Yukarıda gördüğünüz görsel eski bir kartpostaldan. Atatürk Kitaplığı Arşivi’nden aldım. Bu kartpostalda ekmek yiyen hamal ve kendilerine de pay düşeceğini ümit eden sokak köpeklerini görüyorsunuz. Görseli görünce Ercüment Ekrem Talu’nun 1946’da Son Posta’da yayımlanan İstanbul’un Sokak Köpekleri başlıklı yazısından öğrendiğim; atlatılan her kazadan, geçiştirilen her hastalıktan sonra köpeklere ekmek doğramanın eski bir adet olduğu bilgisini hatırladım. Kartpostaldaki hamalın ne umduğunu bilemem ama “Niyet Hayır Akıbet Hayır!” aforizmasının gücünün farkındayım. Bu yazıyı temiz, saf niyetine yaşamım boyunca tanık olduğum, sınırlı mezesini çoğumuza en sevimsiz gelen hayvanlarla bile paylaşan Rahmetli Babam’ı düşünerek yazıyorum.

Yunus Emre bir şiirinde şöyle diyor:

“Bunda kend’özün gören
Oldurur yolda kalan
Benim bir karıncaya
Ulu nazarım vardır”

Nazar; bakış, görüş, anlama ve değerlendirme biçimi, fikirle görme. Ulu Ozan Yunus, bir karıncaya nazarım var diyor, bakıyorum ama bu sadece duyuların işi değil bir anlam ve değerle bakıyorum diyor. Hem de ulu bir nazarım, bakışım var diyor. Yüce, büyük, aşkın, yüksek, görkemli, kadim yani ulu. Anlıyorum ki Yunus, bir karıncaya, bir hayvana yüksek, aşkın, görkemli bir yerden, bir anlam ve değerle bakıyor, nazar ediyor.

Samiha Ayverdi, “Biz bir târih, bir an’ane, bir görüş, bir nizam, bir üslûp, bir medeniyet kaybettik. ” diyor. Hem de nasıl… Bu, insana kıymık gibi batan cümle içinde en fazla “görüş”ü yani Yunus’un dilindeki ifadesiyle nazarı önemsiyorum. Zira toplumlar tarih içinde savaşlar, topraklar kaybedebilirler, fakat zaman içinde kaybettikleri tarihi yeniden ve belki de daha güçlü bir şekilde yazabilirler. Geleneklerini kaybetseler de yapıp etmelerini, davranışlarını başka bir formda devam ettirebilirler. Üslup kaybı da toplum ve uygarlıklar için son derece ciddi bir kayıptır. Fakat o toplum görüşünü, nazarını kaybetmişse… Çünkü nazar, görüş boş bir bakış değildir, o insanı o insan, o toplumu o toplum yapan karakteristikleri içinde taşıyan, düşünmeyi ve yapmayı besleyen kuşatıcı bir kaynaktır.

Bizim var olma tarzımızın dokusunu oluşturan, belirli bir tarzda insan, evren ve toplum kavrayışını içeren kavram ve hatta dil öncesine karşılık gelen nazarı kaybettik. 20. yüzyıl fenomenolojisinin kavramlaştırmasıyla “yaşama dünyası”nı, şimdilerde bilgelik, hikmet olarak anlamı daraltılarak bilinen ama Antik Yunanlının ondan çok fazlasını; düşünme ve yapmayı da belirleyen kültür dünyasına karşılık geldiğini anladığı “sophia”yı kaybettik. Kaybettiğimiz nazar; geniş, derin, engin, zengin, yüksek, kucaklayan, birleyen bir yerde oturuyordu. Ulu bir nazar…

Bir nazarım var, diyor Yunus. İşte bu ulu nazarla bakıyorum karıncaya diyor. Samiha Ayverdi ise biz bu nazarı kaybettik, diyor. Bence bu nazarı kaybettiğimiz için tarihimizi de uygarlığımızı da kaybettik diyor ya.

Yakın zamanlara kadar bu “ulu nazar” yaşıyordu.

