“En zoru budur işte; kendi gözlerine, kendi yüreğine, kendi geçmişine, kendi hayatına bakmak.Sahiden bakmak.Ne gördüğü değil, ne görmek istediği önemliydi.Ya alıp kendini gidecekti, ya da terk edecekti. Kararını verdi. Geriye ‘Aşkın Romans’ını bıraktı…”
“Aşkın Romansı” / Tülay Bilginer
Bir benzeri var mı dünyada bu tutkunun, hayranlığın, sevginin, bilmiyorum: İzleyici ve hayran olduğu ‘Yıldız Oyuncu’…Hiç ihanet edilmemiş olan bir hayranlık bu bahsettiğim. Üstelik, tam yarım yüzyılı geride bırakmış. ‘İstanbul Modern’de açılan “100 Yıllık Aşk” sergisinin ana teması “Seyirci Fanatiktir”di…Evet, o fanatiklerden biri oldum ama farklı. Yıllar yılı topladığım film afişler, gazete, dergi söyleşileri, Filiz Akın’ın Türk sinemasında ikonografik ve toplumbilimsel önemi ve Filiz Akın imgesi konulu hazırladığım iki kitap çalışması, on yedi adet makale…Evet, tüm o film afişleri, fotoğraflarla dolu bir müze ev oluşturdum yıllar içinde. Koskoca bir arşiv. Sadece ‘Türk Sinema Tarihi’nin mihenk taşlarından biri sayılan ‘Yıldız Oyuncu’yu değil bir dönemi, o dönemin estetik ve toplumsal değerlerini de kapsayan bir arşiv bu.
Evet, Filiz Akın bir hayal kahraman, uçsuz bucaksız bir zarafet ve güzelliktir benim için ve tüm o filmler. Filiz Akın’ın filmleri…Israrla ve biteviye izledim. Ömür defterimdeki en güzel, en değerli fotoğraf…
Gün çoktan batmış. Akşamın ilk karanlığı usulca inmiş duvarlara. Tarih 26 Mart 2014, Çarşamba. Filiz Akın ile sinemayı, peliküre geçirdiği karakterleri, bir dönemi konuşuyoruz.
Star ışığıyla kutsanmış, perdedeki imgesi gün gelmiş özel hayatındaki ‘gerçek’ imgesinin önüne geçmiş, halka mal olmuş, hemen her filminde rolünün gereğini fazlasıyla yerine getirmiş, unutulmazlaşmış, ‘mythe’ değerini hep korumuş, şöhretiyle vedalaşmamış, kendi izleyicisini yaratmış bir oyuncuydu Filiz Akın. Tarzı, rengi, duruşu, sonsuzluğa yazgılı güzelliğiyle milyonlarca insanı etkilemiş bir ‘ikon’du aynı zamanda. Her biri adeta roman aylasıyla çevrilmiş o siyah beyaz fotoğraflar. Filmler. Perdede yaşar kıldığı karakterleri adeta ikinci bir ten gibi kuşanmış, onlara anlam katmıştı. Unutulmayacak, derinlikli, etkisini, tılsımını yarın da koruyacak oyunculuğuyla, bir topluma en rafine duyarlılıkları, güzellikleri cömertçe sunan gerçek bir oyuncu…
Safa Önal “Ne kadar Gamlı Bu Akşam Vakti” ( 2009 ) adlı kitabında şöyle der :
“Güzel Filiz Akın. Kalbiyle, iç yansımaları ile de çok güzeldir Filiz.(…) Onun kendine ait, başkalarında pek özenti gibi duracak bir zarafeti,bir mesafesi vardır.”
Evet, yıllar yılı sadece izlediğim, yazdığım, anlattığım Filiz Akın ile söyleşi yapmak hiç aklıma gelmemişti. Ya da yaşayacağım aşırı heyecan nedeniyle soru soramayacağımı, muhtemelen her şeyi yüzüme gözüme bulaştıracağımı düşünmek, beni hep engellemişti bu konuda. Ta ki, Yavuz “Neden Filiz Akın ile de görüşmüyoruz ? ” diyene kadar. Bilmem, kabul eder miydi ? Kabul etti, diyelim. Heyecanımı yenebilecek miydim karşısında…Sonra neler sormamız gerekirdi?
Sinematografik düşlerimi çok ötelere taşıyan “Umutsuzlar”ı hatırlıyorum şimdi. Geçmiş baharlardan kalan mimozalar, çiğdemler, ille zambaklar. Kar beyazı zambaklar.
Popülizme dayalı gerçek ‘star sineması’ndan yola çıkarak, toplumun en kalıcı ve önemli imgelerinden birine dönüşen Filiz Akın, o hep ‘çok güzel, duyarlı, kırılgan, zarif, mağrur kadın’ kimliklerindeki başarısıyla bir dönemin en önemli yıldız oyuncularından biri olmuştu.Gün geldi ‘aynı’lar arasında farklı ve elit olarak durdu, durabildi. Masallar, efsaneler büyüklüğündeki sevgileri, uçsuz bucaksız duyarlılıkları anlatan o filmlerle kitleleri kendisine hayran bıraktı. Dahası, Filiz Akın bir toplumun zarafet ve güzellik halesiydi. Ophelya’nın kan pıhtısı hüznü “Umutsuzlar’ın hemen her karesinde yüzüne, göz bebeklerine yapışmış gibiydi.
