Her şey ayartabilir beni şu şiir uğraşından
Gün olur bir kadının yüzü ya da daha kötüsü
Çektiği çile alıklarca yönetilen uğraşımın
Şimdi daha kolayı yok
Elimin alıştığı bu işten
Razıyım, dilediğim yerine gelsin de tek
Balıktan daha soğuk, daha dilsiz, daha sağır olmaya…
“Her Şey Ayartabilir Beni”, W.B. Yeats
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, son yıllarda “Şehir Tiyatrosu” olarak adlandırılan ödenekli tiyatro sayısında ciddi bir artış var. Peki burada yazıya konu olan şey ne? Varsa var, iyi ya işte, diyebilirsiniz. Şöyle ki; bu ödenekli tiyatroların çoğu, her ne kadar “Şehir Tiyatrosu” olarak kendilerini adlandırıyor olsa da resmi kimliği ve tüzel kişilikleri itibarıyla bilinen “şehir tiyatrosu” ya da “şehir tiyatroları” tanımıyla pek de ilgisi yok.
Şehir Tiyatroları tanımının kökeni, bugünkü adıyla İstanbul Şehir Tiyatroları olan Dârülbedâyi’ye dayanır. Manevi kimliği Osmanlı’nın son yıllarından başlayarak günümüze dek uzanan, Cumhuriyetimizin bu en köklü ödenekli tiyatrosunun Andre Antoigne tarafından hazırlanan kuruluş yönetmeliği, kendinden sonra kurulmuş birçok ödenekli tiyatro için de referans niteliği taşır. Bu konuyla alakalı detaylı bilgi için Google amcaya başvurabilirsiniz. Ben sizi teorik bilgiye boğmak yerine konuyu başka türlü tartışacağım, elbette.
Dârülbedâyi’nin dönemin İstanbul Belediyesine devri ile birlikte artık belediye bünyesinde faaliyet gösterecek olması hasebiyle, ismi önce “Şehir Tiyatroları” neden sonra da “İstanbul Şehir Tiyatroları” olarak evrilir. Bu evrimleşmiş yeni tanım, bünyesine tiyatroyu da katmak isteyen “heveskar” yerel yönetimler için de yeni bir motivasyon kaynağı olur. Bu motivasyonla günümüzde artık sayıları kırkı geçen yerel yönetim tiyatrolarına sahibiz. Fakat burada bir ayrım var. Şehir tiyatrolarının menşeindeki dinamikler bugünkü belediye tiyatrolarının neredeyse hiçbirinde yok. “Şehir Tiyatroları” ile “Şehir Tiyatrosu” aynı şey değil ne yazık ki. Yahut aynı kapsayıcılıkta değil diyelim.
Şehir Tiyatroları; yerel yönetimi tarafından üst kullanım hakları tümüyle kendine tahsis edilmiş sahne ve gösteri merkezleri bulunan, sahne üstü ve sahne gerisinde doğrudan kadrolu sanatçılara ve teknik ekibe sahip, her yıl belediye bütçesinden tıpkı park bahçeler, fen işleri gibi bir birim olarak, pay alarak sanat üreten, denetime açık, mali, idari ve sosyal açıdan denetlenebilir kuruluşlardır.
Şehir Tiyatrosu ise; bugün birçok yerel yönetim tarafından bu isimle kurulmuş, daha basit bir ifade ile aslında ismi “belediye tiyatrosu” olması gereken, belediyeye doğrudan değil de bir iştirak şirketi üzerinden bağlı olan (Örneğin Kültür A.Ş, XBel A.Ş vs) ve tiyatroda faaliyet gösteren sanatçı ve teknik ekibin bu unvanlarda değil de resmiyette bahsi geçen iştirak şirketinin birer personeli (işçisi) olarak çalıştığı bir çeşit yasal paravan şirketlerdir. Belediye kendi kurduğu bu şirketten sanki hizmet alımı yapıyormuş gibi tiyatroyu finanse eder.
