Pandemi dolayısıyla duyduğum hatta gözümde canlandırdığımda irkilmeme neden olan bir sözcük oldu; entübe. Tıbbî bir kavram entübe. Hekim arkadaşlarıma sordum; entübenin ne olduğunu, hastanın hangi durumda entübe kabul edildiğini. Entübe, kendi kendine soluk alamama durumu olarak tanımlanıyor, bu durumda solunum yetmezliği yaşayan hastayı solunum cihazına bağlayabilmek için ağızdan nefes borusuna ulaşan bir boru takılıyor, entübe hastalar yapay solunumla birlikte nefes alıp verme işlemini gerçekleştirebiliyorlar.

Entübe hastalar nasıl bir cihaz olmaksızın yaşamlarına devam edemiyorlarsa bildiğiniz eğitim sistemi yaşamına devam edemez. Solunum güçlüğü çeken entübe hasta, ağzında nefes borusuna giden boruyla nasıl ve ne kadar konuşabiliyorsa bugün “bildiğimiz eğitim” adına konuşanlar aynı durumdalar; bugünün ve yarının yaşamına ilişkin düzgün, anlamlı, anlaşılır, uygun cümleler kuramıyorlar. Zamanın ruhunu kavrayamıyorlar. Değişimin, yeniliğin önemini ne güzel dile getiriyor Mevlana.

“Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,

Dünle beraber gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

Kadim dostum Mehmet Emin Torun hatırlattı Nietzsche’nin sözünü: “Derisini değiştirmeyen yılan, kafasını değiştirmeyen insan ölmeye mahkûmdur.”

Bildiğimiz eğitim yani sanayi toplumunda fabrikalara işçi yetiştirmek üzere tasarlamış kitlesel, örgün eğitim ve bunun somut modeli olarak okul, bir süredir değişen koşullara, yaşama gerçekçi cevaplar veremiyordu. Pandemiden önce de söz konusu eğitim ve okul, anlam krizi yaşıyordu, pedagojik yaklaşımı ve öğrenme modelleri tartışılıyordu.

Avusturyalı yazar Zweig’in “Dünün Dünyası” adlı otobiyografisindeki “Önceki Yüzyılda Eğitim” başlıklı bölümü Suat Kardaş’ın bir yazısında tekrar okudum. “Bir Avrupalının Anıları” ikinci başlığıyla, ilk baskısı 1941 yılında yayımlanan eser için Zweig, “Anlatacaklarım sadece benim yazgım değil, bütün neslin yazgısı.” diyor. Zweig kendi okul yaşamından çarpıcı kesitler veriyor, aradan yüzyıldan fazla süre geçti. Fakat kitaptan alıntıladığım aşağıdaki cümleler size o kadar yakın, tanıdık gelecek ki. Bu tanıdıklıktan rahatsız olacaksınız, okuyacağınız cümleler çocuklarımıza ne yapıyoruz diye tekrar düşünmemize neden olacak. Siz bir de günümüz çocuklarının feryadını duysanız.

En ince ayrıntısına kadar planlanmış ve kupkuru şemalara göre düzenlenmiş olması yüzünden okuldaki saatler de son derece vasat ve sıkıcı geçiyordu. Bireye uygun olarak düzenlenmeyen ve öğretim programının gereklerinin ne kadar karşılanabildiğini bir otomatik makine gibi “iyi”, “yeterli” ve “yetersiz” gibi rakamlarla gösteren soğuk bir öğrenme makinasıydı orası. Ama farkında olmadan bizi kızdıran şey, okulun insan sevgisinden ve kişisellikten yoksun soğuk bir yer olması ve askeri kışlalardakine benzeyen katı disiplin anlayışıydı. Bizler derslerimizi öğreniyorduk ve öğrendiklerimiz sınavla kontrol ediliyordu. Sekiz yıl boyunca hiçbir öğretmen, bir kez bile olsun, bizim ne öğrenmek istediğimizi sormadı. O yüzyılda, daha gelişimini tamamlamamış genç vücutların temiz havaya ve harekete ihtiyaç duyduğu henüz öğrenilmemişti. Dört ya da beş saat sıraların üstünde büzülürek oturduktan sonra, bu soğuk ve dar koridorlarda on dakikalık ara yeterli görülürdü. Avusturya’nın bütün resmi dairelerinde olduğu gibi bizim okulumuzun içine de yayılmış olan o küflü ve çürük kokulu havayı bugün bile unutamıyorum; aşırı derecede ısıtılmış, tıka basa doldurulmuş ve hiçbir zaman doğru dürüst havalandırılmamış sınıflarımızı kaplayan o kokuya bizler “devlet kokusu” derdik, bu iğrenç koku önce elbiselerimize ve daha sonra da ruhumuza işlerdi. Okula borçlu olduğum ve beni gerçekten de en çok mutlu eden tek anım, bir daha ayak basmamak üzere kapısını arkamdan çekip çıktığım gündür.”