Oyunculuk gösteriminin giderek virtüoziteye dönüşen müthiş yorumu. İncelikli, dengeli, tartımlı, duyarlı, ayrıntılı bir yorum bu: Sade, çoğu kez abartısız.Rolü kendine uyduran, kendini o role katan. Bizi düşler dünyasına elimizden tutup götüren o usta oyunculuk tekniği. Yaşar kıldığı unutulmaz karakterler olsun, gelip geçici roller olsun her birine yüreğiyle, sezgisiyle, zekasıyla aynı titizlikle yaklaşmak. Virtuoso performance da diyebiliriz aslında. Filiz Akın’ın sinemadaki başarısının tılsımı bu iki sözcükle açıklanabilir, bana göre: Virtuoso performance.
Gün oldu, “Umutsuzlar”, “Veda”, “Utanç”, “Beyaz Güller”de gerçek, safkan bir tragedya oyuncusu olduğunu haykırdı. Sadece bu saydığım filmleriyle bile, ‘karakter sineması’nda unutulmaz bir imzadır Filiz Akın. Türk sinema sanatına basılmış bir mühürdür. Sarı saçlı, ela gözlü, kolej mezunu o güzeller güzeli genç kız, büyük kent insanının beğenisine sunulduğunda, bir yıldızın ikonlaşma öyküsü de ister istemez başlamış oluyordu.
Çok sahici. Çok kendiliğinden bir asalet ve güzellik, kültürle alaşımlanmıştı derinlerde bir yerde. Taner Ay’ın sözlerini hatırlıyorum:
“Filiz Akın mimoza sarısı bir ‘kenar süsü’ kadar güzeldi ama, kentli kızlar için bile ancak ‘bir moda dergisinin fotoğrafı’olabilirdi. Ancak o ‘kenar süsü’ güzellik bir ikon ve imge olarak yıllara meydan okumayı bildi. Her zaman gizemli, uzak ve saygılıydı. Sıddık Akbayır ise,”Önününde Büyüdüğümüz Afişler“ (2013) adlı çalışmasında Filiz Akın’ı şöyle tanımlar :
“Türkiye’nin ilk sarışın masum kadınıydınız. Sarışınla kötülüğün birlikteliğini yıkmıştınız. Küçücük yüzünüz, estetikli burnunuz, belinize dökülen saçlarınız, çokça rimelle büyüttüğünüz gözleriniz, ideal beden ölçülerinizle sarışınların da masum olabileceğini göstermiştiniz. Saçlarınız aslında o kadar sarı değildi. Ancak, bir ömür hep aynı rengi koruduğu için gerçek bir sarışın gibi benimsemiştik.”
Agah Özgüç bir başka açıdan ele alınır konuyu: “Şirinliğiyle, içsel masumiyetiyle ve de kendine özgü ‘çocuk kadın sarışınlığı’yla, ilginç bir Filiz Akın portresi ortaya çıkar. Ve işte Filiz Akın’ın yerleşik kalıpları kırıp Türk sinemasına yenilik getirmesi, özellikle de söz konusu tipolojik durumundan kaynaklanmaktadır.”
Sosyolojik açıdan, toplumun belli bir kesimini temsil ediyordu Filiz Akın. Eğitimli, laik, moderniteyi yaşam biçimi seçmiş bir kesimdi bu. Tarzı ve rengiyle kısa sürede star sisteminin bir parçası haline gelmiş, farklı sosyo-ekonomik ve kültürel geçmişi olan yığınları etkilemişti. Bir devrin mitosuydu. Kolektif bilinçaltımızda kalan en romantik hatıra…Uçuşan sarı saçlar…Filiz Akın’ı sonsuz bir ikonaya dönüştüren tüm o filmler, stüdyo fotoğrafları.
Prof. Dr. Nilüfer Göle, Filiz Akın’ı Türkiye’nin batılılaşma sürecinin bir çizgisi olarak,gördüğünü açıklamıştı,”Dört Yapraklı Yonca” ( 2004 ) adlı kitapta:
“Batılılaşma serüveni sırasında çok iyimser olmamıza neden olacak bir duruşu var. Bu sadece yapay batıya benzeme amaçlı değildi. Gerçekten incelmiş, kültür sahibi, kendini sürekli eğitmiş, ince zevkleri, merakları olan, insanlarla ilişkilerinde özenli ve detaycı. Aslında Türkiye’nin batılılaşma serüveni bakımından doğru bir tipleme, doğru bir örnek oldu. Güzellik açısından, yaptırdığı estetikleri bile saklamadan, bunları bilgi gibi vermeyi Türkiye’de ilk o başlattı.”
Türk sinemasının en özerk öznelerinden biriydi Filiz Akın. Şimdinin tersine, günlük, genelgeçer şöhretin izini sürenlerden olmadı. Toplumsal ikonografisi ‘klas, ulaşılmaz ve Türkiye’nin en özel kadınlarından biri’ imge /gerçeğiyle şekillenmişti. Akılla duyarlılığı, bilgiyle, birikimi estetik ve sanatla kaynaştıran bir oyuncu olarak belleklerde yer etmişti.
Gerçek hayranları vardı. Sadık, parayla tutulmamış. İçtenlikle seven. Filiz Akın’ı yakından görmek, imzalı fotoğrafına sahip olmak isteyen neredeyse bir karasevdaydı bu. Katıksız, koşulsuzdu. Çocuklarına ‘Filiz’, ‘Akın’ hatta ‘Çiğdem’ ismini verenler…
Kısaca, bize özgü bir sır söz konusuydu bu yaman tutkuda. Bireysel ve toplumsal hafızamızın, yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca parçası olmuş, bir imgeydi o. Hiç irtifa kaybetmeyen.
