Genel hatlarıyla “sanat” ya da daha doğru ifade ile sanatın ne olduğu, neyin sanat olduğu yıllardır tartışmalara sebep olmuştur. Bu tartışmalar süregelirken sanat, insanlıkla birlikte günümüze kadar gelmiştir. Çünkü insanlar yaradılışları ve çevresel faktörler gereği ifade etme ihtiyacı bununla da birlikte bir coşku duymuş bir coşum yaşamışlardır. İşte tam burada, kelimelerden de önce duyguların dışa vurumu olarak sanat doğmuştur. Sanat da insanlar gibi doğmuş, büyümüş hatta aile bile kurmuştur ki bu öyle bir ailedir ki her mensubu birbiri ile etkileşim halindedir. Benim bugün bahsedeceğim resim ve sinema sanatı bu ailenin belki de iki kardeş mensubu. Resim sanatının doğuşu mağara duvarlarına kadar dayanıyor, sinema ise 19.yy sonlarında doğmuştur. Sinema kuramcısı Rudolf Arnheim’ın da dediği gibi “Tarihte ilk defa bir sanat gelişirken biz oradaydık.”’ Ve ne mutlu ki, hala buradayız. Mağara duvarlarına ellerinin izlerini bırakarak bizi selamlayan atalarımıza ben de selam yolluyorum ve sinema sanatının beslendiği bazı tabloları yazmaya koyuluyorum. Benim burada bahsedeceklerim resim ve sinema örneğinin çok az bir kısmı, örneklerine film izlerken sık sık rastlayabilirsiniz.
1-The Lighthouse (2019), Robert EGGERS
Lightouse çıktığı günden beri birçok eleştirmenden tam not almıştır. Bana göre film tam bir görsel şölen, filmi izledikten sonra o sinemasal hazzı alıyorsunuz. Film birçok mitolojik ögeye de atıfta bulunuyor, bunlardan biri de Prometheus. Kısaca Prometheus, ateşin tek yandığı yer olan tanrılar yurdu Olimpos’tan ateşi çalan ve onu kendi yarattığı insanlığa sunan bir Titan’dır. Dünyada yeni olan insan ateş ile birlikte birçok tanrısal güce yaklaşmış, dehasını geliştirmiştir. Bu durum Zeus’un hoşuna gitmez ve Prometheus cezalandırılır. Zeus tarafından kayalara bağlanır, ciğerleri kargalar tarafından yenilir ve bu ceza sürekli tekrar eder tıpkı Sisifos’un cezası gibi…
2-Girl with a Pearl Earring (2003), Peter Webber
İnci Küpeli Kız ( Meisje met de parel), Hollandalı ressam Johannes VERMEER’in başyapıtlarından biridir. Hollandalı Mona Lisa olarak da anılan bu tablo disiplinli, mükemmeliyetçi ressam olan Vermeer’in adının geçtiği pek çok sırrın konusu oluyor. Gelişen teknoloji ile tablonun boyalarının kaynağı bile bulundu ama asıl soru hiç cevaplanamadı. Asıl soru, kızın kim olduğuydu. Bu film, tablodan bir sahneyi göstermenin yanı sıra direkt tabloyu canlandırıyor, oynatıyor. Peter Webber’in yönetmenliği üstlendiği bu filmde kızın kim olduğuyla ilgili kurmaca bir hikâye anlatılıyor. Kimi eleştirmenlere göre, tablodaki kızın bakışı, ağzının açık oluşu gibi ufak detaylar onun Vermeer’in kızı olmayacağını ortada bir gönül ilişki olduğunu söylerken başka eleştirmenler genelde evdeki gündelik hayatı resmeden ressamın bu resimde kızını model olarak kullandığını söylüyorlar. Bu gerçeği öğrenmemiz imkânsıza yakın ama filmdeki hikâye İnci Küpeli Kız ( Scarlett Johansson) ile ressamımız arasında bir gönül ilişkisi üzerine kurulmuş. Film Vermeer’in birçok tablosunu gösterirken ressamın bazı tekniklerini ve onun ışığı ne kadar iyi kullandığını da sıkça vurguluyor. Ayrıca filmdeki kostümler ve karakterler de özenle seçilmiş, filmi izlerken Vermeer’in tablolarındaki kıyafetlerin ve insanların arasında bir gezintiye çıkacaksınız.
