“Bu insanlar yirminci yüzyıl sonunda ortaya çıkan yeni bir hayat tarzında ustalaşan ilk kişilerdi. Tanışlarının hızla azalması, başkalarıyla ilişki kuramamak ve tamamen kendi ayaklarının üstünde durmak, hiçbir şeye muhtaç olmadıklarından asla hayal kırıklığına uğramamak onlara iyi geliyordu.”
Günümüz modern toplumlarında karşılaştığımız bireyin yalnızlaşması, toplumsal sınıflandırma, tekdüze ve mekanik yaşam alanlarını konu edinen “Gökdelen”, James Graham Ballard’a ait, kurgusu ütopyadan distopyaya doğru evrilen dikkat çekici olduğu kadar rahatsız edici de bir eser.
Londra’da kent merkezinden uzakta inşa edilen, 40 katlı, 1000 daireden oluşan ve 2000 sakini bulunan, her türlü gündelik ihtiyacın karşılanabildiği bir gökdelen içerisinde yaşayan bina sakinleri arasındaki ilişkilere ve bu ilişkilerin giderek çatışmaya ve nefrete dönüşmesine tanık olduğumuz bu kitapta Ballard, modern insanın sorunlarına değiniyor. Dış dünyadan izole edilmiş, güvenli, sıcak, zengin ve huzurlu diye reklamları yapılan yaşam alanlarının iç dünyasına seyirci olmamızı sağlıyor. İktidarın kontrolü altında tutulan, sistematik bir düzen içerisinde farklı toplumsal sınıfları ve meslek gruplarını barındıran bir gökdelende, bireyler arası rekabetin ve nefretin artarak buradaki yaşamın nasıl “kaotik” hale dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Modern şehirlerde artan bir ivmeyle karşımıza çıkan beton ve metal yığını yaşam alanlarıyla birlikte dış dünyadan soyutlanan bireyin, bencilleşmesi, vahşileşmesi ve en önemlisi ilkel dürtülerinin ortaya çıkması bu gökdelenin içinde mümkün görünüyor.
“Gökdelenin kabuğunun içinde, otomatik pilota alınmış bir yolcu uçağındaki yolcular gibi güvende olduklarından, istedikleri şekilde davranmakta ve bulabildikleri en karanlık köşeleri incelemekte serbesttiler. Gökdelen, teknolojinin gerçekten ‘özgür’ bir psikopatolojinin ifadesini mümkün kılma yolunda yaptığı her şeyin farklı bir modeliydi.”
Ballard, hikâyeyi bir orta kat sakini olan Dr. Robert Laing, televizyon prodüktörü olan alt kat sakini Richard Wilder ve binanın mimarı olan üst kat sakini Antony Royal üçgeninde kurgulayarak, gökdelen bünyesindeki sınıfsal ayrımın mesleki ve dolayısıyla gelir odaklı olduğunu ortaya koyarken hiyerarşik düzenin somut yansımasını da böylelikle okuyucuya aktarıyor.
“Dr. Robert Laing, balkonunda oturduğu yerde köpeği yerken son üç ay içinde bu dev apartmanda gerçekleşen olağandışı olayları düşündü. Artık her şey normale dönmüşken, bariz bir başlangıç olmamasına, aştıklarında hayatlarını açıkça daha ürkütücü bir boyuta geçiren belirgin bir nokta bulunmamasına şaşırdı.”
“Güvenlik, alışveriş merkezi, eğitim tesisi, spor alanları, yüzme havuzu, banka gibi modern yaşama yardımcı olan tüm argümanları bünyesinde barındıran, sizi kentin 19. yüzyıl çürük binalarından ve yoksul semtlerinden ayıran, steril, nezih ve huzurlu bir yaşam olanağı sunan modern ve gösterişli bir bina.”
Reklamlarında bu şekilde pazarlanan, beton ve metal yığını, gökyüzüne doğru uzanan kaotik, küçük bir kent statüsündeki bir kütle içerisinde yaşayan Dr. Robert Laing, hayatı diğer komşuları gibi işi ve evi arasında sürüp giden, gökdelenin 25. katında oturan bir bina sakinidir. Laing’in kent merkezindeki gürültülü ve kalabalık yaşamından sıyrılarak huzurlu ve sakin bir hayatı istemesiyle birlikte tercih ettiği gökdelen yaşamı, onun bir “uzay kapsülüne” hapsolmasına ve dış dünyadan kendisini soyutlamasına sebep olacaktır.