Nitelikli olmakla, popüler olma kavramlarını birleştiren bir ‘estet’ti Filiz Akın aynı zamanda. İzleyici kitlesiyle arasındaki nesnel karşılık olgusunu sürekli olarak var kıldı. Hüzün coğrafyasının kilometrekarelerini her filminde biraz daha genişletti.
Düşünüyorum da, “Utanç” filminde müthiş bir fenomendi Filiz Akın. Perdede duyguları elle tutulur kılıyordu. Tüm birikimini bedenine, yüzüne yansıtmıştı. Ayrıntılara, nüanslara gösterdiği incelikli özenle oyunculuk tekniğini dolu dolu sergiliyor, adeta oyunculuk dersi veriyordu her sahnede. ‘Star’lığı kadar ‘oyunculuğun’da en doruğundaydı. Bir kez daha kendini aşmıştı. Zamandan bağımsız, yıllara yenilmeyecek bir persona ( Bahar ) koymuştu ortaya. Yorumculuğunu yaratıcılığa dönüştürerek.
Hep o koyu romantizm. Hep o tanık ve suç ortağı melodramlar. Kırılışlar. Hüzün çalığı bir gülümseyişle, tek bir vehme bedel edilen nice hayatlar. Sicim sicim gözyaşları süzülürdü yanaklarına. Acıya barınak oluverirdi kahkahalar. Susar, içini çekerdi…Hep beraber ağlardık o an. İlle kreşendo sahneler! Rüya serpintileri, tülleri dışarıya savrulan bir pencere. Ve perdede o anons :
“Erler Film yılın sinema olayını gururla takdim eder: ‘Soyguncular’. Milyonların sevgilisi, gönüller sultanı, Türk sinemasının taçsız kraliçesi Filiz Akın ‘Soyguncular’da. Ayrıca Ediz Hun, Ekrem Bora bu unutulmaz aşk filminde buluştular. ‘Soyguncular’ pek yakında bu sinemada..”
Mitoloji yürüyordu. Onu severek biz olduk sanırım. Biz olmanın o sıcak buğusuna tutunduk. Türk sinemasında çok az kişinin kazandığı, kazanabildiği dokunulmazlık halesiyle çevriliydi. Hedef kitlesi, milyonlarla ölçülen bir hayran kalabalığıydı. Perdedeki güzel kadın, elinde bembeyaz zambaklar uçsuz bucaksız bahçelerde, bir yalınının salonlarında gölgesini sürüklüyordu. Yaldız kaplamalı tırabzanlar, siyah kuyruklu piyano, kristal avizeler… Eflatun mumların yandığı, pirinç şamdanlar. Bambaşka iklimlerden çıkıp gelmiş olmalıydı. Bir düşte gezer gibiydik onunla. Suyun yüzeyinde ölü yapraklar. Dediğim gibi, mitoloji yürüyordu hızlı adımlara.
– “Dönem sineması düş satıyordu,” demiştiniz bir söyleşinizde..
– Ayağı yere basan senaryoların peşinde koşamadık, diyebilirim. Şablon hikayeler izleyiciler tarafından beğeni topluyordu. Çok da sorgulamaya kalkmadan bu yolda devam ettik. Tutmuş bir filmin benzerleri çekildi durdu. Halkın bizi bu filmlerde görmekten mutlu olduğunu gözlemliyorduk. Dahası, artık bu kadarı da olmaz dedirten kimi sahneler, diyaloglar izleyici tarafından baştacı ediliyordu. Her şey masal tadındaydı. Yeşilçam masumiyeti, içten, koşulsuz sevgileri işliyordu sürekli. Sıradan insanların basit hikayeleri, mesaj verme kaygısı söz konusu değildi. Dönem sineması düş satıyordu sadece. Her şey başlı başına bir illüzyon, bir tılsımdı aslında. Hayranlarımız perdede yaşar kıldığımız karakterlerle bizi özdeşleştiriyordu. Sinema en büyük eğlence kaynağıydı. Derken televizyonun hayatlarımıza girmesiyle Yeşilçam’a ilgi birden azalmaya başladı.
– Bir yanda seks filmleri furyası, her gün çoğalan anarşi, yenilenen konular, star sistemi çökmeye başlamıştı yetmişlerin ilk yarısına gelindiğinde, sinema salonları yerini farklı bir izleyici profiline terk etmişti çoktan…
– Sinema sanayileşmemişti. Star sineması yerini yönetmen ağırlıklı sinemaya bırakmak üzereydi. Bıraktı da. Bizler gibi starlar da çıkartılmadı, televizyonun gelişi ve hızla yaygınlaşmasıyla izleyici sinema salonlarına gideceğine, sinemayı evine getirir oldu.”Dallas”, “Kaçak”, “Yalan Rüzgarı“ gibi dizilerle başka dünyalarda buldu kendini. İşte bu noktada, Yeşilçam ile izleyicisi arasındaki o vazgeçilmez tiryakilik ve büyülü bağ koptu. Mesela, sadece kendim için konuşuyorum, bir dönemin yıldızı olabilirim ama o dönem bitti. Şimdi şartlar çok başka; dünyayı takip eden, önemli festivallerde ödüller alan farklı bir sinema anlayışı var artık karşımızda.
– Filiz Akın’ın star sistemi kurallarını yadsıyıp imgesine ters düşecek projelerde yer alması mümkün müydü ?
