’de onlar gibi sanatçılar çıkamadı ya da çıktı da biz anlayamadık, kıymetini bilemedik.

Bu arada kimseye haksızlık yapmak istemem. Oğuz Atay, Ferzan Özpetek de favori yazarlarım. Bir de az tanınan yazarlar var; geçen hafta şarkıcı Ege’nin imza gününe gittim ve yeni romanı Asil Dede’nin Düğünü kitabını imzaladı benim için. Romanı beğenerek biraz da şaşırarak okudum, masal tadında yazmış. Adı gibi gerçek bir Egeli o ve onun gibi okuma fırsatı bulamadığım kim bilir kaç değerli yazar olduğunu düşündürdü bana.

Güney Birtek : Bu ikinci romanınız biliyorum ama hiç yazdığınız yahut yazacak olacağınız bir romanın aynı isimle bir filme uyarlanmasını ister misiniz? Bu soruyu şu sebepten soruyorum: bazı yazarlar ve okuyucular kitapların filmlere uyarlanmasından şikayetçi. Daha özel kalmasını belki de herkese ulaşmaması gerektiğini düşünüyorlar… Sizce edebiyat okuyucuya herkese ulaşmasın diye “paylaşmama” güdüsü mü veriyor?

Birol İnan: En çok istediğim şey bu biliyor musunuz? Ben romanların da değişik kılıklara girmesinden hatta gerekirse tüketilmesinden yanayım. Eğer yazdıklarınız değerliyse; altın gibi yere düşse bile değerini kaybetmez ki.

Geçen yıl Tolstoy’un köyü Yasna Polyana’da Tolstoy’la ilgili bir seminere katılmıştım. Anna Karenina’nın film direktörüyle de tanışma fırsatım oldu. Anna Karenina’yı sindire sindire, Tolstoy’un ruhunun dolaştığı ortamlarda hatta bazı bölümlerini Tolstoy’un evinin bahçesinde bir kez daha okudum. Dönünce filmini de zevkle izledim. Kitap ve film ayrı lezzette ve her ikisi de kıyaslamaya gerek olmayacak şekilde çok güzeldi.

Bu yüzden birçok yaratıcı insanın kanatlandırdığı uçurduğu sineması yapılmış bir romanım olsa çok mutlu olurdum; romanım kutsanmış gibi hissederdim ve ayrı ayrı ikisi de güzel olabilirdi. Yetenekli sinemacılardan bahsediyorum tabi, Ferzan Özpetek gibi mesela; şu an onun Sen Benim Hayatımsın kitabını severek okuyorum. Öğrenilebilecek çok şeyi olan bir yazar ve sinemacı; sahneleri hızlı değişiyor, karakterleri ve onların ruhları da. Uçuyor o; bambaşka biri, sanki bizim dünyadan değilmiş gibi yazıyor. Hep Sevgili Kalalım veya Aklım Pera beyaz perdeye onun gözüyle nasıl yansırdı? Hayali bile heyecan verici.