3-The Adventures of Baron Munchausen (1988), Terry Gilliam
Ucu bucağı olmayan bir hayal gücüne sahip Terry Gilliam bizi yine bambaşka diyarlara yolculuğa çıkartıyor. Film boyunca 18.yüzyılda yaşayan Baron Munchausen’in birbirinden renkli maceralarına ve Osmanlı’ya karşı düzenlediği savaşa konuk oluyoruz. Bu maceralarda da Venüs’ün doğuşuna bizzat şahit oluyoruz. Venüs, Afrodit’in Roma mitolojisindeki adıdır. Venüs, güzellik ve aşk tanrıçasıdır. Homeros metnine göre Kronos babasını (Uranüs) hadım eder ve cinsel organını denize atar. Denizin döllenmesi ile Venüs doğar, deniz kabuğu içinde yol alarak da Kıbrıs kıyısında karaya çıkar. Bu tabloda anlatılmak istenen salt mitoloji değildir, Paganizm ve Hristiyanlık üzerine dinî mesajlar da içerir. Burada Boticelli’ye göre Venüs’ün doğuşu aslında Hristiyanlığın doğuşuna benzer, tıpkı güzellik ve aşk tanrıçası Venüs gibi Hristiyanlık da güzellik ve aşk getirmiştir.
4-Shirley: Visions of Reality- Gustav Deutsch
Edward Hopper, yalınlığın, yalnızlığın, gerçek olanın ressamıdır. Hopper, Amerika’daki popüler kültüre karışmayan bir Amerikan’dır. O, Amerika’nın dönem dönem yükselen popüler kültür ürünlerini resmetmek yerine insanların bu kültür içinde gitgide yalnızlaştığını, varoluşsal sancısını, sıkıntısını göstermeyi tercih etmiştir. Edward Hopper döneminde Paris’e gitmek, oradaki çevreleri tanımak bazı sanatçı çevreleri için oldukça önemli ve popülerdi. Edward Hopper, Paris’e gitmesine rağmen şunları söylemiştir; “Kimle mi tanıştım? Kimseyle. Gertrude Stein adını duymuştum. Ama Picasso’yla ilgili bir şey duyduğumu hatırlamıyorum. Geceleri kafelere gider oturur ve etrafı izlerdim. Biraz da tiyatroya gittim. Paris benim üzerimde harika ya da vurucu bir etki bırakmadı.” Döneminde Paris ile ilgili birçok abartı söylenirken ve şehir tanrısallaştırılırken bunları söyleyen bir adam öyle özgün ve yalındır ki tablolarındaki karakterlerin iç sıkıntısını siz de hissedersiniz. “Shirley: Visions of Reality” filminde, tablolarda gördüğümüz kadın figürünün Amerika’nın farklı dönemlerindeki yaşantısını görüyoruz. Her dönem başlarken dönemin radyosundan kayıt duyuyoruz, yönetmen böylelikle tarihi ve politik bir ön görü de oluşturuyor. Filmimizin karakteri Shirley tıpkı tablolardaki figürler gibi sıkışmış, yalnız, sahte gerçekliğin farkında ve bu sahtelikten kaçmaya çalışmaktadır.
“Hopper gerçekçi bir ressam olarak anılsa da ben resimlerine yakından baktığımda bunun pek de doğru olmadığını gördüm. Hopper sanıldığı gibi gerçekliği resmetmiyor, onu sahneliyor. Gerçekliğin sahneye konulup yeniden düzenlenmesi aslında sinemanın da doğasında olan bir şey.”
Gustav Deutsch
*Aşağıdaki görsellerde Edward Hopper’in tabloları (Morning Sun, New York Movie, Western Motel, Room in New York) ve filmdeki bazı sahneler yer almaktadır.