“AĞLAMAK ESİRLİĞİN EN BÜYÜK HAKKIDIR. BİZ O ÖZGÜRLÜĞE SAHİBİZ!”

Zavallı çocuklar! Sizin o mini mini elleriniz birkaç asırdan beri insanlığın altında inlediği esaret zincirlerini kırmak için değil, belki kendiniz gibi küçük kuşları, güzel çiçekleri okşamak içindir.

Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt

Özgürlük ekmekten tatlı, güneşten güzeldir.

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

1860 yılında doğan Sami Paşazade Sezai, devrin ileri gelenlerinden biri olan Sami Paşa’nın oğludur. Sanatçı, çocukluk yıllarında, yaşıtlarının gittiği okullara devam etmemiş, özel bir öğrenim görmüştür. 20 yaşına kadar resmi bir görev almamış, edebiyat konusundaki bilgilerini artırmayı tercih etmiştir. 1880’de ise, Evkaf Nezaretine (Vakıflar Müdürlüğü) memur olmuştur. Babasının ölümünden sonra da Londra elçiliği ikinci kâtipliğine atanan Sezai, orada kaldığı 4 yıl boyunca İngiliz ve Fransız edebiyatlarını yakından izleme fırsatını bulmuştur. Elçilikteki görevinden istifa ederek İstanbul’a döndüğünde memurluğa devam eden sanatçı, 7 yıl süren Meşrutiyet Dönemi’nde sanatını olgunlaştırmıştır.

Siyasi baskılardan dolayı Paris’e giden sanatçı, Meşrutiyet’in ilanına kadar (1908) orada kalmıştır. Yurt dışına kaçışını, Servet-i Fünun dergisinde yayımlanan “1901‘e Ait Bir Hatıra” başlıklı yazısında anlatmıştır. Daha sonra Paris’te Jön Türklerle tanışmış; İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılmış ve cemiyet içinde saygın bir yere gelmiştir. Cemiyetin 15 Şubat 1902’de yayın hayatına başlayan “Şüra-ı Ümmet” adlı yayın organında Osmanlı Devleti politikalarını ve rejimini eleştiren yazılar yayımlayan Sezai, Paris yıllarını “1901’den İtibaren Paris’te Geçen Seneler”, “Paris Hatıratından”, “Paris’te Yedi Sene” adlı yazılarında anlatmıştır.

Sami Paşazade Sezai, II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine İstanbul’a dönmüş ve Madrid elçisi olarak görevlendirilmiştir. I. Dünya Savaşı başlayınca Madrid’den İsviçre’ye geçen ve savaşın sonuna kadar burada kalan Sezai, İspanya yıllarını “Gırnata ve El-Mescidü’l Camia: Elhamra” adlı iki yazıda, İsviçre’de geçirdiği zamanı ise “İsviçre Hatıratı” başlıklı yazılarında anlatmıştır.

Mütareke Devrinde, 1921 yılında, yaş haddi dolmadan hükümet tarafından emekliye sevk edilmiş ve İstanbul’a dönmüştür.

Son yıllarını Kadıköy’ün Mühürdar semtindeki evinde geçiren Sezai, çok sevdiği yeğeni İclal’in ölümü üzerine yazdığı mensur bir mersiye ile bazı nesir ve hatıralarını 1924’te yayımladığı “İclal” adlı kitapta toplamıştır.

1927’de kendisine Türkiye Büyük Millet Meclisinin kararıyla “Hidamat-ı Vataniyye” tertibinden maaş bağlanan Sezai, 26 Nisan 1936 tarihinde İstanbul’da zatürreeden vefat etmiş, cenazesi, Göksu’daki aile mezarlığına, yeğeni İclal’in yanına defnedilmiştir.

bir-satir-ornegi-serguzest-1

 

Sami Paşazade Sezai, divan edebiyatının kalıplaşmış kurallarına karşı çıkan, Namık Kemal, Abdülhak Hamit Tarhan’ın da etkisiyle yüzünü Batı’ya çeviren isimlerden olmuştur.

Fransız sanatçı Alphonse Daudet’ten esinlenerek yazdığı kısa öykülerle Batılı anlamda ilk gerçekçi ürünleri vermiştir. 1874’te “Kamer” gazetesinde yayımlanan söylev türündeki ilk yazılarıyla adını duyurmuştur. İlk kitabı üç perdelik tiyatro oyunu “Şîr” 1879’da basılmış, ilk romanı olan ve kendisine büyük ün sağlayan “Sergüzeşt”, Türk edebiyatında romantizmden gerçekçiliğe geçişin başarılı örneklerinden biri sayılmıştır. Hikâye ve romanlarında halkın içinden kahramanları kendi dilleri, çevreleri ve günlük yaşamlarıyla yansıtmıştır. Dönemine göre oldukça güçlü bir anlatıma sahip olan Sezai, küçük, önemsiz ve şaşırtıcı konuları ruh, çözümlemeleriyle, doğal ve günlük konuşma diliyle işlemiştir. Şiirlerinde romantizmin, roman ve hikâyelerinde realizmin izlerini görmek mümkündür.

