Günsu ile bir telefon konuşmasının ardından yol arkadaşlığına başladık. Bir şeyler yazmıştı ve heyecanına ortak olmak bana da çok iyi geldi. Yazdıkça kelimeleri büyüdü ve birbiri ardına kitapları okurla buluştu. Biz de Günsu ile henüz lise yıllarında kaleme aldığı ve taşınma sırasında aklına düşüp bastırdığı şiirleri için bir araya geldik ve Liseli Bir Genç Kızın Şiir Defteri‘nin okurla buluşma sürecinden, şiirden, edebiyat dünyasından konuştuk.

Keyifle okumanız dileğiyle…

Günsu dördüncü kitabın da okurlarıyla buluştu, okuru bol olsun. İlk olarak viyola sanatçısı olarak sürdürdüğün hayatında yazarlığa da yer açmanı konuşmak istiyorum. Duygularını ifade edebileceğin bir sanat icra ediyorsun aslında ama kelimelere de sığınıyorsun. Yazmanın senin için anlamı nedir?

Çok teşekkür ederim. Ben profesyonel müzik eğitimime 12 yaşında başladım. Yazmaya başlamam ise daha küçüklüğüme denk geliyor. İlk ne yazdım hatırlamıyorum ama kendimi bildim bileli kağıtlara, peçetelere bir şeyler karalıyordum. Anne baba ayrı bir çocukluktan geliyorum. Bu ayrılık, benim için uzun yıllar süren terapilere mal oldu ve bir defasında terapistim yazmanın yalnız çocuklara mahsus olduğumu söylemişti. Demek ki yalnızlığımı ifade etmek istediğim her an yazmışım. Sonrasında müzik de bu ihtiyacı karşıladı. Derken artık ikisi de besin alma durumundan nasıl besin verebilirim durumuna geçerek hayatımın önemli bir parçası hâline geldiler. Birini çıkarsanız kolum kopmuş gibi hissedebilirim.

Peki ilk şiirin ne zaman ve nerede yayınlanmıştı?

İlk kez Papirüs Yayınları’ndan geçtiğimiz ay çıktı işte. Öncesi yok. Çünkü bunlar zaten 15 yaşında yazdığım şiirler, hatta daha küçük yaşlarda yazdığım şiirler ama kitaba güzel bir başlık koymaya çalışırken İpek Ongun’a da tatlı bir gönderme yapmak istediğimizden liseli genç kız dedik. Dolayısıyla ilk şiirim geçtiğimiz günlerde yayınladı ama muhtemelen ben 13 yaşında onu yazarken zaten bunun hazırlığını yapmışım. Aa, bir de 23 Nisan’da bir şiir yazmıştım ve konservatuvarda okumuştum, bazı arkadaşlarımın dalga geçmesine rağmen aslında o kadar beğenilmişti ki, okul müdürü beni odasına çağırarak o şiirden ilham alarak kendi yazdığı şiiri hediye etmişti. Filiz Kalıpçı’ydı ismi, buradan sevgiler…

Şiir yazmak benim için uç nokta. Hatta yazsam bile büyük ihtimalle yayınlama cesareti gösteremem. Bir incelemem ya da bir yazım kadar güvenemem kelimelerimin gücüne. Sen nasıl karar verdin lisede yazdığın şiirleri kitaplaştırmaya?

Romanım var taslak hâlinde ve rafta. Bir türlü yayınlatma cesareti bulamıyorum. Yayınevi kabul etti ama ben yine de erteliyorum. O sebeple araya ne sokup başka ne ile ilgilensem diye düşünüyordum. Çünkü Özen Yula’nın bir sözü vardır ve ben çok severim. “Tamam bir kitap çıkardınız ama asıl soru şu olmalı, devamını getirebilecek misiniz?” O sırada da yıllardır hayalini kurduğum bir şeyi yaparak Büyükada’ya taşındım ve taşınırken tesadüfen bu şiirleri buldum. Yolculuk böyle başladı.

Şiirle ilişkini de merak ediyorum. Hangi dönemin şiir anlayışı sana hitap ediyor? Peki seni çok etkileyen şair ya da şairler kim?

Her dönemden tutku duyduğum bir şair var. Ancak âşık olduğum şair Nazım Hikmet’tir. Resim çizer gibi şiirler yazmış, onu okurken gözümün önünde engin tablolar canlanır. Bir de Birhan Keskin ve Gülten Akın’ı söylemeliyim galiba, kalbime çok dokunur onlar…

Şiirlerini oluştururken imge ya da metaforlara başvurmanın gerekli olduğunu düşünüyor musun? Anlam derinliği için sence gerekli mi bu unsurlar?

