Kafanın içinde binlerce düşünce, uçuşup duruyorlar, sense onları yan yana getirmeyi çok da istemiyorsun sanki. Bir martı geçiyor pencerenin önünden, ne kadar kederli de olsan gülümsüyorsun elinde olmadan. Okuduğun kitabının kokusu geliyor burnuna, bir yudum alıyorsun sıcak, demli, şekersiz çayından, çocuk oluyorsun yeniden, çocukluğun gizemli labirentlerinde dolaşıyorsun. Bir türlü çıkamadığın, kuzenlerinin üzerinde evcilik oynadıkları ağaçların yanındasın, dut ağaçları, sen, pek de sevmezdin dutları, senin sevgin ağaçlaraydı, ne güzel arkadaşlardı, ne desen dinliyorlardı, yapraklarını sallayıp gülümsüyor, onaylıyorlardı seni. Başını kaldırıyorsun kitabından, ağaçlarla dolu önün, yemyeşil, nasıl bir güzellik bu, şaşırıyorsun yine, hâlâ şaşırıyorsun, bunca çirkinliğin olduğu şu acımasız dünyadaki bu güzellik, bir yudum daha çayından. Çay da ne güzel bir şey, çay seni sarhoş eder, bilinci açan bir esriklik, duyuları inanılmaz keskinleştiren, hem sonsuz bir sevinç hem de garip hüzünler veren. Yok yok, dünya çirkin, beş para etmez bir yer değil, yemyeşil ağaçlar, deniz, havayı dolduran mis gibi çiçek kokusuna karışan denizden gelen özgürlük rüzgârı, bulutlar, “gökyüzünün serserileri”, martılar, denizin serserileri, mucize bunlar değilse nedir bilemiyorsun.

Sukulentin masanın üstünde, kitabını okurken gözünün bir kenarında, o yeşil, kalın yapraklardan bir huzur aşılanıyor sanki sana. Kalanchoe diye bir çiçek aldın ya, bir sürü goncası vardı, şimdi onlar açıyorlar, o goncaların yavaş yavaş nefis çiçeklere dönüşünü izliyorsun arada, kediciğin fırlıyor sonra, o minik, tatlış burnunu yaklaştırıp kokluyor çiçekleri, gülüyorsun, kokmuyor çiçekler ama ne biliyorsun, belki onun aldığı bir koku vardır, öyle ya, onun duyarlılıkları farklı senden. Selim İleri’nin yeni okuduğun romanı geçiyor aklından, “Destan Gönüller”, o duyarlı çocuk, yaşı ne kadar ileri olursa olsun duyarlılığı azalmayan, sokaktaki herhangi biri olmayı reddeden, olmak istemediği için değil, olamadığı için olmayan o genci, Yusuf’u düşünüyorsun. “Tuz madenlerinde çalışmalısınız,” diyordu Turgut ona, Turgut, bir ara sever gibi olduğu Meliha’nın eski kocası. “Bir su küpünde hayatı vehmedemezdim,” diyordu Turgut. O su küpü, Meliha’nın onu sevmesinde bir saflık, bir derinlik olarak önemli payı olan ve Yusuf’u düşündüren bir güzellik. Çalışıp yorulunca, hiçbir şey düşünemeyecek kadar yorulup kendini tamamen unuttuğu bir uykuya dalma. Ertesi gün de aynı, daha sonraki gün, sonraki gün ve bu böyle devam edip gidecek. Yaşanmayan bir hayat. Sen neyi yaşıyorsun? Yusuf neyi yaşıyor? Yusuf haklı, artık tuz madenlerinde çalışsa bile düşünmeden duramayacağını biliyor. Acı bir tebessüm, yooo, tatlı aslında, düşünmemeyi istemiyorsun ki, o da istemiyor. “İş avutur,” diyor “Aylak Adam”ın babası ama o avunmak istemiyor ki, sen de istemiyorsun, hiç istemedin. Konuşacak kimse olmadığı için konuştun ağaçlarla, konuşuyorsun hâlâ. Yusuf da ağaçları öpüyordu, deli sanıp korkuyordu sınıfındakiler, diğer çocuklar. “Ben ağaçların soyundanım,” ah Furuğ, senin şairin odur, hep rüzgârın seni sürüklemesine izin verdin, hayat bilinmeyenlerle dolu çünkü, her şeye karar veremezsin ki, rüzgâr, ne güzel esiyor derinden, o iyot kokulu rüzgâr kitap sayfalarına değiyor, cümleler gerçekliğe bürünüyor yine, Yusuf yanında oturuyor, senin çocukluğunu sana anlatıyor. Mutlu bir çocuk muydun sen, nedir şu mutluluk, şimdi desen ki “Ela gibi yürümek istiyorum denize”, Sevgi Soysal’ın “Yürümek” kitabındaki Ela, deniz hâlâ, hâlâ “bekle” diyor, “rüzgârı bekle”. Beklemek, “Godot’yu Beklerken”. Aslında o bekle derken “günlerini, saatlerini yaşa, zamana bırak” diyor, kalbindeki acıları, ikilemleri, o kırık boşluğu çok iyi biliyor, “zaman ve rüzgâr” diyor, anlıyorsun. Anlamak ve anlaşılmak ne benzersiz, doğa, evet, işte kalpten dost. Hayali dumanları üflüyorsun, yenilediğin çaydan bir yudum, fesleğenine