Dönemin önemli sorunlarından biri olan “kölelik” kavramını Sezai, 28 yaşında kaleme almıştır.

Sezai, romanında köleliğe şiddetle karşı çıkar. Dilber isimli başkahramanı okuyucuya, evden eve satılan, ezilen hatta savrulan, insan olduğu unutularak duygu ve düşüncelerine değer verilmeyen bir kadın motifi çıkarır karşımıza. İnsanların bir “mal” gibi alınıp satılamayacağını, esir dahi olsa her insanın hayallerinin ve bir kalbinin olduğu gerçeğini vurgular.

1888’de yayınlanan romanında Sezai, bir insanın hemcinsi olan başka bir insanı kul edinmesinin tasvip edilecek bir durum olmadığını da okuyucusuna anlatır.

Tarih boyunca doğuda ve batıda bir realite olarak yaşanan kölelik kavramı, gerçek hayatta sıyrılarak romanın gerçeği oluverir.

Dilber adlı başkahraman, romanda yazarın sözünü emanet ettiği kişidir. Geçmişinde esirlerin bulunduğu konaklarda bulunan Sezai, bu gerçekleri Dilber ile yaşamıştır. Romanda bir sınıfın trajik durumu Dilber ile öne çıkarılmıştır, ferdi ve sosyal konulara değinilmiştir. Sami Paşazade Sezai, söylemek istediklerini Dilber’in ağzı ile okuyucusuna aktarmıştır. Dilber yazarın düşünce ve fikirlerinin sembolüdür.

SERGÜZEŞT ve SATİR

“Bence en gerçek mutluluk, tertemiz bir ruhu gösteren iki güzel göz; en büyük servet, seven bir kalbin duygularını gösteren gül renkli dudaklardan yansıyan gülümsemedir.”

Satir, “eleştiri” ile beraber kullanılması gereken bir sözcüktür. Satir, konunun ele alındığı döneme bir “karşı koyuş” olmakla beraber, genellikle “gülme” unsurunu da, her ne kadar Sergüzeşt adlı romanda bu unsur karşımıza çıkmasa da, içermektedir.

Satir, güncel olanı ele almakla beraber, belli bir çağda ele alınan konu daha sonra geçerliğini yitirebilir ya da tam tersi güncelliğini koruyabilir. Eleştirileni beğenmeme söz konusudur ve temel hedef toplumu ıslah etmektir.

Ne var ki satir, bu ıslahın kaynağını yeteri kadar gösteremez çünkü edebiyatın toplumsal meseleler için çözümü yoktur, bu konuda sadece başlıkları dile getirmekle yükümlüdür.

Çözüme nasıl ulaşılacağını belirtmeden sorunsalı ortaya koyan satir, çözüm önerileri de üretmez.

satir-2

Bu çerçevede “satir”in ana özellikleri şöyle sıralanabilir:

  1. Satir ”güncel ve yerel” alanlara yönelir, genellikle “abartılı ve grotesk” olmakla birlikte, aynı zamanda “gerçekçi gözükmeye” dikkat eden bir türdür.
  2. Satir genel olarak “yumuşak” bir tür değildir; okuyucu/izleyici “şoke edici” bir nitelik taşır.
  3. Genel olarak “komik”tir. Satir sözcüğü, Latince kökeni olan “satura”, (karışım, bir araya getirilmiş şeyler, örneğin bir tabak dolusu meyve ve kuruyemiş) kavramı açısından ele alındığında, yapısında farklı unsurları, örneğin düz yazı ve şiir, bir arada bulundurabilen bir tür olarak gözükecektir.

Kısacası satir, problem çözümü olarak yeterli koşullar geliştirmiş bir tür değildir; ani, uygun ve kaba bir şekilde son bulur, rahatsızlığın ve kızgınlığın ifadesi olarak kalır.

Tanzimat Dönemi romanlarında en yaygın işlenen ve “eleştirilen” konulardan birisi de esarettir. Bu konu kimi romanlarda esas konu olarak işlenirken kimi romanlarda da olay örgüsünün içine yedirilmiştir. Bu durum dönemin sosyal şartlarıyla ilişkili olduğu kadar, yazarların kendi hayat hikâyelerinin esere yansıyan izleri olarak da düşünülebilir. Esaret temasını işleyen yazarlardan biri olan Ahmet Mithat Efendi, annesinin o hayattan gelme bir Çerkez kızı olduğunu sık sık dile getirmiştir. Kölelik hayatını önce kendi ailesi içinde tanıyan bir başka yazar da Abdülhak Hamid’dir. Sami Paşazade Sezai ise hem annesinin cariye hem de konak çocuğu olmasından dolayı halayıkların, uşakların, cariyelerin arasında büyüdüğü için “kölelik”in ne olduğunu çevresinden öğrenmiştir. Esaret temi dönemin en çok tenkit edilen konularından biri olduğu için hemen hemen her romancı, farklı ölçülerde bu konuya işaret etmişlerdir.