Bir şey gerekiyor diye yaptığınızda ödevini tamamlama stresi içinde bir öğrenciye dönüşürsünüz. Esas mühim olan kafadaki tüm öğretmenleri öldürdüğümüz ya da onları dönüştürdüğümüz eserler verebilmek. Yani gerekeni değil, içinizden geleni ortaya koymak. İnanın okur da samimi olanın peşinde.

“Bu gün sessizliği aldı yanına zaman
Bitene kadar nefesini dinledi
Bir viyola aradı
Sonuç, bulamadı…”

Bu dizeler Zaman Kaçtı Bugünden şiirinden. Viyola kelimesi seni tanıyor olmamın etkisiyle algımda seçicilik yaparak hemen dikkatimi çekti. Bir şairin ya da yazarın eseri tamamıyla otobiyografik unsurlar mı taşır, sanatçı eserinden kendini ne kadar soyutlayabilir?

Soyutlayamaz bence sadece kendisini gizleme tekniklerini iyi kullanabilir ya da yazdığı karakterleri hissettikçe onlara dönüşmemek için terapi seanslarını çoğaltabilir.

“Özgürüm, bana vermekten korktuğunuz özgürlük, benim sizden gizleyerek elde etmeye çalıştığım özgürlük ve sonuçta hatalar yaptığım özgürlük.” Bu sözler Furûğ Ferruhzâd’a ait. Babasına bu sözlerle sitem ediyor çünkü şiir yazdığı için babası tarafından adeta sevgisizlikle cezalandırılmış bir kadın Furûğ. Kadın olarak neden hep “birilerine rağmen” bir şeyler yapmak, başarmak zorundayız? Eril zihniyetle savaşmak ya da teslim olmak arasında bırakılmış nice kadın adına neler söylemek istersin?

Ah… Bu soruya kocaman bir sessizlikle yanıt vermek isterdim ama hem babamı yaklaşık iki hafta önce
kaybettiğim için hem de geçtiğimiz hafta sonu Bozcaada Kitap Fuarı’nda genç bir kadın olarak
susturulduğum için tam da konuşmam gereken yerdeyim. Yazılarımı çok yakından takip eden bir
okurum da beni hep Furuğ’a benzetir ayrıca bunu da eklemeliyim. Eril zihniyetle savaşmak çok yanlış
anlaşılıyor çoğu kadın tarafından ve bu artık bir modaya dönüştükçe de kadınlar için anlamını yitiriyor.
Kadın kadının kurdu oldukça da eril zihniyet pratikte de bizi teslim alıyor, biz de erilleşiyoruz. Ben bu
konularda uzman değilim yani eril dişil söylemlerde ama gözlemliyorum. Kendi yaptığım röportajlarda
bile insanlar işleri yolunda gitsin diye mesela oyunları bir kadın oyunu olsa bile, bu bir kadın oyunu
değil diyebiliyorlar. Ya da arkalarındaki kurum tamamen erkeklerden oluşuyorsa, onlara yaranmak
için haneye giren diğer tüm kadınlara bir tehlike gözüyle bakabiliyorlar. Ben mesela, fuara katılan dört
yazardan biri olarak söyleşide anons edilmeyi unutuldum. Kim unuttu dersiniz? Benden genç bir
hemcinsim. Bence burada durup düşünmemiz gereken çok şey var.


Baba meselesinde ise kadınların hemen öğrenmesi gereken şey, babayı annenin seçtiği. Anne
olmadan baba olmaz. Asıl Allah anne yani. Ben bunu çok küçük yaşta öğrendiğim için babamın
sevgisini zaruri bulmadım hiçbir zaman. Bence Furûğ da bunun gayet farkında, bu sebeple yazarak
başkaldırabiliyor. Sadece içinde bulunduğu dönem ve koşullar pratikte yeni bir dünya kurmasına
yardımcı değil ama yazarlık biraz da böyle bir şey. İçinde yaşadığının ötesinde düşünmek ve ötesini
kurgulayabilmek, yeni bir gelecek için çalışmak demek. Birilerine rağmen bir şeyler yapmak da oldukça
kıymetli çünkü en büyük acıyı görülmemek verir, eril zihniyet bizleri görmedikçe görülme ihtiyacımız
artacaktır. Rağmen veya vesilesi ile üretmeye devam edeceğiz ve dediğim gibi umarım kadın kadına
dayanışarak yapacağız bunu da…

Pandemi döneminde söyleşiler, imza günleri, kitap fuarları mecburen iptal olmuştu. Pandeminin üzerimizdeki fiziksel etkisi bitmese de psikolojik etkisi azalır azalmaz bu etkinlik tam gaz yeniden düzenlenmeye başlandı. Bir yazar olarak okur ile buluşmanı sağlayan bu etkinlikleri nasıl değerlendiriyorsun? Ve bir kadın yazar olarak bu etkinliklerde eril bir tahakkümle baş etmek zorunda kalıyor musun?