– Hayır,olamazdı.Örneğin”Yıkılan Yuva” filminde kısmen de olsa, menfi bir karakter canlandırmıştım. Ama tutmadı…Şöyle diyebilirim, oyunculuk adına, star sisteminin kurallarını yıkma adına ne zaman ufak denemeler yapıldıysa, beğenilmedi.Halkın kabullenip benimsediği ‘çocuksu, masum genç kız’ imajını yapımcı İrfan Ünal terse çevirelim, bu klişeyi yıkalım istedi ama dediğim gibi, ilgi görmedi proje.
– Belki de geniş kitlelerce hep bir hep rol-model olarak algılandığınızdan..
– Batıda sanatçının toplumda rol-model olması diye,bir kural ya da beklenti yoktur.Özel hayatı değil,sanatçı kimliği değerlendirilir çünkü.Biz,’ Dört Yapraklı Yonca’ olarak tanımlanan isimler, yaşam biçimlerimizle,duruşumuzla,filmlerimizle artı bir değer katmaya çalıştık elimizden geldiğince.İnsanlar bizi ailelerinden biri gibi görüp,benimsedi,öyle kabul etti..toplumla aramızda çok güçlü bir duygusal bağ oluştu.
– Biraz daha açsanız..
– Belki de tüketim toplumuna geçişle yitirdiğimiz ya da yitirmeye başladığımız masumiyet, romantizm, onur, fedakarlık, ömür boyu süren aşklar, paranın satın alamayacağı değerler söz konusu olduğunda, bir dönemin temsilcisi ve simgesi olarak gördükleri bizlere daha çok bağlandılar…Daha çok saygı duydular, diyebilirim. Tabii, bu müthiş bir sevgi seli ve mutluluk bizler için…Vazgeçilemeyecek, tanımlanması güç bir güzellik. Televizyon kanallarında gösterilen eski filmlerimizin bu kadar ilgiyle izlenmesinin altında yatan da romantizm, masumiyet, sadakat, sabır, o mahalle dayanışması, kartpostal tadında İstanbul görüntüleridir ki bunlar hep bize mal edildi…O dönem, o duyarlılıklar hep bizlerle simgeleştirildi zaman içinde.
– Peki bu şöhretin sizi bunalttığı,rahatsız ettiği oldu mu ?
– O kadar güzel, kıymetli bir duygu ki bu..Sıkılmak, tedirgin olmak mümkün mü ? Ama şu cep telefonları var ya yemek yerken, ne bileyim makyajsız, özensiz ya da hastayken…En görünmek istemediğiniz bir durumda fotoğrafınızın çekilmesi bazen üzücü olabiliyor tabii.
– Bir yere gittiğinizde yer yerinden oynuyordu..
– Bir seferinde Kapalıçarşı’da annemle bir kuyumcuya girmiştik. O kadar kalabalık birikti ki çıkamadık. Polisi aramak zorunda kaldılar. Ama bu durum, o dönem ünlü olan herkesin başına gelen bir şeydi, sadece benim değil.
– Kurallarınız vardı değil mi ?
– Bizden önce “Belgin Doruk Kuralları” vardı. İzleyici ve hayran kitlesiyle, toplumla ters düşmeyen kurallardı bunlar. Biz de onları uygulamaya çalışıyorduk.
– Oyuncu olarak yapımcıya,senariste,yönetmene müdahaleleriniz olur muydu ?
– Gereksiz öpüşme, sevişme sahnelerinin ve dekolte görünüşün olmamasını isterdik..
– Bir toplumun,bir devrin ortak geçmişinde ve bugününde var olmuş sembol/ ikon olmayı nasıl tanımlarsınız ?
– Onu yaşarken pek de fark etmiyorsunuz aslında. Çünkü yaptığınız bir iş var. Ben bunu işin getirdiği bir sonuç olarak görüyorum. Oyunculuk, yetenek kadar, şans faktörüne ve doğru zamanlamaya da inanıyorum. Döneminin ötesinde ya da gerisinde kalmadan tam zamanında, doğru yerde, doğru projelerde yer alabilmek, bu dediğim.
– Peki o filmler..
– Tümünü o günün şartlarıyla değerlendirmenin, doğru olacağı düşüncesindeyim. Sinematografik değerlerinden çok, dönem filmleri olmaları açısından belli bir duygu yoğunluğu var ediyordu o filmler. Saf, koşulsuz sevgilerin ele alındığı temalar seyirciye kolayca geçiyordu…Az önce de değindiğim gibi, sinema toplumun hemen hemen tek eğlence kaynağıydı.
– Filiz Akınlı filmleri desem..
– Çok sıradan filmlerde de rol aldığım oldu. “Battı Balık”, “Uçurumdaki Kadın”, “Asfalt Rıza” gibi, keşke hiç yer almasaydım, dediğim filmlerim de olmuştu geçmişte. Ve,”Kader”, “Zambaklar Açarken” tarzı dönemin de pek fark edilmeyen, o klasik, naif tatlar içeren filmlerimi sevmiştim. “Emine”, “Reyhan” ve “Fadime” serisini de sayabilirim bunların arasında. Ama en sevdiğim filmi sorarsanız; “Umutsuzlar”, “Ankara Ekspresi” , “Utanç”tır derim. Mesela öncesinde “Gurbet Kuşları” var, benim o filmde rolüm çok önemli değildi belki ama film çok başarılıydı. Bana göre, başkadın oyuncu, rolü itibarı ile Pervin Par’dı “Gurbet Kuşları”nda.
