Mimarlık dünyasının en temel gayesi her zaman “büyülemek” olmuştur. İnsanlık; hep daha iyiye, daha büyüğe ve daha yükseklere uzanmanın hayali içinde, adeta bir eskiz çalışması sürdürürcesine binlerce yapı üretmiştir. Bu yapılar arasında şüphesiz en büyüleyici resim örneklerine sahip olan bir manastır kilisesi vardır: Kariye Müzesi.

Meraklı gezginler ve sanat arsızları için büyüleyici bir durak olacağını düşündüğümüz Khora Manastır Kilisesini ziyaret ettik ve deneyimlerimizi tarih ile harmanlayarak sizlere sunmak istedik.

Kısaca yapıyla ilgili biraz bilgi vermemiz gerekirse, Khora Manastırı Kilisesi günümüzde Kariye Müzesi olarak ziyarete açık. Açık konuşmak istiyorum, İstanbul’un tarihi yarımadasının yıldızının parladığı bir dönem olan Bizans dönemine dair elimizde pek fazla resim örneği yok. Ayasofya ve Kariye Müzesi bu dönemlerden günümüze ulaşan resim ve mozaik örneklerine ev sahipliği yapan en değerli iki yapı. Constantinopolis kentinde yaşanan bir sürü trajik olay nedeniyle kimi yapılar günümüze ulaşmamış, ulaşan yapıların ise sanatsal nitelikleri tam olarak korunamamıştır.

Yapının tarihçesinden bahsedelim önce.

Günümüzde varlığını sürdürmeye  Kariye Müzesi olarak devam eden yapı, aslında aynı adla anılan bir manastırın ana kilisesi imiş. Fakat bu bölgenin tarihi bu manastırın yapılışından da önceye dayanıyor. Onuncu yüzyılın sonlarında yaşamış üst düzey bir bürokrat, aynı zamanda yazar ve aziz olan Symeon Metaphrastes, erken Hristiyanlık döneminde; 298 yılında seksendört müridi ile birlikte şehit olan Aziz Babylas’ın gömü alanı olarak bu bölgeyi işaret etmiş. Constantinopolis kentinin kuruluş tarihinin birkaç yıl öncesine denk gelen dördüncü yüzyılın başlarında Aziz Babylas ve müridlerinin rölikleri bu kente taşınmış ve gömülmüştür kaynaklara göre. Yani aslında manastırın üzerine kurulduğu toprakların kutsiyeti dördüncü yüzyıldan itibaren başlamış. Ayrıca Aziz Babylas’ın buraya gömülüşü ile birlikte başlayan “gömü alanı” olma geleneği yapının ilerleyen dönemlerinde de devam etmiş.

Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümü Profesörü Engin Akyürek; bu yapıdaki resim örnekleri üzerine yaptığı bir incelemede1 yapının çoklu evrelerinden ilkinin tarihine değinilmiştir. Bu incelemede Prof. Dr. Engin Akyürek durumdan şöyle bahseder:

“Arkeolojik verilerin dışında, Khora manastırının ilk kuruluşuna ilişkin tutarlı ve kesin bilgi kaynaklarına sahip değiliz. Procopius’un2, İmparator Iustinianus döneminde yapılan önemli binaları kapsamlı bir biçimde ele aldığı “Yapılar” adlı kitabında Khora manastırından söz edilmezken, 14. Yüzyılda Nikephoros Gregoras, bu manastırın ilk olarak Iustinianus tarafından bir bazilika olarak kurulmuş olduğunu belirtmektedir.”

Yani 9. Yüzyılın öncesinde; yaptıranı ve nitelikleri bilinmeyen bir yapının varlığından haberimiz var. Bu da yapının ilk evresini oluşturuyor. Bu yapıdan ise günümüze yalnızca doğu tarafta yer alan bir alt yapı kalmıştır. Bu alt yapıya biz Constantinopolis topraklarındaki birkaç yapıda da rastlıyoruz; bunun sebebi ise eğimli araziye yapının rahatça yerleştirilmesini sağlamak oluyor genellikle. 1950’lerde Byzantine Institute of America ve Dumbarton Oaks’ın ortak yürüttüğü kazı çalışmaları sonucunda Kariye’deki birinci yapım evresindeki alt yapının bir kripta (gömü yapısı) olmadığı, bu mezarların ilk inşa tarihinden sonraki dönemlere ait olduğu anlaşılınca ilk yapının bir gömü yapısı olduğu tezi çürütülmüş.