Richard Wilder, alt katlarda yaşayanların görmezden gelindiği gökdelenin 2. katında karısıyla ve iki oğluyla birlikte yaşayan, iri yarı ve kavgacı mizacı olan bir televizyon prodüktörüdür. İçinde barındırdığı yükselme ve lüks hayat yaşama isteği nedeniyle yaşayacağı çırpınışlar onu hiç beklemediği olayların içine sokacaktır.
Antony Royal, gösterişli bu binanın mimarı ve aynı zamanda yönetici sınıfında bulunan en üst katta oturan, zengin ve burnu havada gezinen, alt sınıfları her zaman hor görmesiyle ve uyumsuz tutumları ile tanınan ilk bina sakinidir. Royal’in üst katları örgütlemesiye birlikte, gökdelen içerisindeki gerilimi tırmandırması kendi sonunu elleriyle hazırlamasına sebep olacaktır.
“Uzun asansör boşluklarında inip çıkan asansörler, bir kalbi çalıştıran pistonlar gibiydiler. Koridorlarda yürüyen bina sakinleri bir atardamar ağındaki hücrelerdiler, dairelerindeki ışıklarsa bir beynin nöronlarıydı.”
İktidarın dayattığı sistem içerisinde mutlu görünen modern insanın, en ufak bir aksama karşısında ilkel dürtülerine yenilmesinden yola çıkarak başlayan olaylar bu çerçevede gelişirken gökdelen yaşamına ilişkin en rahatsız edici ve somut yansımalara Richard Wilder’ın bina tırmanışı sırasında tanık oluyoruz. Modern insanın içinde yatan ilkelliğin ortaya çıkışının korkutucu gerçekliğini katlar arasındaki yolculuk esnasında görebiliyoruz. Hikâye boyunca, katlar çıkıldıkça ya da “aşıldıkça” zafere ulaşma duygusunun, dış dünyadan soyutlanmanın, bireyin yalnızlaşmasının etkilerini somut örneklerle keşfedebiliyoruz. Kat sakinlerinin çatışmaları, kurdukları barikatlar, kasten bozulan asansörler, merdivenlerin cephe halini alması, ilişkilerin çarpıklaşması, saygı ve sevgi barındırmayan bireyler, giderek kirlenen bir atmosferde modern(!) toplum yaşamında karşılaşılmaması gereken ne varsa hepsi gökdelen içerisinde yayılmaya devam ediyor. Sonu netleşmeyen bu romanda sınıflar arası savaşta zaferi kimin kazandığı ise hiçbir zaman bilinmiyor.
“Laing dört yüz metre kadar ötedeki gökdelene baktı. Geçici bir elektrik kesintisi yüzünden 7.katın tüm ışıkları sönüktü. Karanlıkta fener huzmeleri geziniyordu şimdiden; bina sakinleri içinde bulundukları yeri keşfetmeye yönelik ilk şaşkınca araştırmalarına başlıyordu. Laing onları tatminle seyretti; onları yeni dünyalarında ağırlamaya hazırdı.”
“Bilim kurgu uzayda değil insanın kendi içindedir, gelecekte değil bugünde aranmalıdır.” diyen J. G. Ballard’ın, alışkın olduğumuz bilimkurgu yazarlarından farklı olarak eserleri, teknoloji ve evrenin keşfine yönelik bilimkurgu konularına karşı bir tutumla, içerisinde günümüzdeki ve yakın gelecekteki modern yaşam eleştirisi barındırmaktadır. Kafasını modern yaşamın ve teknolojinin insanlar üzerinde yarattığı etkilere yorarak eserler ortaya koyan Ballard, bu distopik romanı 1975 yılında kaleme almıştır. Gözlemci bir bakış açısıyla anlatılan, diyalogların en aza indirgendiği bu çarpıcı romanı okumanızı tavsiye ederim.
Bu arada unutmadan…
2015 yılında Ben Wheatley tarafından sinemaya uyarlanan “High-Rise”ın başrollerini Tom Hiddleston (Dr. Robert Laing), Jeremy Irons (Anthony Royal) ve Luke Evans (Richard Wilder) paylaşmaktadır. Bu uyarlamayı da en kısa sürede izlemenizi tavsiye ederim.