Yaşar kıldığı her rolde tam egemenlik sağlamış, dünya standartlarında bir aktris, tiyatro tarihimizin gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından biriydi Suna Pekuysal. Sihrine, büyüsüne kapılmıştık bir kez. Tiyatroya, sinemaya adanmış, sanat için var olmuş bir yazgıydı onunkisi. Senelerce ‘acıların, ıssızlıkların içinden gelen sevinçleri, umutları, gecenin koyu mateminden taşan ışık çakımlarını’ hatırlatmaya çalıştı bize. Yüzümüze ayna tuttu. Duyarlılıklarımızı biledi. Alışılagelmiş piyasa beğenisinin dışında kaldı hep. Çok da uzak olmayan bir geçmişte, “Beni neden görüntülüyorsun ki, gidip o gerçek (!) sanatçıları çeksene!” diye azarlamıştı bir magazin muhabirini.

Sahi, en içten kahkahalarımızı borçluyduk ona. Bazen gözyaşlarımızı da.

Dört, beş yıl önce bir tiyatro fuayesinde karşılaşmıştık. ‘Sahne Tozu’ adlı kitabımın devamı için, kısa bir söyleşi rica etmiştim kendisinden. Bir ömrü konuşacaktık aslında. Zaman kısıtlıydı. Her an gong çalabilirdi. Karşısında ürperdiğimi hatırlıyorum; gözlerinin derinliklerinde saklar gibiydi hüzünlerini. Bakışlarında hep o erguvan gün batımları !

“Tiyatroya, Şehir Tiyatrosu’nda, çocuk bölümünde başladım. Öncesinde halkevi de var tabii. O zaman Ferih Egemen hocamızdı. Çocuk piyesleriyle piştik, diyebilirim aslında. Yani ben, Alev Gürzap, Birsen Kaplangı, Feridun Karakaya filan. Nasıl desem, bir tür konservatuvar eğitimiydi oradaki çalışmalarımız. İzleyicinin tepkilerini, nerede ağlayıp güleceklerini, nerede alkışlayacaklarını hep o çocuk oyunlarında öğrendim ben.”

– ‘Ah, biri hastalansa ya da geç kalsa da’ diye geçermiş aklınızdan. Ve bir gün….
( ‘Neler de biliyorsun,’ diyor. O sevimli, muzip, sıcacık gülümseyiş yayılıyor dudaklarına. Gözlerimin ta içine bakıyor.)

“Bütün oyunu baştan sona ezberlerdim. Hani ya biri, dediğin gibi, rahatsızlanırsa, öyle pat diye çıkabileyim diye. Günlerden bir gün Jeyan Mahfi hastalanmaz m? Ateşi çıkmış mı kırklara… Daha tiyatroya bir kez olsun geç kalmış insan değil Jeyan. Üstelik ‘Peer Gynt’ oyununda başrolde. Bense figüranım. İşte lafı uzatmayalım, Jeyan örtü döşek yatıyor, ilaçlar, doktorlar faydasız. “Hocam ben oynayabilir miyim yerine,” diye sordum Muhsin Bey’e. Şöyle bir süzdü beni koskoca Muhsin Ertuğrul. “Kim bu kız, bizden mi”, diye sordu. “Çocuk bölümünden,” dediler. Sahne benimdi. Çıkıp oynadım. Alkışımı aldım.

– Ve tiyatro tarihimizin en büyükleriyle aynı sahneyi paylaştınız..

“Cahide Sonku, Reşit Gürzap, Bedia Muvahhit, Talat Artamel, Vasfi Rıza Zobu, İ.Galip Arcan, Kemal Gürmen… Daha kimi sayayım? Hepsi bir başka ders, hepsi bir başka deneyim oldu benim için.”