“Ağlamak, uğradığımız felaketlere karşı vücudumuzda kalan son kuvvetin bir feryadıdır. Ağlayamadığımız zamanlar bizde o gücün de mahvolduğu vakitlerdir ki, onun yerine kaim olan acılı bir sükunet, en şiddetli acıların hasıl ettiği gözyaşlarından bile daha yakıcıdır.”

Toplumsal bir sorun olarak kabul edilen esaret, romanlarda genellikle romantik bir unsur olarak kullanılmıştır. Romanlardaki esir tiplere ve onlara yapılan muamelelere baktığımız zaman, esirlere kötü muamele eden kişilerin eleştirildiğini, onları eğiterek topluma kazandırmaya çalışan kişilerin de ideal tipler olarak sunulduğunu görebiliriz. Buna bağlı olarak esir tipler de olumlu özellikleriyle (fazla naif ve iyi olmaları) tematik güç olarak verilmiştir.

Romana geri dönecek olursak… Esaret temasının belki de en belirgin işlendiği roman, “Sergüzeşt”tir. Dramı anlatılan kişi olan Dilber, evden eve satılan Çerkez bir cariyedir. Satıldığı evlerde sahiplerinin acımasız tavırlarıyla ezilen Dilber, en son geldiği Asaf Paşa’nın konağında iyi muamele görür. Bu evde karşılaştığı insanlar, Asaf Pasa, eşi Zehra Hanim ve oğlu Celal Bey’dir. Asaf Paşa ve Zehra Hanım, Dilber’e eziyet etmezler ancak aralarındaki sınıf farkını derin bir şekilde hissettirmeye çalışırlar.

Tanzimat Dönemi romanlarında esaret temiyle birlikte toplumdaki sınıf ayrımının da eleştirisi yapılır. Bu iki kavram, esir kızla evin oğlu arasında bir ilişki doğmasıyla ön plana çıkar. Paris’te resim tahsili almış olan Celal Bey, önce Dilber’i çizdiği tablolarda modellik yapması için kullanır. Ancak zamanla bu beraberlik, karşılıklı bir aşk ilişkisine dönüşür. Asaf Paşa ve Zehra Hanım, oğullarının bir cariyeyle evlenemeyeceğini söyleyerek bu ilişkiye karşı çıkar. Her ne kadar Celal Bey, evlilik ve asalet gibi konularda ailesinin fikirlerine karşı gelse de Dilber’le evlenmeye gücü yetmez. Yazar da, dönemin şartları içerisinde düşünüldüğünde romanı mutlu sonla noktalayamasa da esir bir kızın da sevmeye ve sevilmeye hakkı olduğunu; aşk, sevgi ve saygı kavramlarının sadece üst tabakadaki insanlara ait olmayan bilakis evrensel duygular oldukları mesajını vermek ister.

İnsanın dünya üzerinde var oluşunu kavraması ve temel ihtiyaçlarının oluşmaya başlamasıyla, çok uzun bir süreç içerisinde ortaya çıkan ve yüzyıllar boyu süregelen bir olgudur kölelik. Osmanlı Devleti’nde kölelik, hem kadın hem de erkek için geçerli olmakla birlikte daha çok kadınların etkilendiği bir kurum olarak kabul edilebilir. Tanzimat Döneminde yüzünü Batı’ya ve “modernleşme”ye çeviren aydın kesim için “kölelik” olgusu mutlaka yazılması, konuşulması, üzerinde durulması gereken bir konu olmuştur.

Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt isimli romanı, “kölelik/cariyelik” konusuna, dönemine göre, “cesur” yaklaşımı dolayısıyla incelenmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken romanlardan biridir. Roman, halkı eğitmeyi, köhnemiş kurumları ve düşünceleri değiştirmeyi amaçlayan Tanzimat Dönemi düşünce sisteminin kölelik kurumuna yönelttiği toplumsal bir eleştiridir. Bu bağlamda, Sergüzeşt romanı, Tanzimat Döneminin satir örnekleri arasında sayılabilmektedir. Ne var ki döneminin önemli bir sorunu olarak gördüğü bu konuya, dönemin diğer roman yazarlarında da olduğu gibi, bir çözüm önerisi getirememiştir Sami Paşazade Sezai.

Satir’in en önemli özelliğinin de bu olduğunu söylememiş miydik zaten?

Edebi eserde hoşnut olunmayan sorunu dile getirmek fakat çözüm önerisi sunamamak…