Okurluk süreci, bir anı barındırarak yol alır. Benim okuma serüvenimde en küçük amcamın çok etkisi vardır. Bir yaz tatilinde Antalya’da onların misafiri olmuştum. Kuzenlerimin odasına girdiğimde büyük bir kütüphane ve içinde de sayısız eser vardı. Kitaplara dikkatli dikkatli baktığımı gören amcam istersem okuyabileceğimi söyledi. Ben, o yaz havuz ve deniz kenarında dahi oyun oynamayı öteleyerek kitap okumaya adadım kendimi. Aslında çocuk aklımla Ankara’ya ailemin yanına dönmeden önce bu kitaplıktan okuyabileceğim kadar çok kitap okumayı hedeflediğimi ifade edemesem de hareketlerimle göstermiş olmalıyım ki amcam okuyamadıklarımı yanımda götürebileceğimi söylediğinde mutluluğum boşlukta asılı kaldı. O kitapların benimle olacaklarını bilmek, okumaya devam edeceğimi bilmek harikaydı ama inanın bu mutluluğu tarif etme yeteneği bende yoktu.
Ankara’ya döndüğümde okumaya devam ettim. Babama bundan sonra kitap alıp alamayacağımı sordum. Ankara’da kirada oturan üç çocuklu bir ailenin imkânları doğrultusunda aslında istediğim şey lükstü. Ancak babam büyük bir incelik göstererek Dost Kitabevinin bir kartını getirmişti. Ankaralıların bildiği bu muhteşem kitabevine düzenli gidiyor, saatlerce kitaplara bakıyor ve mutlulukla eve dönüyordum.
Okurluk sürecimde zevklerim, ilgim sık sık değişse de çocuk edebiyatını okumayı hiç bırakmadım. Bu nedenle de Arsız Sanatta çocuk edebiyatının yazarları ile söyleşi yapmaya da devam ediyorum.
Nisan ayında Can Çocuk Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan İnci’nin Kitabı, Göknil Özkök’nün kelimeleriyle, Başak İşbilir’in çizimleriyle okurunu yeni bir evrene davet ediyor.
Ben de bu davete kayıtsız kalamayarak Göknil Hanım’ın araladığı kapıdan içeriye girdim. İnci’nin Kitabı’nı okuyacağım diye başladığım bu küçük merhaba, bir anda derin bir tanıma hissine dönüştü. Gün Bey’in Penceresi, Emekli Vagon, Değirmenci ile Baykuş, Küçük Kırmızı Düğme aynı gün okuduğum diğer kitaplarıydı.
Göknil Hanım’ın üslubu, kurgusu beni ona yakınlaştırdı. Bütün samimiyetimle söyleyebilirim ki çocukluk sürecimde kendisinin kitaplarını okuma imkânım olsaydı favori yazarlarımdan biri olarak tanımlardım kendisini. Beni ben yapan kitaplar arasında saydığım isimlerden olur, kuvvetle muhtemeldir ki vücudumda bir de onun kitaplarından bir öge dövme olarak diğer dövmelerimin arasına katılırdı.
Viyola sanatçısı, akademisyen ve yazar Göknil Özkök ile Ahmet Adnan Saygun’dan, İnci’nin Kitabı’ndan, Türkiye’de müzik eğitiminden ve çocuk edebiyatından konuştuk.
Keyifli okumalar…
Bugün son kitabınız “İnci’nin Kitabı” üzerine konuşacağız ancak öncesinde müzisyenlerin yaşamına ışık tuttuğunuz biyografiler üzerine bir soru yöneltmek istiyorum. “Sihirli Mozart”, “Bach Yürürken”, “Chopin Küle Dönüşen Kalp” kitaplarınız sayesinde çocuklar, müzik dehaları ile tanışıyor. Bu müzisyenler aynı zamanda önemli besteciler. Bu sanatçıları seçme nedeninizi öğrenebilir miyim?
