Bir klasiktir Roman Holiday… Sınırların dışına çıkmanın verdiği hazzı seyirciye de hissettirmesiyle mi, Audrey Hepburn’un zarafetinin büyüsüyle midir nedir bilmem fakat Roman Holiday aslında hiç eskimeyecek, vizyonlardan hiç kalkmayacak bir film bana kalırsa.

Bildiğimiz şeyleri keşfetmenin heyecanı büyük hiç şüphesiz. Fakat bilinmeyeni keşfetmek… Dünya sinemasının merkezi de bu değil midir zaten? Bilgi bolluğu içinde yaşayıp kulaklarımızı ve gözlerimizi bağladığımız şu günlerde aslında sinemanın da gözden düştüğünü söylemek gerekir. Bilinmeyen, görülmeyen şeyler bizleri şaşırtmaz oldu; zaten internette her şeyin açıklaması var ki (!).

Fakat internetin, insanın hayatına dokunuşunun olmadığı günlere geri dönüyoruz Roman Holiday ile. İnsan keşfetmek istiyor; fotoğraflarını yalnızca gazetelerde iki üç karede görebildiği şehri, daha önce hiç karşılaşmadığı farklı ülkenin farklı insanlarını, o ülkenin kültürünü ve elbette kendisini… İşte bizler de Audrey Hepburn’ün – aslında prenses Ann’in – bu keşfi sırasında yolculuğunda ona eşlik edeceğiz fakat bahsedecek o kadar yer var ki, bunu iki yazı üzerinden anlatmanın daha kalıcı olacağını düşündük.

Uyarıyorum, birazcık spoiler içerebilir. Filmin içeriğinden bahsetmeden, Roma’dan bahsedeyiz ki…

Öncelikle, filmimizin başlangıç noktası olan yerden başlamak istiyorum: Audrey Hepburn’u dışarıda gördüğümüz ilk sahne. Prenses Ann onca sorumluluğun altında kalmasından ötürü histeri krizi geçirir ve ona uyuması için yaptıkları iğnenin etkisinden ötürü Ann, dışardaki insanlarca sarhoş sanılır. Dışardaki insanlardan kastımız da elbette ki Joe Bradley’dir.

Bu sahne Roma’nın en önemli kentsel alanlarından biri olan Roma Forumu’nda konumlandırılmış Septimius Severus’u onurlandırmak için yapılan zafer takının yanında çekilmiş. Bunu benden çok duyacaksınız belki ama, Audrey Hepburn’un zarafetinin Roma’nın ihtişamı ile birleşiminden kötü bir şey çıkmasını beklemiyordum zaten.

Zafer taklarından daha önceki yazılarımızda bahsettik mi bilmiyorum fakat kısaca bir özet geçelim. Roma’nın imparatorluk anlayışını bilirsiniz; ihtişama, pohpohlamaya ve imparatorları tanrı gibi yüceltmeye düşkünlerdir. Bu nedenle imparatorlar, kendileri adına şehirlere zafer takları yaptırmışlardır. Bir zafer kazanınca, imparator ve alayı bu zafer takının altından alkışlar ve çığlıklar eşliğinde geçerek zafer kutlaması yaparlar. Bu filmde geçen zafer takı Septimius Severus takı olsa da; imparator Hadrian’ın bir uygulamasından bahsedeceğim. Mimari yeniliklere açık, sürekli farklı bir şey deneyen imparator Hadrian; gücünü Roma imparatorluk ailesine ve halkına kanıtladıktan sonra kendisi için bir zafer takı yaptırır fakat sıradan bir zafer takı değildir bu. Yaptırdığı zafer takında, kendisinden önce tahta çıkmış önemli imparatorların yaptırdığı yapılardan taşlar getirtmiştir. Kısacası bu uygulama imparator Hadrian’ın; “İyi, güzel, bir zamanlar yaptınız, ettiniz ama şimdi benim zamanım!” deme şekli… Yani zafer takları yalnızca iki taşıyıcıya binen üçlü geçiş alanları değildir, sembolik anlamları oldukça fazladır.

Septimius Severus Zafer Takı

İmparator Septimus Severus’u yaşatmak için M.S. 3. Yüzyılda yapılan tak, Roma forumunda korunabilmiş en önemli yapılardan birisi.