– Derken ‘ Vahşi Kız’ ile…

“Nasıl unuturum? ‘Vahşi Kız’ adlı eserin sahneye konulacağı söylendi. Kadroda benim adım da vardı. Rolümün ne olduğunu tam olarak bilmiyordum henüz. Oyun hakkında da hiçbir fikrim yoktu. Bütün gece uyuyamadım heyecandan. Ertesi sabah elimde koskoca, kalın bir defter rolümü yazmak için tiyatronun yolunu tuttum telaşla. Teksti aldım, hızla sayfalarını çevirmeye başladım. Aaa, birinci perdede rolüm yoktu. İkinci perdeye geçtim yürek çarpıntısyla… Yine ismime rastlayamadım. Hani nasıl derler, dokunsalar ağlayacaktım. Resmen yıkılmıştım. Yoksa birileri benimle alay mı ediyordu? İşte o ruh haliyle üçüncü perdeye göz attım şöyle bir ve repliğimi gördüm. Bir hizmetçi kızı canlandıracaktım. Ve tüm rolüm meğer bir satırdı. Evet, sadece tek bir satır. “Ay..affedersiniz matmazel geçiyordum da..” Anlayacağın, rolümü yazmak için aldığım o kalın deftere bu tek cümleyi düşebildim sonunda. Provalar yapıldı. Oyun perdesini açtı.”

– Ve o tek satıra sığan repliğinizle gerçek anlamda bir ‘olay’ yarattınız. Başta Tunç Yalman olmak üzere tüm eleştirmenler sizi yazıyordu. Müthiş bir başarıya imza atmıştınız. Rolün büyüğü küçüğü olmuyor değil mi?

“Elbette olmuyor. Yok böyle bir şey. Ama şimdi bana, en beğendiğin rolleri say dersen, canlandırdığım her karakteri ille de, beğendim diyemem. Aslında iyi oyun çıkarabilmek için üstlendiğim kimliği sevmen, benimsemen şart. Aksi halde vasatın üzerine çıkamıyorsun. ‘Kadınlar’, ‘Çatıdaki Çatlak’, ‘Haydi Öldürsene Canikom’, ‘Lüküs Hayat’, ‘Ahu Dudu’, ‘Keşanlı Ali’, ‘Tırpan’daki rollerimi çok sevdim mesela.

– Hatırlıyorum, ‘ Tırpan’ da Ulagış Nine rolüyle 1980 yılında ödüllere boğulmuştunuz.

“Evet, tam otuz küsur sene gecikmiş bir ödüldü o.”

– Ama sonrasında sayısız en iyi aktris ödülleri, yaşam boyu onur ve emek ödülleri geldi. Avni Dilligil, Ulvi Uraz, İsmail Dümbüllü, Afife Jale, Nisa Serezli, Belkıs Dilligil, Muhsin Ertuğrul, Antalya Film Festivali ödülleri, bunlar arasında ilk aklıma gelenler.

“Şunu sakın unutma, sanatçı ödül aldığı vakit ‘sanatçı’ olmuyor.”

– Her şey sahnede kalmıyor değil mi? O rolü, o kimliği sahne dışına da taşıyormuşsunuz.

“Ah sorma, hep öyle oldu. Oynadığım karakterlerle özdeşleşirim bir anda. Böyle bir özelliğim var, yanlış belki ama elimde değil.”

Radyo tiyatroları, arkası yarınlar, film setleri, seslendirme stüdyoları, dizi filmler, galalar, provalar..alkışlar..alkışlar !

“Bak şunun altını çizerek söylüyorum, radyodaki o temsiller vardı ya bir ömürdü onlar benim için. Bugün çağırsalar, haydi gel Suna Pekuysal deseler, koşarım yine. Koşmak ne kelime, uçarım, uçarım…”

– Ne çok film, ne çok dublaj çalışmanız var değil mi?

“Yerli yabancı pek çok filmin seslendirmesinde görev aldım. Kendimi seslendirirdim en başta. Sonra yıllarca Mualla Sürer’i konuştum. Sanırım bir kez Ayşen’i, bir kez de Perran’ı seslendirmiştim. Bir defasında da pek istemememe rağmen, ( işi mi vardı, hasta mıydı hatırlamıyorum ) Adile’yi de konuşmuştum.”

‘Küçükhanımefendi’nin en sadık arkadaşı, siyah beyaz melodramların unutulmaz komik kızı, sakar hizmetçisi, Keloğlan’ın öfkesi burnunda yaşlı anasıydı Suna Pekuysal. Kıpır kıpırdı, yerinde duramaz, lafını esirgemezdi.