İstihdam etme biçimlerindeki bu keskin fark, tiyatronun çalışma prensibine doğrudan etki ettiğinden bunun bir yazı konusu olabileceğini düşündüm. Çünkü böyle bir deneyimim de oldu ve ortaya koyduğum görüşlerin havada kalmaması adına kendi deneyimim dışında kalan bir konuda fikir beyan etmeyi doğru bulmuyorum. Bence çok güzel bir hassasiyet. Keşke daha çok olsak. Her ne ise. Etkiye uğrayan çalışma prensiplerini açacak olursak; Şehir Tiyatrolarında tiyatronun hiyerarşisine uygun bir yapı görürsünüz. Çünkü kuruluş künyesinde, belli özlük haklarına tabi, ürettiği iş nezdinde unvana sahip tiyatro bileşenleri yer alır. Sanatçı sanatçıdır, terzi terzidir, suflöz suflözdür… Belediye tiyatrolarında ise herkes işçi statüsünde olduğundan belli bir unvana haiz, niteliğe ve öz vasıflara dayalı resmi bir görev tanımı yoktur. Belediye tiyatrolarının çalışanları vasıfsız işçi olduğundan, bir gün tepesi atan bir yönetici sizi park bahçeler müdürlüğüne gönderip pazar yeri temizletebilir, itfaiye dairesine yollayıp bacaları denetleme göre verebilir. Nereden biliyorum? Neyse, biliyorum işte.
…Bir adam yalan söyleyebilir; fakat yalan sayıklayamaz.
“Reis Bey”, N. Fazıl KISAKÜREK
Görev tanımının olmadığı yerde korunaklı bir iş hukukundan da bahsedilemediğinden, sadece direktif ve talimatlarla yönetilirsiniz. Yerel yönetimler her ne kadar bünyesinde bir sanat kurumu peydah etmekten kıvançla bahsediyor olsalar da aslında icrai faaliyete bakıldığında özünde bu yapıya zarar verdiklerini göremiyorlar. Yapılmasın mı? Yapılsın. Kurulmasın mı? Elbette kurulsun. Hatta yurdun tamamında, tüm şehirlerimizde tiyatrolar olsun ama kitabına uygun olarak. Sanatçısına ve sahne gerisindeki tüm emekçilerine gereken öz vasfı ve niteliği vererek, görev tanımına karşılık gelen unvanı kendilerine teslim ederek, doğru bir künyede vücut bulsun şehrimizin tiyatrosu. Kaldı ki bu statüde kurulan yapılardaki istihdam modellerine baktığımızda liyakate dayalı bir unsur görmek de zor. Dolayısıyla kurulan ekipler profesyonellikten de uzak, yarı amatör-yarı profesyonel bir çizgide içerik üretmeye mecbur kalıyor, çünkü yeterlilik bu, bu kadar.
Son yıllarda dikkatimi çeken bir diğer tuhaflık ise şu; bir yerel yönetim yeni bir tiyatro kuruyor ve elbette bunu bir iştirak şirketi üzerinden yapıyor. İlana çıkıyor; sınav açıyor. Sanatçı alım sınavı. Sınava giren ve başarılı olan sanatçı ne oluyor? İşçi. Çünkü bu kişi bir şirket çalışanı olduğundan aslından özel sektörde çalışıyor sayabiliriz. Hatta birçok yerel yönetim, aracı istihdam kurumları üzerinden bu alımları gerçekleştirerek devletin özel sektöre verdiği maaş ve sigorta desteğinden dahi faydalanabiliyor. İşte iştirak şirketi bu demek, kamuya hizmet eden bir özel sektör çalışanısınız. Maaş kalemlerindeki farkları bilmiyorum fakat belediyenin iştirak şirketine form doldurarak başvuran ve bir biçimde işe kabul edilen büro memuruyla sanatçının istihdam biçimi nasıl aynı olabilir? Bu vatandaş gelip sana sınav veriyor, yeteneğinin seni ve kurumunu temsil etmeye değer olduğunu ispatlıyor fakat akabinde köhneleşmiş bir idari zihniyet altında özgün içerik üretmesi talep ediliyor.