Doğan Cüceloğlu Damdan Düşen Psikolog adlı nehir söyleşisinde analığı ile bir anısını anlatıyor: “İlk geldiği günlerdi. Demek ki ben on yaşlarındayım. Sapan taşı…Hani sapan, biz o yörede, lastik derdik. Serçe kuşuna da ficik derdik. İneklerin arkalarında gezerlerdi. Ve ficiğe sapan taşı attım, vuramadım. Analığım işte kendi şivesiyle, ‘Atma yavrum. Vurma’ dedi. Ben de ‘Sen ne bilirsin Yörük kadını?’ gibilerinden, böyle bir direnç göstermek için, ‘Ne var?’ dedim, ’bannak gibi güpgüççük guş’ dedim. O zaman söyledi, ‘Oğlum.’ dedi, ‘canın büyüğü küçüğü olur mu? Allah her birine bir can vermiş. Vurma yavrum, günah.’ ‘Canın büyüğü küçüğü olur mu? Bu ne bilinç ya? Bu ne müthiş bir şey! Ne bilgelik! Tüylerim diken diken oldu.” İşte kaybettiğimiz “ulu bir nazar” söylemi. Can taşıyanları bir anlam etrafında birleştiren varlık kavrayışının gündelik yaşamdaki yansıması. Nefes aldığımız hava gibi hissedilmez, soluğumuza siner bu derin kavrayış.

Köyün bilgeliğini, şehrin zarafetini kaynaklarıyla beraber keşfetmeliyiz. İşimiz zor, haklısınız. Tahsil görmemiş, irfan kültürünün içinde saflığını koruyabilmiş insanları bulmak kolay değil. Şimdiki tahsilsiz insanlar geçmiş kültürün izlerini taşımayan; gecekondu kültürü diyebileceğimiz, derme çatma bilgilerle yetişmiş, aklını ve kalbini kullanmasını bilmeyen, din yoluyla kolayca aldatılan insanlar. Okumuşlarsa ideoloji ve çıkarla kolayca aldatılıp kullanılan insanlar maalesef. Kabul ediyorum, ancak kaynak suyumuzu kanalizasyon suyundan ayırmayı, gülistanımızdan yabani otları temizlemeyi de bilmeliyiz.

Bu toprakların sadece bize değil herkese, tüm insanlığa bir teklifi var. Bu teklife duyarsız kalamayız.

Bir karıncaya ulu nazardan köpek itlafına geldiğimiz şu günlerde bugüne kadar üzerine düşen görev ve sorumlulukları yapmayan siyasileri dinliyorum üzülerek. Aşağıların da aşağısına düştüklerinin farkında olmaksızın, ellerinde efendilerinin ilacını tutarak, aldıkları kararı meşrulaştırmak adına Batılı ülke uygulamalarından örnekler veriyorlar. Lakırtıları dinlerken Samiha Ayverdi’nin Bir Türk Gibi Düşünmek başlıklı yazısında anlattığı durum geldi aklıma: “Türkiye’de hâriciye mensubu olabilmek için; mezuniyetten sonra devletler hukuku, siyâsî tarih, medenî hukuk, anayasa hukuku ve meslekle ilgili diğer konularda imtihana girilir, mülâkât yapılır. İşte şimdi bu basamakları atlayarak İsviçre’ye gönderilen yeni mezun bir arkadaştan duyduğuma göre oradaki meslektaşları arasından biri ‘Size hariciyeye adım atmanız için ne lâzım?’ diye sorduğu zaman bizimki de yukarıda yazdığımız derslerden tekrar imtihana girip mülakâtlarda da muvaffak olunca tâyinin gerçekleştiğini söylemiş. Meslekdaşı; “Mâdemki bütün bu derslerde başarı kazanmış, mezun olma vaziyeti hâsıl olmuş o halde tekrar be tekrar yeni yeni imtihana çekilmek neye yarar?’ deyince Türk hâriciyeci ‘Sizde böyle formaliteler yok mu?’ diye sormaya mecbur olmuş. Arkadaşı: ‘Hayır, yalnız bir tek sual sorarlar. O da şu: Sen bir hâriciyeci oldun. Acabâ bir İsviçreli gibi düşünebiliyor musun?’ cevâbını verince Türk hâriciyeci ‘Kafama bir yumruk yemiş gibi oldum. Çünkü bize gittiğin yerlerde bir Türk gibi düşünmeyi biliyor musun, diye soran olmamıştır.’ dedikten sonra onun için de gerek diplomatik çevrelerde ve gerek siyâsi hayâtımızda aksaklığımızın bundan ileri geldiğini söylemişti.”

Yüzyıllar boyunca Anadolu’da yaşayan ve buradan geçen farklı renk, din, dil, mezhep ve meşrebin katkısıyla oluşan Türk gibi düşünmenin karakteristiklerini, insanından madenine kadar tüm varlığı kuşatan engin bakışının dayandığı ilke ve değerleri biliyor muyuz acaba? Bu tarz düşünmenin başka tarzdaki düşünmelerden farklılığını ortaya koyabiliyor muyuz?