– Aynı zamanda, köyden büyük kente göçün ilk kez perdeye aktarılışıydı “Gurbet Kuşları”. Atilla Dorsay’ın “100 Yılın 100 Türk Filmi” ( 2014 ) adlı kitabında da bu ayrıntıya değinilmekte. Konuyu biraz değiştirelim;Agah Özgüç, “1960’ların izleyicileri Filiz Akın’ı eşi Türker İnanoğlu’nun şirketi adına bir ‘memur oyuncu’ olarak birbiri ardına çektiği popüler iş filmleriyle hatırlar,” demişti Milliyet Cadde de yer alan ‘Yeşilçam’ın Kırılgan Sarışını’ başlıklı, 12.10.2012 tarihli yazısında….
– Öncelikle o yıllar Erler Film’in gelişme dönemiydi. Türker İnanoğlu bir yıldız yaratma peşinde değildi. İzleyiciyi çok iyi tanıyan bir yapımcı ve yönetmendi. Hangi filmin iş yapacağını önceden keşfeden biriydi ve ben o dönem genelde erkek kahramanların ağırlıklı olduğu filmlerde bir tür joker oyuncu konumundaydım.
– Gelelim,yine Agah Özgüç’ün tanımlamasıyla hemen her karesinde bir ikona dönüşen Filiz Akın’ın yer aldığı “Umutsuzlar” a..
-“Umutsuzlar’da yaşar kıldığım Çiğdem karakteri benim için zor bir roldü. Kendim gibi olacaktım. Yılmaz Güney sahici yaşamdaki Filiz Akın olmamı istemişti, her şeyden önce. Hiç oynamadan, en doğal halimle kamera önünde olmam bekleniyordu. Yılmaz Güney’in bu filmde sadece benim olmam gerektiğindeki ısrarı duruşum, görüntümdü. Dediğim gibi, bir başkasıyla çekmek istemedi “Umutsuzlar‘ı .Bir diğer oyuncunun oynayarak yapacağı şeyleri, benim sınıfsal özelliklerimle sağlayacağımı, oynayacağımı, benim uygunluğumun filme artı değer katabileceğini hesap etmişti..
– Sanırım Türker İnanoğlu bu filmde rol almanızı başta pek istememiş..
– Evet ama özellikle İrfan Ünal’ın ikna gücünü yadsıyamam o aşamada. Zaten Yılmaz Güney, benim olmamam halinde bu projeyi tümüyle iptal edeceğini söylemişti.
– Ve bir şehir efsanesi dolaşır. Beş gün sette sıranızı beklediğiniz ve tam beşinci günün sonunda yorgun, makyajı bozulmuş bir Filiz Akın’ın Güney tarafından sete çağrıldığı..
– Öyle olmadı.İlk setim filmin başlangıç sahnelerinin çekildiği Şehir Hatları vapurunda alınan sahnelerimizdi.
Sinema tutkusunun ötesinde icra ettiği sanata duyduğu saygı, yaptığı işe gösterdiği özen, emek, toplumla kurulan organik bağ. Filiz Akın tıpkı dönem oyuncuları gibi sinema oyuncusu olmanın ne denli ciddi bir çaba gerektirdiğinin bilincinde olarak çıkmıştı yola. Rolüyle kurduğu doğru ilişki, temposu düşmeyen oyunculuk anlayışıyla. Dahası, güzelliği ve duygu geçişlerini böylesi bir doğallıkla sanata dönüştürebilen aktris sayısı o kadar azdı ki. Kim bilir,belki sadece bizde değil, dünya sinemasında bile.
Kronolojiyi yedeğe atmışız Yavuz ile. Daldan dala sıçrıyoruz sorarken. O anlatıyor, biz not alıyoruz. Salkım saçak bir söyleşi bu. Filiz Akın’ı dinlerken yeryüzü güzelleşiyor sanki, farkındayım. Gökkuşağının tüm renklerini bir arada toplamış o aura…O yıldız ışığı gözlerimizi almakta.
Birikim, duyarlılık, düşünce, yorum, sağduyu, denge ve umudu hep diri tutan bir kimliğe sahip her şeyden önce. Yaşama, çevresine, mesleğine, kendisine olan saygısı, aşırı kerte gelişmiş sorumluluk duygusu olan bir insan Filiz Akın. Konuştukça daha da hissediyoruz bu yanlarını. Çoğaldığımızı, varsıllaştığımızı hissediyoruz karşısında.
– Türk sinemasının asil, modern, kentli ve zarif yüzü olarak sinema tutkunlarının hayranlığını kazandınız. Sarışın bir kadın olarak ünlenmek o dönem şartlarında zor olmadı mı ?