dokunuyorsun, elini kokluyorsun, elin, ne büyüleyici şu çiçekler, onlar da “anı yaşa, bak biz buradayız, seni seviyoruz,” diyorlar. “Sevgi, her şeyi bağışlatıyor. Kimse beni bağışlayabilecek kadar sevmedi”, diyor Yusuf. Sevgi. Anneler çocuklarını sever mi? Bir yudum çay daha. “Ne çok çay içiyorsun,” der durur annen. Anneler, neyi beğenir ki? Hele kızları söz konusuysa. Gözlerin doluyor, çöpe giden, hâlâ çok sevdiğin, fotoğrafları bile olmadığı hâlde gözünün önünde canlanan güzelim bibloların geliyor aklına. “Rahmet melekleri girmez odaya.” Sen kızının biblolarına karışmadın, posterlerine, saçının bir kısmını kırmızıya boyatmasına, ne de yakıştı ama, isterse mora da boyatsın, kim karışır, kimse karışamaz. Sen iyi bir anne misin? Bilmiyorsun, bilemezsin, sadece sevmeye çalışıyorsun, o içgüdüsel sevginin ötesinde, okudukça, izledikçe, yeni yollar görüyorsun, meleklerinin yanında olmaya çalışıyorsun. Kimse senin yanında olmaya çalışmadı, sessiz, çekingen olmak hep suç sayıldı. Yusuf başını sallıyor, roman karakteriyle nasıl yaşadığını anlatıyor, bakıyorsun Yusuf’a, o da seviyor çayı, sen de roman, film karakterleriyle yaşamıyor musun? Cortázar, o delici bakışlarıyla süzüyor ikinizi, ağzında umarsız sigarası, sen hayali dumanları savuruyorsun yine, göz kırpıyorsun Cortázar’a, öykülerin eşsiz ustasına. Fakat “Seksek”i unutmamak gerek, unutmak kelimesi hiç olmuyor o romanın yanına, hayır, olmuyor, bambaşka bir şey o, okuyup yaşamak gerek, tekrar tekrar. Bitirdiğin kitapların sayfalarında tekrar tekrar dolaşmak ne müthiş bir şey değil mi? Denize bakıyorsun, nasıl uzanıyor, İstanbul’un simgesi, pişmanlık duyacak hiçbir şeyinin olmadığını düşünüyorsun. “Beni Adınla Çağır” filmi geliyor aklına, izlediğin en güzel aşk filmlerinden biri. Elio’nun babası oğlunu bu aşkı yaşama cesareti için övüyor, ağlıyor, kendisi bu cesareti bulamamış olduğunu söylüyor üzüntüyle. Gözlerin doluyor, sen o cesareti buldun, elinden geleni çok fazlasıyla yaptın, örselenmeyi, aşağılanmayı göze alarak çok, çok acı çektin, cehennem azabında yaşadın, hâl’a yaşıyorsun, belki hep yaşayacaksın ama o cesareti gösterdin, aynaya baktın korkusuzca ve gülümsedin, on binlerce yıllık gelenekler duvarı çıktı karşına, bilemezsin, belki de başka neler, ne düşünceler, ama hiç pişmanlık yok, acılı ve huzurlusun, galiba yaşamak da bu. Kitabına dönüyorsun, evet, onca kitabı boşuna okumadın, onca filmi boşuna izlemedin, onca sergiyi, müzeyi boşuna gezmedin, hayatına kattın, elinden geldiğince, kederli, acılı olacağını biliyordun bunun, kederlerle duyarlı yaşamaktır yaşamak, bunun hazzı hiçbir şeyde yok, biliyorsun. “Otuzundan sonra meselenin aşk olmadığını anlıyorsun,” diyordu bir filmde, gülüyorsun, sen meselenin aşk olduğunu hep biliyordun, yaşın ilerledikçe derinlerinde daha da iyi hissediyorsun ve adından daha iyi biliyorsun. Aşk, aşk, tutku, yaşam aşkı, doğa aşkı, aşk, aşk, kitap aşkı, her yerde aşk. Sanane başkalarından, sen yaşayamıyorsun aşksız, hüzünlü, yalnız bir aşk da olsa. Cortázar’la göz göze geliyorsunuz yine, onun seni onayladığını biliyorsun, sigarasından bir nefes alasın var, çayından bir yudum daha alıyorsun.

Pencereden gelen rüzgârda hafif hafif sallanıyor reyhanının yaprakları, mor çiçekleri. Reyhanın çiçek açtığını hiç bilmezdin, mor, küçücük çiçekleri var, göğe uzatmışlar başlarını, sanki gözlerini kapayıp hafif esintinin tadını çıkarıyorlar. Onlara bakıp sevinmemek mümkün değil, yanlarına gidip hafifçe okşamamak, yavaşça küçük bir öpücük kondurmamak. Pencereden bakıyorsun. “Senin Adın Yalnızlık”, deniz öyle büyüleyici ki iliklerine doluyor mavi aşk, mavi özgürlük. Tonton mırnav da uyanmış, bacaklarına sürünüp uzanıyor, “beni sev” yatışında yatıyor, gülümseyip her yerini yumuşak yumuşak seviyorsun, pamuk tüylerinde dolaştırıyorsun ellerini, nasıl da sevgiyle bakıyor, parmaklarını yalıyor pembe tatlı diliyle, bir sevgi gökkuşağında kucaklaşıyorsunuz.