Nüfusun önemli bir kısmını oluşturan öğrenci ve eğitimciler yılın 180 iş gününü, gününse anlamlı tüm saatlerini okulda geçiriyorlar. Devletin kamusal kaynakları ve  velilerin gelirlerinin önemli bir kısmı okullara aktarılıyor. Fakat bu haliyle okul, zamanın ruhunun çok uzağında, yaşamın temel soru ve sorunlarına cevap verecek biçimde tasarlanmış değil. Pandemi deneyimlerimizi de ekleyerek eğitim üzerine düşünmemiz, eğitimin anlamına ve öğrenmeye yönelik krizi aşmaya hizmet edecek sıkı tartışmalar yapmamız gerekiyor.

Dün bir anne babayla konuştuk, yardım istiyorlardı. Çocuklarının internet bağımlısı olduklarına kanaat getirmişler. Çocuksa internet sayesinde dünyanın ayaklarına geldiğini iddia ediyor ve ne dünyayı ne kendisini anlamamakla suçluyormuş anne ve babasını. Önümüzdeki hafta beraberce değerlendireceğiz durumu.

Yarın üniversite sınavlarına giren öğrenciler için tercih haftası başlıyor. Sınav sonuçları açıklandığından bu yana gençlere “Artık iş dünyasında diploma öncelik değil. Dünyanın en iyi üniversitesinden de mezun olsanız iş sorunları yaşayabilirsiniz. Bildiğimiz mesleklerin çoğunu kısa bir süre sonra unutacağız. Geçen yüzyılda mühendislerin, mimarların, avukatların ve daha birçok meslek grubunun yaptığı çoğu işi otomasyon sistemi içinde robotlar, programlar, yazılımlar yapıyor zaten. Dijital dönüşümü gözetmelisin. Seçtiğin alan dijital dünyanın mantığıyla uyumlu mu, bir düşün. Tercihini yaparken yaratıcılık, yenilikçilik ve farklılığını besleyecek, teknolojiyi araç kılabileceğin, eleştirel düşünme, sorun çözebilme gibi zamanımızın becerilerini geliştirebileceğin, kendini zenginleştirebileceğin, azim ve zevkle çalışabileceğin, ilgi ve yeteneklerini yansıtan alanları düşün.” demekten dilimde tüy bitti.

Bakın günümüzün konu ve sorunları değişime zorluyor bizi. Üniversite sınavlarını konuşmayacağız çok kısa bir süre sonra, üniversite tercih kılavuzunun günümüzün iş dünyasının beklenti ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek biçimde düzenlenmediğini anlayacağız.

Yolumuz uzun ve yorucu, biliyorum. İnsanlık tarihinde paradigma değişimleri kolay olmuyor. Fakat zamanın önünde kimsenin duramayacağı de değişmeyen gerçek. Tarihi cesaretle ve doğru okuyalım yeter ki.  İnsanın doğasıyla zamanın ruhunu buluşturalım, gençleri ilgi, merak ve yetenekleriyle çalışma alanlarını kesiştirelim, azim, çalışma, kararlılık, beraber çalışma gibi tüm zamanların değerlerini aşılayalım. Dijital dönüşümü insanlığın geleceği gözeterek daha çok insan kalmak, insan olmak adına sağlayalım.

Göreceksiniz nefes borusuna bağlanan boruyu söküp atacağız. Seher yelinin taşıdığı, göğsümüzü serinleten taze havayı soluyacağız.