Çok önemli, yazarken o kadar izole ve yalnızız ki hem motivasyon için hem kağıt çok pahalı olduğundan reklam yapıp birilerine ulaşabilmek için hem de başka yazarlarla tanışıp entelektüel birikimlerinden beslenebilmek için böyle ortamlara ihtiyacımız var. Yine de organizasyonlar çok iyi değil ve moderatör olarak seçilmiş gençler bu konuda bilgili değil, bu da beni bu tür ortamlara karşı hayal kırıklığına da uğratmıyor değil.

Bazı erkek yazar ya da şairlerin yazdıkları naif dizeleri, cümleleri okuyunca hayranlık besliyoruz. Ancak sonrasında bir şekilde ortaya çıkıyor ki bu naif dizeleri, cümleleri oluşturan adam birilerini taciz etmiş, birilerine şiddet uygulamış. Böyle bir durumda eseri sanatçısından bağımsız mı değerlendirmeliyiz yoksa bu tür eylemlerde bulunan bir şairi/ yazarı okursuz bırakarak cezalandırmalı mıyız sence?

Eserin içinde taciz ya da şiddete dair gizli bir güzelleme yoksa eserleri okursuz bırakarak cezalandırmak bence yerinde bir davranış değil. Oradaki suç başka türde ele alınmalı, bu uzmanlık alanım değil tabii. Zaten okurlar bu yazarla ilişkilerini kendileri okuyup okumadığına karar vererek şekillendirecektir, yayınevinden kitap toplatılmasına vs. gerek olduğunu düşünmüyorum.

Şöyle değerli bir anı okumuştum. Rahmetli Aziz Nesin’e neden şiir kitabı basmadığını sorduklarında “Depo muyum ben?” cevabını vermiş. Şiir, ülkemizde roman ve hikâye kitaplarından sonra tercih ediliyor. Instagram’da fotoğrafların altına şiirlerden alıntı bol bol yapılırken şiir kitapları satışları maalesef bu ilginin yetersiz olduğunu gösteriyor. Ülkemizde şiir neden yeteri kadar ilgi görmüyor sence?

Tek cümleyle cevap vereceğim: Anlamıyorlardır. Anlaşılmayan her şey de korkuya hitap ettiğinden, politikleşebiliyor.

Gezi Parkı olayları sırasında biliyorsun ki Gezi Kütüphanesi kuruldu, #şiirsokakta hareketi başladı. Bu hareketin okurluk ve yazarlık açısından olumlu ya da olumsuz sence ne gibi sonuçları doğdu?

Olumsuz bir şey göremiyorum. Çok da güzel oldu. Birilerinin de bilinçdışımıza çalışması gerekiyordu, bu olmuş oldu.

Mario Levi’den Yaratıcı Yazarlık dersleri aldığını biliyorum. Bu tarz kurslar büyük ilgi gördüğü kadar eleştirilere de maruz kalıyor. Bu kursların içeriği düşünüldüğünde sence bu eğitimi alan herkes yazar olabilir mi? Mario Bey’le derslerinizin yazarlığına katkılarına dair neler söylemek istersin?

Mario Hoca’yı çok severim. Kursların yararı onlardan ne beklediğinize göre değişir. Ben Mario Hoca hariç de birçok yazarın kursuna katıldım. Kendim de bir hoca olduğum için bazen sırf nasıl ders verdiklerini merak ettiğimden de girdiğim dersler oldu. Kendi bildiğini hangi yöntemlerle öğretirsin meselesi… Yoksa kağıdı kalemi eline aldığında yine bir başınasın ve öyle olmalısın. Çünkü bir tane daha senden yok. Bu sebeple de Mario Levi bir tanedir. Çünkü ilk ders hepimizi uzun uzun tanıdıktan sonra şunu demişti, “Meseleniz nedir? Bunu bulun, öyle yazın.” Ben de hâlâ onun sadık öğrencisi olarak  meselemi yazıyorum mesela.