Yörük bir Türkmen kadını gibi, bir Türk gibi düşünmüyoruz, çünkü o ulu nazarı kaybettik. Bu ulu nazara sadece bizim değil tüm insanlığın ihtiyacı yok mu?

Bizim çeşitli modeller geliştirip bizlere emanet edilen dilsiz kullarla kurduğumuz örnek etkileşimi tüm dünyaya yaymamız gerekirken siyasilerin lakırtılarına, cahil küstahlıklarına maruz kalıyoruz. Medet umduğumuz üniversiteli akademisyenler beş yıldızlı otellerde düzenledikleri medeniyet sempozyumları ile oyalana dursunlar, görüyoruz ki insanlığa bir davetimiz yok. Din adamları kutsallığını yitirmiş bir tanrının sevimsiz emir ve yasaklarını sıralar, görev ve sorumluluklarımızı hatırlatırken çocukların Karabaşlar’a, Fındıklar’a, Garipler’e göstererek geliştirmedikleri şefkatin acısının nasıl ve kimler üzerinde çıkacağını düşünmüyorlar.

Bu “ulu nazar”ı bir felsefe olarak anlıyor ve kabul ediyorum. Bir felsefemiz yoksa “Kamu âlem birdir bize” diyemeyiz. Kendimizden başka kutsal, önemli, değerli, gerekli, faydalı tanımayız.

Çoklukta tekliği göremeyiz, çokluğu tüm renkleri soldurmadan birleştiremeyiz. İnsan, hayvanat ve nebatat arasındaki ahenkli uyumu koruyamayız, dönüşümlü olarak birine ama son kertede hepsine birden zulmederiz.

Pedagojik Dertlenmeler kitabımda Felsefesizliğin Sonu: Şahin Görünümlü Serçe başlıklı bir metin var. Şöyle demişim: “Tüm kurumlarımız toplama araba gibi; kaportası bir yerden, motoru başka bir yerden. Şahin görünümlü serçe anlayacağınız. Bazen somut bir sorundan kurtulmak bazen bir imaj inşa etmek adına Tanzimat aceleciliğiyle ürettiğimiz çözümler, yaramıza derman olmuyor. Bize bütünün bilgisini verecek olan felsefedir. Felsefe çalışmamız gerekiyor. Bu toprakların insan, toplum, evren görüşünden temellenip evrensele yönelen, parça bütün ilişkisini ahenkli biçimde kuran, kuşatıcı bir felsefeden söz ediyorum. İnanın, keşfedilmeyi bekleyen bu felsefede, aradıklarınızı bulacaksınız. Aradığımız şey, kaybettiğimiz yerde. Siz hiç türkü dinlemediniz mi, hiç hat görmediniz mi, ebru yapmayı denemediniz mi, Anadolu’da bir evi gezip halının, kilimin üzerine bağdaş kurmadınız mı, yün bir çorabın desenine bakakalmadınız mı, pabucu dama atılmak deyiminin hikâyesini merak etmediniz mi? Ah ah… Kendimizi bilmekten söz ediyorum, başka bir şey değil anlatmak istediğim.”

Bu ulu nazara, felsefeye, varlık kavrayışına, değerler hiyerarşisine, bu toprakların dünyaya sunduğu Türk gibi düşünmeye, sadece bizim değil tüm insanlığın ihtiyacı var derken ihtiyacın öneminin ve aciliyetinin farkında olduğum kadar bir hayalden söz ettiğimin de farkındayım. Hayalin dönüştürücü, koşullardan bağımsız olarak sınırsız vizyon vericiliğine inanıyorum. Destanları tutkulu aşıklar yazmıyor mu?

İnsanın yüreğini kerpeten gibi yakalayan, yaşamımıza renk ve neşe katan dostlarımız değil mi haklarında ferman verdiklerimiz…

Edhem Pertev Paşa tarafından kaleme alınan Av’ave’de bir filozofla konuşan Kıtmir adlı köpek, Farsça hikmetli beyitte mealen, Allah’ın bütün unsurlarını birbirlerine ihtiyaç duyacak şekilde yarattığı bu alemin bir parçasını yok etmek, bir felakete yol açar, diyor.

Niyetlerimizi tazeleme zamanı şimdi. İnanın bana, şimdi köpekler, yarın bizler…