– O yıllara kadar sarışınlık sinemada iyi kalpli kumral veya esmer kızların aşkını elinden alan fettan, vamp kadınların özelliğiydi. ‘Bizden kızların koyu renkli saçları olur. Bu boyalı saçlı, dolayısıyla sahte,’ diye düşünen bir kesim vardı sanki. Dahası, ‘Zenginler saçlarını boyarlar, şımarık ve özenti dolu bir hayat sürerler,’ diye düşünüldüğünden, parayla her şeyi satın alacağını sanan bu sınıfa yakın fiziği olan birini bağırlarına basmaları, yıldız oyuncu olarak yüceltmeleri pek kolay değildi aslında. Ama özellikle belirtmek istiyorum ki bir starı, star yapan, bazen fiziğinin ve yeteneğinin ötesine de geçen, projedir. Ben de hemen ilk yıllarda olmasa da, daha sonra gişe başarısı olan projeler ve kentli seyircinin ilgi, beğenisiyle dört yapraklı yoncanın yapraklarından biri oldum sanırım. Bu arada vurgulamalıyım ki, sarı saçlı, kalkık burunlu kentli görünümlü bir kadının kırsal kesimden birini canlandırması çok inandırıcı olmuyordu. Küçük bir yüzüm var. Ayrıca koyu renkli saç da yakışmıyor. Casting diye bir sistem mevcut dünyada. Yani, en iyi oyuncu bile olsa önemli olan duruşu, görünüşüyle o kişinin, tabiri caizse role ‘cuk’ oturmasının gerekliliği. Ama hep yinelediğim gibi, asıl olan proje her zaman, o projeyi en doğru biçimde aktaracak olan yönetmen ve rollerine uygun oyuncuların bir araya gelişi. Sinema bütün sanat dallarını bünyesinde topluyor. Böyle bir malzemeyle bir dünya yaratılıyor ve sizi içine çekiyor o dünya. Nasıl desem günlük yaşamda şöyle bir bakıp geçebileceğiniz bir detay kalbinize, belleğinize yerleşiveriyor ansızın. İşte,sinemanın gücü bu…Dahası, seyirci hep ‘en’lerin peşindedir. En çok ağlayacağı, en çok korkacağı, en çok güleceği filmler büyük gişe yapar. Kuraldır bu.
– 1966’da “Bar Kızı” hemen üç yıl sonra “Hüzünlü Aşk” aynı senaryo, aşağı yukarı aynı mekanlar ama farklı bir Filiz Akın vardır perdede..
– Gün oldu aynı konuları farklı oynayarak, küçük nüanslar katarak canlandırmaya çalıştım. Şuna inanıyorum, en utangaç insan bile bir kez kamera samimiyetini hissederse, çok şey çözümleniyor en başından. Zaten sette yaşar kıldığınız karakterin arkasına sığınıyorsunuz. Hatırlıyorum, Kartal Tibet, sokak ortasında göbek atıyor oluşumu hayretle izleyip nasıl yapabildin, diye sormuştu bir defasında. Oysa göbek atan, seyyar satıcının sepetinden lahmacun çalan Fadime’ydi, ben değil. Dediğiniz gibi, projeleri yönlendirmek pek elimde değildi ama çalıştıkça işte; aşırı teatral oyun sevmediğim için bir müddet rolü daha içselleştirerek daha ekonomik oynamayı denedim. Ama roller foto-roman gibi olunca çok drama içerdiğinden yapacak çok şey de yoktu. Sadece daha doğal oynamam gerektiğini biliyordum. “Kader” filminde yönetmeni dinledim ama sonunda kendi istediğim, özlediğim şekilde oynadım. Zaman içinde, bu ve benzeri birkaç film farklı roller için seçilmeme sebep oldu, diyebilirim. Asıl star diye anılmak “Reyhan” gibi, “Ankara Ekspresi” gibi çok iş yapan filmler sayesinde gerçekleşti. İsmimin Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik ile birlikte anılmaya başlaması da bu döneme rastlar. “Ankara Ekspresi” bana çok şey kattı. Agah Özgüç gibi birtakım sinema yazarlarının dikkatini çekmiş olmak, şanstan daha çok gayretim ve arayışım sayesinde oldu, diyebilirim. Bugün o dönemin en başarılı isimleri olan arkadaşlarımla anılmak, işte böyle bir sürecin sonucuydu…
– 1975 den sonra hiç sinema filmi yapmadınız..
– Tam sinemada kendime göre en anlamlı dönemimi yaşıyordum ki hayatımıza,demin de bahsettiğim gibi, televizyon girdi. Büyük bir tutku ve tiryakilikle bize bağlı olan insanlar bu yeni oyuncağın karşısında büyülendiler evden çıkamaz oldular. Adeta izleyicinin sinemasıyla olan göbek bağı koptu. Sinema salonlarında büyük bir seyirci boşluğu olmasıyla kimi yapımcı piyasadan çekildi ister istemez, kimisi de sokaktaki erkek müşteriyi cezbeden cinsel içerikli filmlere ya da şarkıcılarla çekilen konser niteliğindeki melodramlara yöneldi. Bu belirsiz süreç içinde sinema beni bırakmadan ben onu bırakmak istedim. Kendi adıma, sinemanın benim gibi klişeleşmiş bir yüz yerine, yeni isimlerle doğup gelişeceğini görebiliyordum. O nedenle kadın erkek arasındaki bir aşk ilişkisi gibi pırıltıya dayanan starlık beni terk etmeden, ben onu bıraktım.
– Bir anda geniş kitlelerin benimsediği,hayran olduğu bir “yıldız oyuncu” oldunuz ve Türk sinemasının en önemli kadın oyuncularının arasında yerinizi aldınız. Filiz Akın imgesi gerçek Filiz Akın’ın önüne geçti mi ?
– Tabii ki geçmiştir. Eğer bir oyuncuyu star tanımına alıyorsanız işin doğasında var bu durum. Beni çok sevdiğinizi biliyorum. Onun için şöyle söyleyeyim, yıllar önce sizinle ilk telefonda konuştuğumuzda da belirtmiştim galiba: “Hayranlığınız nedeniyle, ne kadar objektif olmaya çalışırsanız çalışın beni herkesten güzel, herkesten başarılı, herkesten daha mükemmel görüyor olabilirsiniz. Evet, belki bazı meziyetlerim vardır. Benzetmeler her zaman hoşa gider ama tam anlamıyla ne bir Barbie bebeğim, ne de uzun boylu, uzun sarı saçlı bir peri kızı gibi olağanüstü bir varlık … Etten kemikten normal bir insanım. Heyecanlanmayın, kusurlarım da olabilir.” Bunlara değinmiştim sanırım..