Liyakatten uzak bir hiyerarşik anlayışla sıkıştırılan Belediye Tiyatrosu A.Ş’nin özgün, bağımsız, özerk bir yapısı yok, dolayısıyla kendine ait bir repertuarı da yok. Belirlediği repertuar ise yüzde seksen oranında otosansüre uğruyor. Bunu bu arada hangi görüşten olursa olsun yapıyor yönetici kısım. Ama özündeki dikte ve refleks aynı. Tiyatro üzerinde güdülen rejim hep aynı. Oysa tiyatro… Neyse. İlgilisi olup dikkat ederseniz, yerel yönetimlerin en çok idarecisi değişen biriminin Kültür İşleri Dairesi olduğunu görürsünüz ve genelde tiyatro da bu birime bağlıdır. Bu ironi bile birçok şeyi açıklıyor aslında ya, neyse. Yine, neyse.
Ben değilim de sen yine de sağına soluna bakmadan yüksek perdeden konuşma! Kahvehane işletirsin de bilmez misin, İstanbul’un vazifelisi boldur.
“Piçhane”, Gülşen KARAKADIOĞLU
Neyse ki şimdi adı ister şehir tiyatrosu olsun ister şehir tiyatroları… Çünkü bu değineceğim kısımda ismin ve hiyerarşik yapının hiçbir önemi yok. Yerele atfedilmiş tiyatrolarda, öncelikli ödevi bulunduğu şehre sanat üretmek olan bu kuruluşlarda, mesul olduğu şehrin dinamiklerinden uzaklaşmış olması, adeta sırt çevirmesi, o şehrin genel profilinin ve değer yargılarının hiçe sayılması, ora menşeili sanatçıların yapının dışında bırakılması tiyatronun şehre aidiyetini tümüyle zedeleyen en büyük sorun bence. Şimdi sorsan hepsi seyircinin/talep edenin suçu. Neden? İcracılar, özellikle de genç icracılar yeni ve sıra dışı, akıntıya karşı bir şey denemek istiyor olabilirlerdi fakat seyirciye ancak uğruna ödeme yaptığı şeyi verirseniz tatmin olabilirdi. Derler. Fakat kimse beni bu burjuvazik söyleme ikna edemez!
Adına şehir tiyatrosu dediğiniz şey şehrin tiyatrosu olamamışsa, bu şehirde ikamet eden bir birey olarak bana hitap etmemişse, bana tepeden bakmışsa, şehirdeki çeşitliliği ortak bir potada eritmeye çabalamamış, bu anlamda bir harmoni yaratmak derdine düşmemişse, bana sunduğu içerikte benden ve şehrimden hiçbir kültürel izlek taşımamış beni göz ardı etmişse, şehrimde artık bu anlamda kanaat önderi olabilecek ya da olması muhtemel potansiyeli barındıran sanatçıları kendi bünyesinde tutmak yerine, ülkenin çeşitli şehirlerinden sanatçılar ve kreatörler toplayıp burada sadece buluşup etkinlik yaparcasına aidiyetsiz bir kimliğe bürünmüşse, burası hangi şehir? Hangi tiyatro?
Karac’oğlan der ki, içtim bulandım
İçip içip aşkın meyinden kandım
Dünyalar başıma yıkıldı sandım
Derdini söylemez kula dönmüşsün…
Uğraşan biriyim. Kendimi tek bir kelime ile tanımlayacak olsam bu olurdu herhalde. Kendimle, çevremle, işimle, aklımla, hayalimle, dünya ile, gökyüzüyle devamlı bir uğraş içerisinde buluyorum kendimi. Mutlak bir şeyleri daha iyi bulabilmek uğruna kavga verirken rastlıyorum kendime devamlı. Uğraşıyorum işte… Daha fazla okumaya, daha fazla birikmeye, anlamaya, anlatmaya, anlatamadıkça yazmaya; uğraşıyorum…