Şimdi yönümüzü biraz değiştiriyoruz. Joe Bradley ile bu zafer takının yanında tanışan Prenses Ann, kafası yerinde olmadığı için nereye gitmek istediğini ya da nereye ait olduğunu dile getiremeyince gece o saatte kızı tek başına bırakmak istemeyen Joe, Ann’i kendi kaldığı yere götürür; biz de onunla beraber gideriz: Via Margutta 51.

Via Margutta

Filmin en ilginç sahneleri burada geçiyor bana kalırsa. Çünkü bir sonraki gün birbiri ile randevusu olan fakat birbirini tanımayan iki kişi; Joe’nun kızı yataktan divana yuvarladıktan sonra yatakta mışıl mışıl uyuması da cabası… Taa ki kızın prenses olduğunu fark edene kadar tabii…

Via Margutta, aslında filmde Prenses Ann’in normal bir insan olmayı keşfinin başlangıç noktası ve Roma’yı keşfinin de ilk durağı olan “Piazza Di Spagna”ya oldukça yakın. Via Margutta 51, Joe Bradley’nin kaldığı yer. Daha önce bir erkek ile sorumlulukları dışında iletişim bile kurmamış Prenses Ann, tanımadığı bir adamın evine, o adamın pijamalarıyla uyanır ve adamın banyosunda duşa girer.

“I’ve never been alone with a man before, even with my dress on. With my dress off, it’s most unusual,” repliği kulaklarımda yankılanıyor.

Günümüzde Via Margutta’nın yer aldığı cadde sanatçı galerileri ile doluymuş, oldukça da rağbet görüyormuş.

Piazza Di Spagna

Margutta’dan ayrılan Ann, kenti keşfe çıkıyor; Joe Bradley’nin kendisini izlediğinden bihaber… Ve Piazza Di Spagna’da karşılaşıyorlar… Ya da Ann karşılaştıklarını sanıyor.

Fakat bu karşılaşmadan önce, Prenses Ann görünüşünde değişiklik yapmak istiyor. Alışılmıştan sıkılmış, yeniyi arar bir şekilde başladığımız yolculuklarda saçları değiştirmek önemli bir adımdır… Prenses Ann de bunun farkında ve soluğu bir kuaförde alıyor.

Via Della Stamperia 85’te yer alan küçük kuaför, Trevi çeşmesinin hemen doğusunda konumlanıyor. Fakat günümüzdeki durumunu maalesef bilemiyorum.

Piazza Di Spagna

Piazza Di Spagna, ya da Türkçe çevirecek olursak “İspanyol Meydanı” genellikle İspanyol Merdivenleri diye anılır. Roma’nın uzun yıllardan beridir en hareketli, en işlek meydanlarından birisi. İspanyol Merdivenleri adını da bölgedeki İspanyol Elçiliği’nden almış. Merdivenler 18. Yüzyılda Francesco De Sanctis tarafından Kral XV. Louis için tasarlanmış, yapım amacı ise merdivenleri çıktığınızda karşınıza çıkan Trinita Dei Monti Kilisesi’ne meydandan ulaşımı sağlamak… Birazdan Prenses Ann ile beraber sürükleneceğimiz Via Condotti ise merdivenlerin hemen karşısında yer alıyor.

Piazza Di Spagna

Via Condotti film boyunca çok sık gördüğümüz bir durak değil bu nedenle üstünde çok durmayacağız. Sıradan olmanın verdiği hazzın farkına varan Ann, normal insanlar gibi küçük bir kahve dükkânında oturabilmek ve mağazaların vitrinlerine bakarak dolaşabilmek ister. Bu nedenle Joe Bradley, Ann’i Via Condotti’ye ve ardından da G. Rocca Cafe’ye sürükler.

G. Rocca Cafe

Burada Ann, Irving ile tanışacaktır ve Joe ile Irving arasındaki en komik diyaloglar ile burada karşılaşıyoruz. G. Rocca Cafe, Pantheon’un hemen yanında konumlanmaktadır. Hatta görüşmeleri sırasında bazı ara sahnelerde Pantheon’un devasa sütunları gözümüze çarpıyor. Pantheon ile ilgili detaylı bilgi için Bir Sır Kubbesi : Pantheon yazımızı okuyabilirsiniz.

G. Rocca’dan Pantheon’a bakış

G. Rocca’da yaşanan garip anlardan sonra Ann ve Joe bir Vespa’ya atlayarak şehir turu için yola koyulurlar. İlk durak ; Collosseum.

Colloseum

Colloseum, M.S. 72 – 80 yılları arasında Flavius hanedanına mensup imparatorlarca yaptırılan ve yapıldığı dönemde Flavius Amfitiyatrosu olarak da bilinen devasa bir amfitiyatrodur.