Yapının ikinci evresi Ikonoklasmus dönemine denk gelir, yani 9. Yüzyıl. İlk evredeki yapının, ikonoklasmus döneminde sanata olan hırçın yaklaşım ile yıkıldığı düşünülmektedir. 843 yılında Nikaia Konsili ile beraber ikonaların serbest kalışı ile birlikte Mikhael Synkellos’a (Baş Rahip) yapının yeniden inşası için izin verildiği düşünülüyor.

Bu yapının yapımının ardından 11. Yüzyıla dek geçen sürede elimizde yapıya dair bir bilgi maalesef yoktur. Fakat az önce de bahsedildiği üzere 14. Yüzyılda Constantinopolis’te varlığını sürdürmüş tarihçi Nikephoros Gregoras; bizlere yapının 11. Yüzyılda tamamen harabe haline döndüğünü anlatıyor.

Ardından yapının üçüncü evresi başlıyor: Komnenoslar devri. Bu restorasyon, dönemin imparatoru olan I. Aleksios Komnenos’un kayınvalidesi Maria Doukaina tarafından yapılmış. Prof. Dr. Engin Akyürek’ten aldığımız bilgilere göre; bu evrenin kalıntıları, kilisenin asıl ibadet mekânı olan naosu saran duvarların alt kısımlarındaki mermer kaplamalar kaldırıldığında görülebilir imiş.

Yine Prof. Dr. Engin Akyürek’ten bir alıntı yapacağız:

“… Ancak günümüze ulaşabilen kısımlar ve diğer arkeolojik verilerden yola çıkarak bu yapının dört sütun ya da payenin taşıdığı merkezi kubbesi ile haç planlı bir yapı olduğu ileri sürülmektedir…”

Ve kısa bir süre sonra dördüncü evre…

Yarım yüzyıldan bile kısa bir süre içinde yapıya yeniden müdahale gerekmiş fakat bunun sebebini maalesef bilemiyoruz. Bu dönemle birlikte 1120 yılında Isaakios Komnenos tarafından manastır neredeyse baştan inşa ettirilmiş. Prof. Dr. Engin Akyürek’in aktardığı üzere bu yapıda bazı değişiklikler olmuş. Örneğin üç apsisli doğu cephe düzeninden, naosu kapsayacak kadar büyük ve tek bir apsise evrilen bir doğu cephesinden söz ediliyor. Ve iç mekânın, daraltılan kemerler ve büyütülen kubbe ile daha anıtsal hale getirildiğini dile getiriyor Engin Akyürek.

Ayrıca bugün iç nartekste yer alan “Deesis” kompozisyonlu mozaikte, Meryem’in ayaklarına kapanmış bir Isaakios Komnenos görüyoruz. Türk Bizantolog Semavi Eyice, bu kompozisyonun konumlandığı noktanın aslında Isaakios Komnenos’un lahdinin yerleştirileceği yer olarak hazırlandığını öne sürmüştür.

 

Ve ardından Constantinopolis’in aldığı ilk büyük darbe yaşanır…

Latin İstilası.

Düşmüş bir kentin kendisini toparlaması kolay olmamış tabi…

Latin İstilası döneminde yapının nasıl bir zarar gördüğü bilinmiyor; bu dönemde kimi yapılar yakılarak yok edilmiş, kimi yapılar kaderine terk edilmiş, kimileri de kullanılsalar dahi bakımsızlıktan yıkılmaya yüz tutmuş… Sanki hiç bitmeyen bir fırtına gibi, her geçen gün hava daha da kararmış Constantinopolis insanı için…

1261’de Paleologoslar döneminde geri kazanılan kentin yaraları sarılmak istenmiş; günümüze ulaşan Kariye Müzesi’nin büyük bir kısmı aslında bu dönemden sonrasının eseridir.

Fakat son evreye geçmeden önce bir noktaya değinmek istiyorum. Yapının günümüzde de ziyaret ettiğimiz güneydeki ek yapısının yerinde, 14. Yüzyıl eklemelerinden önce bir şapel olduğu biliniyor fakat bu parakklesionun yapımında ilk şapelin izleri tamamen silinmiş.

Ve son evre: Theodore Metochites’in 14. Yüzyıl dokunuşları.

Bu dokunuşlara geçmeden önce, dönemin ruhundan biraz bahsedelim.

VIII. Mikhael Paleologos, fiilen düşmüş bir imparatorluğu avuçlarının içine alır. Fakat kum taneleri gibi, kent günden güne parmaklarının arasından kaymaktadır. Bu kum tanelerini avuçlarında tutması için ihtiyacı olan projeleri hayata geçirmesini sağlayacak ekonomi ise o dönemde Venediklilerin ve Cenevizlilerin tekelindedir.

