Ölmek her şey değildir, zamanında ölmek gerekir!
İki çağdaş filozof, Albert Camus ve Jean-Paul Sartre, kısa süren ve neden sona erdiği tartışmalı olan dostluklarının ve felsefî yakın akrabalıklarının dışında, Baba’nın Ölümü’ne ilişkin kritik bir yazgıyı da paylaşırlar. Her ikisi de, henüz bir yaşındalarken –Camus on bir aylık, Sartre on beş aylıktır−, yaşamları boyunca hiç tanıyamayacakları babalarını yitirmişlerdir. Tesadüf olmasa gerek, yine ikisinin babası da, bir askerken yaşama veda etmişlerdir: Sartre’ın babası Jean-Baptiste bir deniz subayıdır ve yolculuklardan birisinde kaptığı bir bağırsak hastalığı onu acılar içinde bir ölüme sürüklemiştir. Camus’nün babası Lucien Auguste ise, Jean-Baptiste’e nazaran daha az acılı ve nispeten daha hızlı şekilde, I. Dünya Savaşı’nda yaralanmasının sonucunda ölmüştür. Nihayet, yirminci yüzyılın iki önemli entelektüel, edebî ve felsefî figürü de, bütün yaşamlarını baba imajından yoksun geçirmek durumunda kalmışlardır. Bu, ilk bakışta trajik görülebilir – hatta onlar için üzülmek ve onlarla duygudaşlık kurmaya çalışmak bile mümkündür; fakat nihayet Baba’nın Ölümü’nün bir filozof, bir entelektüel, bir sanatçı için büyük bir lütuf ya da eşsiz bir fırsat olduğu anlaşılacaktır. Anlamaya çalışalım.
Hem Jean-Paul Sartre hem de Albert Camus, babalarının ölüm öykülerinden yıllar sonra kaleme alacakları otobiyografik eserlerinde –Sartre Sözcükler’de (Les Mots, 1963), Camus İlk Adam’da (Le Premier Homme, ölümünden sonra, 1994)−; hiç tanımadıkları ve genç yaşta ölen babalarına atıfta bulunurlar. Camus, savaş sırasında kaybettiği babasının mezarını tam kırk yıl sonra bulabilmiş ve babasının mezarı başına geçtikten sonra hissettiklerini şöyle ifade etmiştir: “Oğulun babadan daha yaşlı olduğu yerde, yalnızca çılgınlık ve kaos vardı.” Nitekim mezar başında bulunan oğul şimdi kırk yaşındayken, mezarın içinde olan baba henüz otuz yaşına bile basmamıştır. Camus’nün içinde bulunduğu durumu tuhafsaması ve bu durumu çılgınlık ve kaosla ilişkilendirmesi, onun absürde odaklanmış felsefesi için de değerli bir anektod olsa gerektir. Öte taraftan ise, Sartre’ın babasına yaptığı atıflar daha tarihsel bir sorunu dillendirmekte, bu sebeple de daha acımasız görünebilmektedir. Şöyle yazar Sartre:
“İyi baba yoktur ve bu bir kuraldır; ama bu kusur yüzünden erkekler değil, çürümüş babalık bağları suçlanmalıdır. … Yaşamış olsaydı, babam, boylu boyunca üzerime çökecek ve ezecekti beni. İyi ki genç yaşta öldü ve ben; tüm hayatları boyunca, omuzlarındaki Ankhises’lerini taşıyan Aineias’lar arasında oğullarının sırtına binmiş bu görünmeyen doğrutuculardan nefret eden ve yapayalnız olan ben, bir kıyıdan ötekine geçiyordum; ardımda babam olmak için gerekli zamanı bulamamış genç bir ölü bırakmıştım; o ölü bugün benim çocuğum olabilirdi. İyi mi, kötü mü oldu bu? Bilmiyorum, ama seçkin bir psikanalizcinin yargısına katılıyorum: Bende üstben yoktur.
Ölmek her şey değildir; zamanında ölmek gerekir” (1).
Jean-Paul Sartre’ın yazdıkları, baba ve oğul ilişkisinde, bir varoluşum ve özgürleşim problemine atıf yapıyor gibidir. Baba, oğulun kendi varlığını kurmasının ve özgürleşmesinin önünde bir engel teşkil eder. Bu yüzden onun ölmesi yeterli değildir –zaten geç de olsa ölecektir−, aynı zamanda “zamanında” (yani oğul henüz bebekken ya da en azından onu anımsayamayacak yaştayken) ölmesi gerekir. Şüphesiz Sartre’ın derdi, kendi babası Jean-Baptiste ile değildir –nitekim onu neredeyse hiç tanımıyor, kişiliğini bilmiyordur−. Sartre, Baba kavramıyla kavgalıdır ve bu kavga onu, babasının genç yaşta ölümünü “iyi ki” olarak anmaya kadar götürmüştür.
Baba’nın erken ölümü konusunda, Sartre ve Camus oldukça iyi ve yetenekli örneklerdir. Fakat elbette daha fazla örnek de mevcuttur. Friedrich Nietzsche, Gottfried Leibniz hemen aklıma gelenlerden. Baba’nın erken ölümünün felsefî bir lütuf olduğu konusunda yeterince örneğe sahibiz. Fakat hemen öyle kestirip atmamak gerektiğine de inançlı olmalıyız. Bu yüzden, bu konuda çok daha geniş bir sorgulamayı kitaplaştırmaya karar verdiğimi, bu yazı aracılığı ile ilan etmiş olayım. Belki tarihsel yerini, tam da buradan vesile ile bulacaktır.
Camus yâr, Nietzsche yardımcımız olsun.
Ve Sartre yoldaşınız.
Kitapta görüşmek dileği ile…
Dipnotlar:
(1) Jean-Paul Sartre, Sözcükler, Çeviren: Selahattin Hilav, Can Yayınları, 2019, ss. 21.
Kaynakça:
SARTRE, J. P., Sözcükler, Çeviren: Selahattin Hilav, Can Yayınları, 2019
CAMUS, A., İlk Adam, Çeviren: Tahsin Yücel, Can Yayınları, 2019.
Hamza Celâleddin, 1991’de Konya’da dünyaya geldi. 2013’te Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldu ve 2014’te Konya Üniversitesi Felsefe bölümünde yüksek lisans programına başladı. 2017’de Katil Nietzsche Asker Kant, 2018’de Dehşetli Peygamber Zarif Cellat, 2019’da Nietzsche’nin Altı Günü eserleriyle birlikte; Destek Yayınları felsefe serisi için Albert Camus, Søren Kierkegaard ve Jean-Paul Sartre derlemelerini kaleme aldı. Son olarak ise Fihrist Kitap’tan Bir Otto Weininger Kritiği isimli kitabı yayınlandı. 2014’ten itibaren pek çok dergi ve online gazetede yazıları yayınlandı ve 2017-2019 yılları arasında Düşünbil Felsefe Dergisi editörlüğünü yaptı. 2019 yılından itibaren ise kendi dergisi, Henidik Felsefe ve Filoloji Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Ayrıca bir süredir tiyatro sahnesinde Felsefe Konuşmaları yapmaktadır.