Yazdığım üç besteci de ülkemizde çocukların ismini bir şeklide duydukları ya da dinlemiş oldukları müzisyenler. Bu bestecileri seçmemin nedeni ise; bu tarihi kişiliklerin çocukluklarından itibaren müziğe olan tutkuları, hayatlarına yön vermeleri ve sabırla hayal ettikleri yolda ilerleme çabaları. Benim de konservatuvar yıllarımdan bugüne, eserlerini defalarca seslendirdiğim bu bestecilerle, her iki yolda da gönül bağım var. Müziklerini icra etmek, yaşam öykülerini kağıda dökmek…
Çocuk edebiyatının bir eğitim sorumluluğu taşıyıp taşımadığı konusunda emin olamadığım noktalar var. Genel olarak bütün edebî eserler için de düşündüğüm bir nokta bu. Öte yandan sizin Chopin, Mozart ve Bach biyografilerinizin öneminin de farkındayım. Çok sevdiğim Mozart’ı sizin kaleminizde okumak benim için yeni bir tecrübe oldu mesela. 1984 yapımı Amadeus filminde Mozart’ı canlandıran Tom Hulce’un kahkahalarını kitabınız aracılığıyla yeniden duydum, müzik tutkusu ve yeteneğine yeniden hayran kaldım. Tam da bu noktada zihnimdeki soruya cevap bulmak için sormak istiyorum. Sizce çocuk edebiyatının bir görevi var mıdır, varsa nedir?
Sanatın bir görevi olduğunu düşünmüyorum ben. Sanat bir tür iletişim sağlar.
Ben kitaplarımı, çocukları klasik müzik hakkında bilgilendirmek, müzikle ilgili bilgiler vermek için yazmıyorum. Bir kitaba başlarken de sınırlar koymuyorum kendime çünkü ben yazmak için yazıyorum her şeyden önce. Benim için, edebiyat, dilin inceliği, kurgunun başarısı vs… önemli. Ve en önemlisi, okurla bağ kurmak, anlatmak istediklerimi edebiyat yoluyla paylaşmak…
Hayatta deneyimlediklerimiz, yaşayarak öğrendiklerimiz daha uzun süre kalır aklımızda, bu bilgiler yeni kapılar açar, bakış açımızı değiştirir, bizi ummadığımız bir tarafa yönlendirebilir. Benim yapmak istediğim şey; çocuklara bir kurgu içinde bu müzikal deneyimleri yaşatmak, anlattığım karakterin hayata bakışı ve onun kendi deneyimleri ile okurun arasında bir köprü kurmak.
“Birlikte Okuyalım” serisinden Gün Bey’in Penceresi benim için özel bir noktada duran kitaplardan. Kurgunuzun gücünü de Ceyhun Şen çizimleriyle büyüleyici bir evrene dönüştürmüş. Yaşadığımız evrenin büyüklüğü, evlerimizin büyüklüğü kimi zaman hiçbir anlam taşımıyor. Küçücük bir pencereden bütün hayatı anlayabilir, küçücük bir pencereden “bir”inin hislerini görebiliriz. Çocuk edebiyatı yazarı olarak bu dünyayı nasıl takip ediyorsunuz, onların anlam evrenini kendinizde nasıl güncel tutuyorsunuz?
Güzel düşünceleriniz için teşekkür ederim öncelikle. Gün Bey’in Penceresi çocuk okurların yanı sıra yetişkinlerin de severek okuduğu bir hikâye. Bu da beni çok mutlu ediyor tabii. Ceyhun’un katkısı elbette çok büyük Gün Bey’e. Ceyhun, benim anlatmak istediğim duyguyu anladı ve tam o duyguların renkleri hâkim oldu hikâyeye.
Ben, her zaman “pencere”nin ardını merak eden, bol bol hayal kuran bir çocuktum. Yaşlı insanları çok severdim örneğin. Geçmişe dair dinlediğim her hikâye, her anı benim zihnimde yer ederdi sonra ben onları değişik formlara sokardım. Kendi yarattığım dünyada mutluydum ve belki de bu beni sanata ve üretmeye iten en önemli etken oldu.
Benim güncel tuttuğum, özel olarak gözlemlediğim bir şey yok aslında. Başladığım hikâyenin, yanı başımda beliren karakteri ile aynı şekilde düşünebiliyor, aynı şekilde hareket edebiliyor ve anlatacağım hikâyenin yaşatacaklarını hissedebiliyorsam gerisi kağıdın üzerine dökülüyor zaten kendiliğinden.
Kitaplarınızda çizimlerin kurgunun tamamlayıcısı olduğunu ve kurgunun gücünü ortaya koyduğunu düşünüyorum. Bu kitaplar nasıl bir çalışma süreci sonucunda biz okurlarla buluşuyor?
Ben metni bitirdikten ve son okumalarımı yaptıktan sonra, editörümle metni çalışma aşamasında resimlemeyi de konuşuyoruz. Bildiğimiz ya da takip ettiğimiz illüstratörlerin çalışmalarını inceleyip benim aklımdakine en yakın ya da hikâyenin ruhuna uygun resimleri olanlarla irtibata geçiyoruz. Ben bu konuda hep şanslıydım. Kitaplarımda çalıştığımız tüm illüstratörler, benim zihnimdeki karakterleri, mekânları neredeyse birebir canlandırdılar sayfalar üzerinde.
Dille kurduğunuz ilişkinin benim gibi yetişkin ya da çocuk, tüm okurlarınızı çok etkilediğini düşünüyorum. Bu da bana ilk yaşlardan bu yana iyi bir okur olduğunuzun ipuçlarını veriyor. Sizce bir çocuk okurun kitap ile buluşurken beklentileri ile yetişkin bir okurun beklentileri arasında fark var mıdır?
Çocuklar tertemiz bir zihinle, önyargısız okuyorlar kitapları. Tek beklentileri, yazarın onları etkileyecek, heyecanlandıracak belki güldürecek belki korkutacak kısacası iyi zaman geçirecekleri bir serüvene çıkarıp çıkaramayacağı konusunda olabilir. Aslında yetişkin okur da farklı bir beklentide olmaz. Yazarın, onu hikâyenin içine almasını ister.
Dil konusuna gelecek olursak, mutsuz olduğum konu, toplum olarak dilimizi gitgide törpülüyor, sanki yok etmeye çalışır gibi uğraş veriyor olmamız. Bu da insan ilişkilerinde tartışmanın, kendini ifade edebilmenin yok olması demek.
Ben dil konusunda elimden gelenin en iyisini, daha iyisini yapmayı amaçlıyorum her zaman. Bu da sanırım dile olan yatkınlığınız ya da okuma geçmişinizle ilgili. Dilimizin zenginliğini, geçmişini ve müziğini seviyorum. Müzisyen olduğum için de dille müzikal bir bağ kurabiliyorum. Kurduğum sözel yapının, okur tarafından çok akıcı ve şiirsel bulunması sanırım bu yüzden. Ben, sözcüklerin anlamlarını güçlendirecek yapıda cümleler kurmayı, yerlerini değiştirmeyi, sözcüklerle müzikteki gibi yükselmeler, alçalmalar yaratabilmeyi, bölüm sonlarında etkiyi artıracak denklemler kurmayı seviyorum. Yine aynı şekilde, çocuklara yazıyorum diye ‘en anlaşılır biçimde yazayım, Eski Türkçe sözcük kullanmayayım’ gibi sınırlarım yok. Aksine, dilimizin zenginliğini bu şekilde aktarabileceğimizi düşünüyorum. Bir çocuk okur, cümle içinde anlamadığı bir sözcüğü muhakeme yoluyla anlayabilir. Yazar o kelimenin anlamına doğru vurgu yapabilmişse çocuk zaten doğal olarak anlar. Bu, yazarın başarısıdır ve bir çocuğun “iyi bir okur” olmasına en büyük katkısıdır bana göre.
Çocukların hayal güçleri karşısında çoğu kez şaşkınlığımızı gizleyemesek de çocuk edebiyatını oluşturanlar da yetişkinler. Dil kullanma becerisi, deneyim, olgunluk gibi kavramların etkisini bir kenara bırakarak düşünürsek neden onların edebiyatını onların yaratım gücüne emanet edemiyoruz?
Bir çocuğa bir yetişkin olarak göz hizasından değil de, yukarıdan anlatıyorsanız hikâyenizi, belki onun dünyasına girmeniz mümkün olmayabilir. Bir çocuğu yakalamanın yolu samimiyet ve inanmaktır bana göre. Siz anlattığınız hikâyeye ne kadar inanıyorsanız, okur da o kadar inanır. Bu noktada çocuklara yazmanın bir formülü, bir reçetesi olduğunu düşünmüyorum ben. “Bu işi neden yapıyorsunuz?” Önemli bir soru bence. “Yazmaktaki amacınız ne?”
Yazmak deneyim gerektiren bir iş ve en başta da yazmayı sevmek çok önemli. Öte yandan, tüm bu teknik konular sizin işçiliğiniz, emeğiniz, bunlar öğrenilebilir tabii. Ama sizi özel ve ayrı kılan sizin üslubunuzdur, iç dünyanız, birikimlerinizdir.
Detaylar çocuklar için sıkıcıdır. Kitaplar iyiyi, doğruyu, güzeli anlatmak zorunda da değildir. Kitap hayatı ne kadar olduğu gibi anlatırsa, çocuk da geleceğe o kadar donanımlı adımlar atar. Çocuğa; “neyi” değil, anlatacağımız kavramı “nasıl” yazacağımız önemli aslında. Onların hayal gücüyle bizim yazdığımız hikâyeler, her bir zihinde binlerce kez bizim bile hayal edemeyeceğimiz kılıklara giriyordur zaten.
İnci’nin Kitabı’nda Özsoy Operası’na değiniyorsunuz. Ahmet Adnan Saygun’un 27 yaşında Atatürk’ün emriyle Özsoy Operası’nı mucizeler yaratarak iki aylık bir süreçte bestelediğini biliyordum. Hatta “Güzel Sanatlar ve Edebiyat” konusunu anlatırken öğrencilerime ilk Türk operasını araştırmalarını ödev olarak verir, sunumlarını keyifle dinlerdim. Ancak ben bu bilgiyi öğrendiğimde maalesef ki yirmili yaşlarımdaydım. Eğitim hayatım boyunca da hiçbir müzik dersinde bunun anlatıldığını hatırlamıyorum. Bu nedenle öğrencilerimin bu kıymetli bilgiyle olabildiğince erken buluşması benim için önemlidir. Bu operanın hikâyesini “Bir devlet adamının, diğer bir ülkenin devlet adamına uzattığı en güzel zeytin dalıdır sanat.” olarak anlatırım. Peki ülkemizde müzik eğitimi neden öncelikli bir ihtiyaç olarak görülmüyor, neden sanatsal bir donanım inşa edilemiyor?
Klasik Batı müziği bizim coğrafyamıza, kültürümüze ait değil elbette. 1800’lerde saraya gelen Avrupalı müzisyenlerle başlayan ama yine saray içerisinde kalan ya da saray çevresine hitap eden bir müzikti. 1950 sonrasında ise, hükümetlerin kültür ve sanata yaklaşımları doğrultusunda müziğin ve sanatın pek çok dalının ne derece ilerlediğini, ne kadar topluma ulaştığını, bugün geldiği noktaya bakarak anlayabiliriz sanırım.
Başkarakterimiz İnci, piyano çalmayı çok seviyor. Ailesi de bu konuda ona destek oluyor. Özellikle babası topladığı plaklarla da İnci’nin piyano bilgisi ve zevkini zenginleştiriyor. Babası tesadüfen sahafta bulduğu “İnci’nin Kitabı”nı alıyor ve kızına hediye ediyor. Böylece Ahmet Adnan Saygun’un önemli bir bestesi ile buluştuğumuzu anlıyoruz. Bu eser, Ahmet Adnan Saygun’un yurt dışında yayımlanan ilk eseri. Ahmet Adnan Saygun’un ilk dönem eserlerinden olan “İnci’nin Kitabı” yedi parçadan oluşuyor. Peki bu eserin önemi nedir? Piyano eğitimi alan biri neden bu eserle buluşmalı?
İnci’nin Kitabı, kompozisyon bütünlüğü ve zenginliği ile çocukların, gerek piyano tekniği gerek müzikal açıdan gelişimlerine katkı sağlayacak keyifli bir eser. Baştan sona her bölüm bir karakter ve bir hikâye içeriyor. Bu da, çocuğun müzik yoluyla dinleyiciye eserin anlattıklarını ifade edebilmesi bakımından büyük önem taşıyor.
Sanat eserlerinde köşkleri sırlı bir dünya olarak görürüz. İnci’nin Kitabı’nda da bir köşk ile karşılaşıyoruz mekân olarak. Bir apartman dairesinde bu ruhu aramayız ancak köşkler için anlatılan hep bir ya da birkaç hikâye vardır. Mekânlara yüklediğimiz anlamlar hakkında ne söylemek istersiniz?
Son yıllarda, özellikle İstanbul’daki kentsel değişimler, dönüşümler yalnızca eski köşkleri, tarihi yapıları değil, mimari güzelliklerle dolu, bahçeli, iki-üç katlı, balkonlu, sanat eseri niteliğinde seramik zeminli cepheleri ve birbirinden farklı güzellikte kapıları olan eski semt apartmanlarını da ortadan kaldırmaya başladı. İnsanın yakın geçmişine dair yaşadığı mekânlar hızla değişiyorsa ciddi bir bellek kaybı kaçınılmazdır. Bu tür değişimlerin insanda alışkanlıkların da yok olmasına neden olduğunu düşünüyorum. Bugünümüzü, geçmişte yaşadıklarımız sayesinde inşa ettik. Bugün yaşadıklarımız da geleceğimizi şekillendirecek. Bu kadar hızlı değişimler nedeniyle yakın gelecekte sanırım anlam yüklenecek pek bir şey kalmayacak gibi görünüyor.
İnci, “İnci’nin Kitabı”nı dinlerken uyuyakalıyor ve rüyasında bu kitabın oluşma hikâyesini görüyor. Tamamen okur hissiyatıyla bu hikâyeyi iki türlü okudum. Zaman algısını bir kenara bırakarak İnci’nin gençliği ile yaşlılığının buluşup bu hikâyeyi aktardığını da düşündüm. Çok sevdiği bir eseri içselleştirerek günlerdir hayal kurduğu köşkle bu hikâyeyi anlamlandırdığını da düşündüm. Sebep ne olursa olsun İnci bu eserin önemini kavrayabilecek bilgilere sahip olabiliyor. Sanat eserlerinin gerçek anlamına o eserleri içselleştirerek mi ulaşabiliriz?
Sanat göreceli bir kavram. Bir eser, onunla karşı karşıya kalan her kişi için farklı anlamlar taşır. Sizin yaşanmışlıklarınız, hayata, insanlara, doğaya, sanata vs… bakış açınız doğrultusunda bir şeyler ifade eder. Böylelikle, her bir sanat eseri herkes için en güzel, en özel olamaz. Bir eser, sanatçının iç sesidir. O sesi duyabilen, hissedebilen kişi için ise o eser, kendisinden bir şeyler bulduğu, anlamlar yüklediği, değer verdiği bir esere dönüşür.
Edebiyat öğretmeni olmanın yanında çocukluk hayalinin peşinden emin adımlarla ilerliyor. Kendi platformunu oluşturarak dostlarını bir araya topladı. Dostlarıyla sanatın her alanında üretim yapıyor ve inatla yapmaya devam edecek. Saplantılı edebiyat takipçisi. Kimi zaman Kafka’nın böceğinin peşinde, kimi zaman Slyvia Plath’in kafasını soktuğu fırının içinde. Kimi zaman Dostoyevski’nin yarattığı ‘Öteki’ ile ilgileniyor.