Ardından ise II. Andronikos Paleologos tahta çıkar fakat Bizans iyiden iyiye gücünü kaybetmiştir. Yalnızca Marmara ve çevresine sıkışıp kalan bir imparatorluk kalmıştır geriye; Anadolu toprakları kaybedilmiştir, ekonomi ise bildiğiniz gibi…

E tabi ki Orta Çağ’ın da en trajik olayları Hristiyanlık çatışmaları üzerinden gelişmiş. Roma Kilisesi ile Constantinopolis kilisesi arasındaki gerginlik, Batı ve Doğu arasındaki siyasi ilişkileri de kötü etkileyince Bizans tek başına kalmış; merdivenlerden ürkütücü ayak sesleri duyup da gardıroba saklanan minik bir çocuk gibi… Birkaç dakika daha fazla nefes almaya çabalamış Bizans, birkaç yüzyıl daha varlığını sürdürebilmek istemiş…

Peki bu “varlığını sürdürme” savaşı sırasında sanat nasıl ilerliyordu?

Bu sene hocalarımdan öğrendiğim, beynime mıh gibi kazınan bir şey var ve bu beni çok garip hissettiriyor. Bazı coğrafyalarda insanlar öldükten sonra tabutlarında sergileniyorlar ve bu sergilenme sırasında ölü kişi süsleniyor; güzel takılar takılıyor, saçları taranıyor, ojeler sürülüyor ve güzel kıyafetler giydiriliyor… Bunların hepsi tek bir şey için yapılıyor; güzel hatırlanmak.

Aynı durum bir imparatorluk için de geçerli oluyor. İçten içe çökmekte olan devlet “İyi hatırlanmak” için ve hâlâ bir görkeme sahip olduğunu kanıtlamak için sanatında bir devrim yaratma uğraşına giriyor. Bunun da Bizans dönemine yansıması “Paleologoslar Rönesansı” üzerinden daha rahatça anlaşılabilmektedir.

Şimdi dördüncü evrenin niteliklerinden bahsedebiliriz.

Theodore Metochites, 1316 yılında dönemin imparatoru tarafından Khora manastırını restore etmesi için atanmıştır. Bu restorasyon 1321’e dek sürmüştür. Fakat ilginç bir bilgi vermek gerekirse, 1321’de başlayan iç savaşla dönemin imparatoru II. Andronikos tahttan indirilerek torunu III. Andronikos tahta geçmiş. Yeni imparatorun tahta geçişi, Metochites’in de büyülü dünyasının sonu olmuş ve Metochites Trakya’ya sürgüne gönderilmiş. Bu acılı dönemlerini ise kağıda döken Metochites’in çeşitli şiirleri vardır ve bu şiirlerinde görkemli sarayının, mal varlığının tahrip edilişi ve yok edilişini de anlatır.

Üst düzey bir bürokrat oluşunun yanı sıra ayrıca erdemli bir entelektüel olan Metochites, en çok da manastırdaki kütüphanesinin zarar görmesinden korkmuş kayıtlara göre. Khora Manastırı’nın kütüphanesi tüm ölümlülerin kullanımına sunulmuş; ilim ve sanat kendi içinde kapanarak değil, dünya topraklarının en ücra köşelerine yayılarak yeşerir çünkü.

“Kitap koleksiyonu ile ilgili istek ve emirlerimin dikkate alınmadığı öğrenmek, ya da bazı kitapların talan edildiğini ve manastırın onlardan mahrum bırakıldığını öğrenmek, kalan kitapların ise ihmal edildiğini, yavaş yavaş çürümekte ve kurtlar tarafından yenilmekte olduklarını öğrenmek beni çok büyük acılar içine atacaktır; ve korkarım ki bu, doğrudan kalbimin orta yerine giren bir yumruk olacaktır.”

Metochites’in bu satırları kalbimizi her ne kadar kırsa da, arkasında bıraktığı kültürel ve sanatsal miras için ona minnettarlığımızı belirtmemiz gerekir.

Gelelim 14. Yüzyılın büyük izlerini taşıyan, yaklaşık bin yıllık bir geçmişe sahip olan yapının günümüzdeki durumuna.

Manastırının etimolojik kökeninden kısaca bahsedelim. Khora kelimesi “Kent dışı, uzak” anlamlarına geliyormuş, yani başlangıçta bu bölgenin surların dışında kaldığından ötürü bu adı aldığı düşünülüyor, fakat ikinci surların da yapılışı ile bu durum değişse de manastırın adı değiştirilmemiş.

Bu yapı yalnızca bir kilise olmaktan da fazlasıymış, bir sürgün yeriymiş aslında. İmparatorluğun farklı yerlerinde farklı sebeplerle sürgün edilen kişilerin – bunlardan en önemlisi hiç şüphesiz Bizans’ın tasvir yasağı döneminde buna karşıt görüşü savunan ikonofil patrik Germanos’tur- son durağı olarak da öne çıkmış bu manastır. Geç Antik Dönem Hristiyanlığı boyunca kiliselerin İsa’ya, Meryem’e ya da havarilere adandığını görürsünüz. Bu yapı da İsa’ya adanmış yığınla yapıdan yalnızca biri.

Bu manastırın, kendisine ait bir yazılı belgesi yani typikonu maalesef yoktur fakat Metokhites’in ele aldığı mektuplarda kilisenin dönemindeki mevcudiyeti ile ilgili bilgiler ediniyoruz.

Günümüzde restorasyonda olan naosun restorasyon öncesi görüntüsü

Günümüzde tek mekânlı bir plana sahip yapı kısaca beş bölüme indirgenerek incelenebilmektedir. Naos adı verilen asıl ibadetin gerçekleştiği alan, kuzey kısımdaki ek yapı, yapının dış ve iç mekanını birbirinden ayıran geçişler olarak iç narteks ve dış narteks ile güney taraftaki şapeli(Parakklesion). Fakat günümüzde yapı restorasyonda olduğundan yalnızca dış narteks, iç narteks ve iç narteksten geçiş yaptığınız güney şapeli olan parakklesiona ulaşabilseniz de yapının içindeki mozaikler gerçekten büyüleyici fakat bizim alanımıza dahil olmadığı için mozaiklerden bahsetmeyeceğiz.

Malzeme kullanımından biraz bahsedelim. Bu malzeme kullanımı, Bizans yapılarında gördüğümüzden çok da farklı değildir. Genellikle taş ve tuğlanın beraber kullanımı olan almaşık duvar tekniği yüzeyin dokusunu oluşturuyor. Bu taş ve tuğlanın dönüşümlü olarak kullanımına çok düzgün bir ritimde rastlayamasak da en düzgün ritim güneydeki parakklesion cephesinde hissediliyor. Narteks duvarları, dönemine uygun bir şekilde mermer kaplama olarak tasarlanmış. Parakklesion daha çok duvar resimleriyle süslüyken iç ve dış narteks mozaiklerle kaplanmış.

Ayrıca yapıdaki sütun başlıklarına da dikkat etmenizde fayda var. Yapıdaki sütun başlıklarına çeşitli melek ve insan figürleri işlenmiş olsa da birçoğunun yüz kısmı tahrip edilmiş. Bu tahribatı bazı araştırmacılar İslam dinindeki tasvire karşı hoşnutsuzluğa bağlıyor.

Parakklesionun gömü alanı olarak tasarlandığı biliniyor. Burada süslü arkasoliumlar – Roma döneminde lahitlerin yerleştirildiği, kemerlerle sınırlandırılan derinlikli nişler – bu teoriyi destekler nitelikte. Buradaki en süslü arkasoliumu, Theodore Metochites’in kendisi için bir mezar yeri olarak tasarladığı düşünülür.


Bu yapının insanoğluna -özellikle sanatsever özgür ruhlara- kazandırdıklarından bahsetmeden geçmek de istemiyoruz. Her şeyden önce bir devrin sanat algısını ve ideolojisini benimsetmekte öncü bir yapı. Bir diğer yandan da, resim sanatının bize kazandırdığı ruhani değerleri çok iyi bir şekilde hissedebiliyoruz. Şöyle ki, resim sanatı bir mimari yapıyı öne çıkaran temel özelliklerden birisi çünkü resim sanatı yapıyı zenginleştirerek etkileyici kılıyor. Bir mimari yapıyı inşa ettiğiniz malzemeyle bıraktığınızda o yapı yalnızca duvarlardan oluşur. Buna karşın bir duvarı mozaiklerle ya da fresklerle süslediğinizde ise o duvarlar yalnızca bir duvar olmanın da ötesine geçerek hikâyesini kulaklarınıza fısıldar.

Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Constantinopolis’in en görkemli, en ilgi uyandıran ve günümüze sağlam bir şekilde ulaşabilmiş en güzel resim sanatı örnekleri günümüzde Kariye Müzesi’nde yer alır. Arsız ruhlara tavsiyemizdir; gidin, görün, Kariye’nin hikayesini bir de siz dinleyin!

 

1Engin Akyürek, Bizans’ta Sanat ve Ritüel, Kabalcı Yayınevi,1996.

2Procopius: İmparator Jüstinyen dönemi tarihçisi. “Yapılar” adlı eseri ile Jüstinyen döneminde inşa edilmiş yapılar hakkında detaylı bilgiler ediniyoruz.