– İlk film;”Akasyalar Açarken”. Sonrakilerin aslı, imzası olan, o ilk film. “Akasyalar Açarken”in ardından bu işe devam etmeliyim ya da bırakmalıyım dediğiniz oldu mu? Daha film gösterime girmeden çoktan yıldız olmuştunuz üstelik.
– Doğrusunu söylemek gerekirse, yüzme bilmeden denize atılmış gibi çırpınıyordum. Her şeyden önce utangaç, çekingen birine kamera karşısında nasıl davranması, heyecanını nasıl yenmesi gerektiğini öğretmeden, bu işe başlatmamak gerekir, diye düşünüyorum. Dahası kamera objektifinin derecelerine göre nasıl oyununu büyütüp küçülteceğini, tiyatrodan çok farklı olan oyun tekniğini öğrenmesi şart. Keşke o yıllarda da oyuncu koçları olsaymış, diyorum şimdi. Evet, okulun en iyi taklit yapan öğrencisiydim yani başka birinin kişiliğine kolayca girmesini bildiğimi sanıyordum.
– Henüz film çekilmemiş. Artist Derisi’nin yarışmasında birinci olmuşsunuz. İstanbul’a geliyorsunuz. Gazete satıcılarında, dergi kapaklarında fotoğrafınızı görmek, nasıl bir duyguydu bu ?
– O zamanlar yeni dergiler bazı bayilerin önündeki ağaçların gövdelerine iliştirilirdi. Her tarafta fotoğraflarımı görünce çok heyecanlandım ister istemez. Acaba hayatımdaki en önemli sayfa mı açılıyordu? Beni benimseyecekler miydi? Beni bekleyen neydi; başarı mı büyük bir hüsran mı? Çok zorla verdiğim bu karardan pişman olma ihtimali var mıydı? Endişe ve mutluluk karışımı düşünceler arasında gidip geliyor; kalbimin çarpıntısından yanaklarım kızarıyordu. Zaten dediğim gibi, hep çekingen bir yapım vardı.
– ‘Ödülü oyunculuğun onaylanması’ biçiminde yorumladığınızı hatırlıyorum..
– Benim tipim festival filmlerine çok uygun olmadığından, bağlı olduğum firma da ödül alıp almamamı umursamadığından belki de festivallerde ödül kazanmam kolay değildi pek. Star olmanın ölçüsü esasta filmin ticari başarısı olsa da, festivallerden ödül almazsanız oyunculuğunuz sanki onaylanmamış oluyordu. Altın Portakal’ı “Ankara Ekspres”i ile kazanmıştım sonrasında “Umutsuzlar” ve “Utanç” ile de almayı isterdim ama olmadı.
– Buğulu bir cama ne yazardınız ?
– Dünya ne kadar değişirse değişsin, bana göre tüm canlıların en büyük besin kaynağı olan o sözcüğü yazar : ‘Sevgi,’ derdim. Sonra ” Denge”. Yani uzayı ayakta tutan şey, denge ve önemlisi “Adalet”. Kendi çıkarına karşı durumlarda bile adil davranabilmek, insanlara tolerans göstermek. Ön yargılı olmamak yani,” Empathy”. Evet, bu dört sözcüğü yazardım.
-Arşiv yaptınız mı ?
– Sürekli çalışıyorduk, bir setten diğerine, vaktimiz yoktu belki de ilerisi pek düşünülmüyordu. Arşiv yapmadım.
– Türk sinemasının en iyi giyinen oyuncusu unvanı nasıl bir misyon yüklemişti size? Hatırlıyorum, her filminizde değişik kostümler, tuvaletler giyerdiniz hatta “Seni Sevmek Kaderim” adlı filmde, aklımda doğru kaldıysa elli iki farklı kostüm kullanmıştınız ve tabii değişik takılar, ilave saçlar vs. Bana göre, “Ankara Ekspresi”ndeki 1940’lı yılların çizgisini yansıtan giysileriniz şaheserdi. ”Ayrılık” filmindeki revü sahneleri o beyaz otrişlerle süslü tuvalet ve daha niceleri. ”Acı Hayat”, “Zambaklar Açarken,” “Soyguncular” da Faize Sevim imzalı kostümler.. ”Acı Hayat” filmindeki o boncuklarla bezeli gelinlik mesela…
– Evet, o dönem öyle bir unvanım vardı. Şimdi bile gençler “Ne güzel kıyafetler seçmişsiniz?” diye iltifat ediyorlar. Eğer hakikaten beğenmişlerse; o dönem modasını yakından takip ederek, röportajlarımda, en çok da filmlerin izlenmesinde belki bir artı getirir diye (şimdiki dizilerde güzel kıyafetlerin önemi gibi) kullanmıştım moda faktörünü. Sanat filmlerinde sadece rolün icabı olan gerçekçi kostümlerin yanı sıra popüler filmlerde, dizilerde de kostüm; seyirciyi bir miktar cezbediyor sanırım. (“Aşk-ı Memnu” daki durumu hatırlayın.) Gerçi o senelerde filmlerdeki kıyafetleri kendi imkanlarımızla aldığımız için, kazancımızın çoğu bu işe gitti ama insan o yaşlarda çok seviyor güzel ve şık şeyler giymeli. Şimdi eğer becerebilirsem, zamansız, rafine dedikleri daha klasik şeyleri günün aksesuarlarıyla birleştirmeye çalışıyorum. Günlük giysilerde BOHO diye tanımlanan, iyice spor ve biraz maskülen şeyler tercihim. Doğrusu, artık insanın ne eski bütçesi var o eski harcamaları yapmaya, ne de enerjisi, hevesi var mağaza mağaza dolaşmaya. Ama yurt dışında tanınmadığımız için rahatça gezdiğim yerlerden aldığım, çok pahalı olmayan, bana ilginç gelen bir şeyi, ne zaman televizyonda bir söyleşi esnasında giysem, hemen “Üzerinizdeki giysiyi nereden aldınız veya saçını kim kesiyor?” diye sorular geliyor. “Demek ki, zevkimi ve seçimimi hala beğeniyorlar galiba,” diye memnun oluyorum.