Colloseum, M.S. 80 yılında İmparator Titus tarafından törenle açılışından itibaren 5 bin vahşi hayvanın katledildiği yüz gün süren kutlamayla halka kazandırılmış. Bu tür katliam içerikli eğlenceler neredeyse M.S. 6. Yüzyıla dek sürmüştür. Colloseum, Roma halkının içindeki vahşet arzusunun somut bir kanıtıdır aslında. Bu vahşet arzusu yalnızca Roma insanı için geçerli değildir, bana kalırsa hepimizin içinde bu tür vahşetlere dair bir arzu var. Bugün eğer gladyatör dövüşleri yapılsa, gitmeyecek bir kişi dahi tanımıyorum.

Colloseum

Peki Colloseum’u bu kadar değerli kılan şey ne?

Birincisi; devasa kütlesi. Günümüzde kutu kadar evlerde yaşayan bireyler olarak, okullarımızın üç – dört katlı olması dahi bizlere büyük gelirken; zamanında böyle bir amfitiyatronun varlığı insanı büyülüyor.

İkincisi; Bundan neredeyse 1900 yıl önce inşa edilen bu devasa yapının günümüzde hâlâ varlığını sürdürebilmesi.

Üçüncüsü ise; yapının varlığını sürdürmesini sağlayan yapım teknolojisi.

Roma ile Yunan bir tutulur fakat aralarındaki farklar oldukça barizdir. Geçen sene Roma Mimarlığı dersi alırken değerli bir hocamın yaptığı tarif aklımdan çıkmıyor: “Roma mimarisi, üzerinde Yunan nitelikleri giydirilmiş fakat yapım teknolojisi gelişmiş bir algı etrafında şekillenir.”

Ne kadar da doğru!

Roma’da, özellikle imparatorlarda mühendislik ve mimariye merak vardır. Birçok imparator kendisine farklı farklı uygulamalar içeren mimari yapılar yaptırmışlardır. Yeni şeyler deneme, hep bir adım daha ilerleme çabasında olmuşlardır. Bundandır ki yüzyıllar boyunca insanlar kendilerine “Roma” yaratmak istemişler. Aslında İstanbul da Büyük Constantin’in kendine ait bir “Roma” yaratma arzusunun bir sonucudur, ama neyse konumuz bu değil.

Colloseum

Colloseum, 118 metreye 156 metre olan dış boyutları ve 48 metreyi aşan yüksekliği ile o döneme dek inşa edilmiş en büyük amfitiyatro imiş. Yapının özelliği ise, sıraları taşıyan ince döşemelerin birçoğunun altının boş olması… Bu boşluk tonozlu sistemler sayesinde yaratılabilmiş ve bu tonozlu sistemler sayesinde de yapı kütlesellikten sıyrılarak günümüze kadar ulaşımı sağlayabilmiş. Eğer içi dolgulu duvarlar ile yapılsaydı, muhtemelen ya bugünkü Ayasofya gibi orasından burasından açılmalar yaratacaktı ya da günümüzde var olmayacaktı; kendi ağırlığını 1900 sene taşıması zor olacaktı muhtemelen. Kapasitesi 50.000 kişi olan Colloseum’un geliştirilmiş koridor ve merdiven sistemleri sorunsuz giriş çıkışı sağlıyormuş zamanında.

Ayrıca Colloseum’da dikkat çekici bir şey daha vardır; Pompeii’de Colloseum benzeri inşa edilen bir amfitiyatronun arenası yekpare dolgu olarak tasarlanmış. Oysa Colloseum’un zemini, vahşi hayvanlar zemin katın altından taşınıp arenaya salınırken bakıcılar için tehlike yaratmayacak şekilde tasarlanmış usta işi koridor ve kafeslerden oluşuyor. Yani günümüzde arena kısmında görülen dehliz benzeri bölümler aslında güvenliği üst seviyeye çıkartmak için yapılmış önemli bir uygulama.

Kaynaklardan edinilen bir ilgiye göre Colloseum’un açılış töreninin bir parçası olarak deniz savaşı canlandırması sırasında arena su ile doldurulmuş. Eğer bu bilgi doğru ise arenanın iç sisteminin resmi açılış sonrasında eklenmiş olabileceğine dair bir fikir sunuyor araştırmacı Martin Thorpe.

Şimdi soluklanma zamanı… Haftaya yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz!