Yıl 2016. Geleceği görebiliyorum dediğimde şaşkınlıkla baktı yüzüme. Akşama yapacağı yemek için yeşilbiberi olmayan kadının telaşını gördünüz mü hiç?  “Merak etme,” dedim kadına, “ileride kaygılanmayacaksın.” , “Nereden biliyorsun?” diye sordu. “Çünkü geleceği görebiliyorum,” dedim. “Nasıl yani? Yeşilbibere ihtiyacım olmayacak mı?” diye sorduğunda şaşırmadım. “Evet, belki de. Ama bir noktayı kaçırıyorsun. O biber yeşil olmayacak ya da biber diye bir şey olmayacağından sen de ihtiyaç duymayacaksın.” “Biber olmayacak mı?” “Biber hiç olmayacak. Olacaksa da senin için bir önemi kalmayacak.” “Hiçbir şey anlamıyorum.” “İşte bundan bahsediyorum, anlayamayacaksın.” “Biberi mi?” “Hayır, anlamadığını anlamayacaksın.”

Doktor Brown’ın laboratuvarına uğradığım bir gün ona dert yanmıştım. Beni dinlerken sabırlı ve oldukça düşünceliydi. Bir yandan hararetle konuşuyor diğer yandan gözlerim odanın içindeki tuhaf cisimlere takılıyordu. Çeşitli deney tüpleri, bu tüplerden sızan duman bulutu, rengârenk şişeler, ilk defa gördüğüm elektronik cihazlar, kitap dolusu raflar, pencereden sızan rüzgârla etrafa uçuşan kâğıt parçaları, burun deliklerimi yakan alkol kokusu… Dikkatimi toplayıp konuşmamı sürdürdüm. Doktor kendi halindeydi. Gözleri uzaklara dalmıştı. Dudakları hafifçe oynamaya başladı; “Her şey bir toz ve gaz bulutuyla başlamıştı oysa. Uzay boşluğunda süzülen, bedeninin yüzde bilmem kaçı su olan basit bir yaratıktım. Bildiğimiz bulutlara benzemeyen, o pembe toz bulutu tenimin gözeneklerinden sızarak minik fakat etkili güneşi, ardından daha önce tanışmadığım o yabancı dünyayı yarattı; içimde. Birçok tehlikeli oluşumlara maruz kaldı bedenim. Güneşimden kopan parçacıklar fırtınalara, şiddetli rüzgârlara neden oldu. Güneş rüzgârındaki parçacıklar, bedenimdeki organizmalara zarar veren bir tür radyasyondu. İnsan bedeni, bu tür etkenlere karşı kendini koruyabiliyordu çünkü manyetik bir alana sahipti. Fakat zihinde gerçekleşen koruma alanı en tehlikelisiydi. Suyuna gitmezsen sana dünyayı dar edebilirdi. Başta pek anlaşamadık. Koruma alanının dışına attı beni. Güneşle iş birliği yaparak beni yaktılar. Yandım. Sonra anladım. Sürdürülebilir bir ateşkesle geçinmeyi öğrendim. Eksikliğini duyduğum her şey fazla gelmeye başladığında kaybolma eğilimim arttı. Yıllardır sorduğum çokça sorunun cevabını az insan yanıtlayabilmiştir. Soru sormak gerçek bir yanıta ihtiyaç olduğundan mıdır? Bu da bir sorudur ve yanıtlanmalı mıdır?”

“Sormak istediğin soru nedir doktor?”

“Ufacık ateşle dünyaları yakabilirsin. Bir iki çalı çırpı tutuşsun yeter. Soru şu; kibriti kim çakacak? Neden çakacak? Kibrit neden var? Sana dünyaları yakma fırsatının sunulduğunu düşünürsün; inanırsın hatta. Tüm seçimlerin sana ait olduğunu söylerlerken, bir kesim de bu seçimleri seçecek oluşunun bir başkasının tercihi olduğunu iddia eder. Sen yine bildiğini okursun. Bunu yaptığın için pişman olabilirsin de olmayabilirsin de. Genelde bildiğini okumak pişmanlık hissi uyandırır. Bu suçluluk psikolojisi de seçim hakkını elinden almak isteyenlerin sende yaratmaya çalıştığı etkinin sonucudur aslında.”

“İnsan kendi kendinin Robin Hood’u olabilir mi doktor?”

“Olabilir de olmayabilir de.  İnsanlardan görmeyi umduğumuz oluşumlar sayılı üretilmiş olmalı. Kimiyse bunlardan tamamen yoksun halde adım atmış kapıdan içeri. Kapısız köyden gelen zır deli kapıyı açık bırakmış ve bunu gören tüm masum köylüler, delinin peşi sıra dalıvermişler içeri. Sorgusuz sualsiz.”

Sözünü bitirirken hafifçe gülümsedi. Birkaç saniye sessizliğin ardından aklına bir şey gelmiş gibi yerinden fırladı. “Sonunda başardım.”

“Neyi başardın doktor?”

“Daha ileri gidebilmeyi.” Doktor Brown gururluydu. Gözleri yuvalarından çıkacaktı sanki. Dağılmış beyaz saçlarını karıştırdı. Gözlüğünün üzerinden beni dikkatle süzdü. Heyecanla konuşmasını sürdürmesini bekliyordum.

“Ben Doktor Brown enerji kapsülleri içerisinde ışık hızıyla yolculuğumu başarıyla tamamladım.”

Bir an duraksadı. Az önceki heyecanı yerini donuk bir ifadeye bıraktı. Ani bir hipnozun etkisine girmiş gibi tek düze ses tonuyla konuşmaya devam etti. “Yıl 2218. Yürüyen soluk benizliler, ifadesizler her yerde. Büyük binalar. Evlerin içi boş. Tek kişilik yatakların bulunduğu dar yatak odaları. Gardıropların içinde, onlarca askıda tek örnek üniformalar. Aynasız şifonyerler. Mikrodalgada ısıtılan lapalar ve çeşitli renklerde kapsüller. Tek tekerlekli ilginç araçlar. Bazısı uçuyor. Artık küçük işletmeler yok. Büyükler de yok. Çalışanlar, sadece çalışanlar var. Koca bir arı kovanının içinde vızıldayan arılar gibi. Birinden söz ediliyor. Büyük arı olmalı. Adını ağza almaya cesaret edemiyorlar. ‘Kim-olduğunu-bilirsin-sen’ diyorlar ona. Her yerde söz ediliyor. Ama onu kimse göremiyor. Duygular, şırıngalar halinde devlet bankasında saklı. O gün mutlu olmak mı istiyorsun, şırıngayı enjekte ediyorsun boynuna. Mutluluk ender bulunanlardan. Etkisi sadece yedi saat sürüyor. Onlara sahip olmak oldukça külfetli.  Fazla mesai şart. Ellerinde ne varsa onunla yetinmek zorunda kalıyorlar.”

Yeşilbiber almak isteyen kadını düşündüm. Ardından mutluluk hormonu için daha fazla kanat çırpmak zorunda kalan zavallı arıları. Doktor geçici hipnozun etkisinden kurtulmuştu. Parmakları saçlarının arasından kaydı bir kez daha. Gözü seğiriyor, elleri titriyordu. “Her zaman sahip olunan ve hayal edilenler arasında köprüler inşa etmeye çalıştığımız bir çağdayız. Kestirme yolları sevenlerin; saçı sakalı ağarmadan boyayanların; kısa cümleleri az tuşla anlatan mesajlardan uzun manalar çıkarılmasını bekleyenlerin çağı. Az adımla çok yol kat etmek. Kilometreleri oturduğumuz yerden koşarak, depoladığımız kalorileri fazlaca yakmayı hedefleriz. Artık az söz, az bakış, az paylaşım. Yok denecek kadar az öpüşmeler. Az gidilir, uz gidilir, dere tepe düz gidilmez ya hani. Prensin külkedisini bulmak uğruna ülkedeki bütün kızların ayak ölçüsünü alması, boy ölçüsünü almaktan daha kolay olmadığı zamanlar; uyuyan güzelin ille de prensin öpücüğü gelmeden yapıştığı yataktan kalkmayı reddetmesi. Bunlar hep prensin elbet bir gün geleceğine işaretti. Sana verilenlerle yaşamalı, kalanının hayaline kapılmayı öğrenmelisin. Tabii öğrenmenin de bir sınırı olmalıydı.” Doktorun sesi kalınlaşıyordu. “Farkına varılan her yeni bir gerçek, edinilen her bilgi ve tecrübeyle, zihnimizde büyüyen Neverland’in sınırları doğru orantılı.” Doktor duraksadı. Bu noktada çocukluğuma dönüverdim. Onlar genelde inmeyi tercih ediyorlar. İnmek için fazla yüzeyde, dolayısıyla sadece olduğum yerde döndüm, biraz yürüdüm ve oradaydım. “Merhaba,” dedi, “yine mi sen?” “Yine ben.” Çok sık uğruyormuşum. Uğramazsam bozulacağını düşünürdüm oysa. Bana sırtını döndü. Küskün bir çocukluk. Siyah beyaz hayaller. Azalan düşler. Kaçımız Peter Pan’dı? Hangimiz uçabiliyordu ki? ‘Uçmak’ eyleminin mümkün olmasıyla Var Olmayan Ülke de var olacak mıydı? Bize hikâyeler anlatılır. Hikâyeler içinde başka hikâyeler. Hayatlar. Onlar içinde başka hayatlar, başka insanlar. Başka dünyalar.

Doktor devam etti. “Mümkünlüğü ispatlanan her olasılık, ardından birçok yeni olasılıkları doğuracaktır. Bu noktada çoğalmanın sonu yoktur. Çoğalmak bir noktadan sonra durdurulamayacaktır. O yüzden devreye kontrollü çoğalma girer. Birçok şey gibi artık çoğalma da yeterince mümkün olmayacaktır. Her birimizin yaşamı gibi.  2218’de olacağı gibi. Zaman hiç durmuyor evlat. Geçen her saatte on beş bin kişi doğarken altı bin kişi ölüyor. Yine cevabı az, sayısız soru büyüyor zihnimde. Yaşamlarımız ne kadar az şeyin çevresinde dönüyor ve asla durmayacak olan beş saniye sonrasını hayal etmeye bile vaktimiz olmuyor.”

Doktor arkasına yaslandı. Yutkundu. “Günahın tohumları atıldı bir kere evlat.” Önündeki kâğıda beş saniyede bir şeyler karaladı. Kâğıdı bana uzattı. “İşte sana arıların formülü.”

Kâğıda eğildim. Sesli bir şekilde mırıldandım; “Az düşünce, çok eylem; az duygu, sıfır tutku.”

Kapak fotoğrafı/ Çizim: Gözde Şahin