– Bugün saçlarınız kısa ama hanımlar bu kesimi çok beğeniyorlar. ‘Filiz Akın stili saç’ diye bir şey duydunuz mu ?
– Çok hoşuma gidiyor. Bir de üstelik iki, üç ayda bir boyadan başka kuaföre gitmediğim için kendim kesiyorum aynaya bakarak kendime göre orasını, burasını kırparak muntazam olmayan biraz yaramaz bir saç yapmaya çalışıyorum. Ama esas iş tarama ve şekil verme kısmında. Gözüm resimde bir durum, ayrıntının nasıl görüneceğini görebiliyor, eskiden çok iyi resim yapardım belki ondandır. Elim de yatkın galiba. Bir ara bir kuaförden Filiz Akın Atölyesi yapalım saçınızı ve makyajınızı isteyenlere uygulayalım gibi bir teklif bile gelmişti.
Ayrılmadan önce son bir soru daha…
– Kentmen, Sürer, Sim, Tosun desem..
– Hulusi Kentmen; hayattaki duruşuyla da kentli, şefkatli, babamız…
Mürüvvet Sim; set aralarında fakirlere devamlı hırka, atkı ören, çok mütevazi bir evi olunca ona sevinçten, kızı olmuş gibi Zeynep adını takan, muhteşem duygu dolu bir insan; sanırım en çok benim keşfettiğim biricik Mürüvvet Ablam.
Mualla Sürer: Filmlerindeki cadaloz kadının aksine sevimli, ona buna takılan komik, tatlı biri…
Necdet Tosun: O zaman Türker İnanoğlu’nun çok yakını olduğu için en çok anım olan unutulmaz aktör.
Eve döndüm. Ses kayıt cihazını baştan sona dinledim. Sonra bir daha. Çocukluğum, ilk gençliğimin filmleri, fotoğrafları aktı gözlerimin önünden. O melodramlar, komediler. Gümüş çerçevede siyah beyaz bir Filiz Akın fotoğrafı. 1968 yılında çekilmiş olmalı. Kahkül kesimi uzun saçlar yüzünde o güzel gülümseyiş. O fotoğrafa ne zaman baksam, duyarlı, kırılgan, zarif, ne istediğini çok iyi bilen bir kadının yaşamdan damıttığı birikimi, içe işleyen (o büyü etkili ) hipnotik güzelliğini ayrımsarım. Ve 19.yüzyıl romantizminin tüm tonlarını..
“Geçmiş Bahar Mimozaları”nı hatırlıyorum. Rutkay Aziz, Güler Ökten, Engin İnal, Kenan Bal, Musa Uzunlar, Can Kolukısa, Mehmet Günsur, Nurseli İdiz, Ceylan Palay, Müşfik Kenterli kadro. Okan Uysaler’in en güzel çalışmalarından biriydi hiç kuşkusuz. Ve Filiz Akın on dört yıl aranın ardından, tüm detaylarıyla ‘en iyi’de birleşen üstün, disiplinli, kılı kırk yaran, çok daha bilenmiş oyunculuğuyla muhteşem bir performansa imza atıyordu. Şimdi düşünüyorum da, Hümeyra karakterini herhalde kimse onun gibi yaşar kılamazdı. Yer yer boyutlandırıcı, atmosfer yaratıcı, vurgulayıcı hatlar çizerek, bulup ortaya çıkartarak Hümeyra’nın ruhsal sarsıntılarını, içsel yolculuk/sürgünlerini olağanüstü bir biçimde izleyiciye aktarıyordu.Üstelik sıra dışı, iz bırakan, dengeli, tekrara düşmeyen bir yorumla..Filiz Akın her zamanki titizliği ile hemen her sahnede bir senfoni yazar gibiydi. Bana göre, Hümeyra personası bir ‘oyunculuk olayı’ydı. Çok gerçekçi rol çözümlemelerine eşlik eden, estetik duyarlılıklar, deneyimle bilenmiş bir oyunculuk. Neticede defalarca kutlanacak bir başarı. ‘Hayatın ne denli kısa, sanatın ne kadar uzun’ olduğunu hatırlatan..
Yazı masamın üzeri üst üste dizilmiş, dergiler, film lobileriyle dolu. Pencere camlarında o buğulu mavilik. Rüzgarın kokusu. Denizin nemi. Söylenecek hiçbir şey yok. Sessizlik. Apansız inen, ıhlamur rengi bir hüzün. Yalnızlığa dokunuyorum, şimdi, şu an..