Bir sahne hatırlıyorum şimdi. Suna Pekuysal tabağındaki spagettiyi yemeye çalışıyor, aslında yiyemiyor da mücadele veriyor azimle. Olmuyor, beceremiyor bir türlü… Derken kafası mı atıyor ne, telaşla çantasına uzanıyor. Filiz’in şaşkın bakışlarına aldırmadan, çıkarttığı koskoca bir makasla makarnaları kesmeye başlıyor öbek öbek.

– Bu meslek biraz ‘nankör’dür derler..

“Bazen ödülleri geç alırsın, adın geç duyulur, geç para kazanırsın ama mesleği seversen, aldırmazsın tüm bunlara! Güler geçersin hatta. Güzeldir tiyatro, güzeldir sanatçı olmak. Sahne bağışlamaz hiç. Saygısızlığı, edepsizliği, ne oldum delisi olanları bağışlamaz. Sahne özveri, hürmet ister. Oldum demek, öldüm demektir. Bitmek demektir.”

Her şeyden önce, kendi ütopyasını yaratmış safkan bir oyuncuydu Suna Pekuysal. Yeryüzüne bu iş için gönderilenlerden biri. Bildiğim, ‘tiyatro’ yaşamını oluşturan yapı taşıydı. Gerçek bir sahne dehasıydı aynı zamanda. Bir halk sanatçısıydı.

Sahnede ölmek istiyordu. ‘Sanatçının emekli olamayacağını,’ tekrarlıyordu sürekli. Dedim ya, en içten kahkahalarımızı, gözyaşlarımızı borçluyduk Suna Pekuysal’a. Ve o sadece ‘sahnede ölmek’ istiyordu. Tıpkı Mehmet Teoman’ın yazdığı o şarkıda olduğu gibi gibi : ‘Gel, ne olur fazla zaman geçmesin / Özellikle salon doluyken / Hayranlarım ayaktayken / Gel, ne olur fazla zaman geçmesin / Seninle ben bu son galamda / Dans edelim bir şarkımda / Yaşantım hep böyle geçti benim / Sahneler benim evim/ Herkesin ölmek için bir yeri / Son bir evi varsa / İşte, ben bu sahnelerde ölmek istiyorum / Evet, ben bu sahnelerde renkli ışıklar altında / Veda etmek en güzeli alkışlar içinde / Orkestra eşliğinde bir gece sahnede.’

Sinekli Dağ’ın tuvaletçi Şerif ablası; kendini ‘lüküs hayat’ın nimetlerine kaptırmış Rıza’nın yavuklusu Zeynep ( diline pelesenk ettiği ‘Bana ne gerek sütlü börek,’ deyişiyle ‘lüküs hayat’ özentili sosyetede, adeta bir moda rüzgarı estiren, afili Zeynep, fosforlu Zeynep ); ‘Geceye Selam’ müzikalinin Çılgın Saboş’u; Seda Sayan’a hayatı zindan eden ‘dediğim dedik’ kaynana; Küçükhanımın şöför Ayhan ile evlenmesi için tüm engelleri ortadan kaldıran vefakar arkadaş; ‘Şıpsevdi’de dedikodularıyla ortalığı birbirine katan çaçaron mahalle karısı; ‘Gulyabani’ de aklını yitirmek üzere olan Şefika kadın ve ‘Tırpan’da bütün zamanlara meydan okuyan Ulagış Nine. Bir dönemin en beğenilen ‘Tatlı Çarşamba’sında kızı Ayşegül ile çekişip duran, kapı komşumuz Suna abla. Özkan Uğur’a ‘Yeter Anne’ dedirten Suna teyze. Belgin, Ayhan, Sadri ile bir yolunu bulup Avrupa yollarına düşen, terzi kız, geveze Suna ve sayamadığım kadar çok fotoğraf, replik, oyun, film, televizyon programı, reklam filmleri.

Gün kararmak üzere. Tarçın kokan bir ıssızlık yürüyor duvarlara. Eski bir program dergisinin sararmış sayfalarında fotoğrafı kalmış Suna Pekuysal’ın. Gülümsüyor. İçe atılmış bir hüzün var bu gülümseyişte ya da bana öyle geliyor. Artık ne önemi var?

 

Birazdan Üsküdar Sunar Sineması’nın perdesi hızla açılacak. Suna Pekuysal ve Ergun Köknar alkışlar arasında antrelerini yapacaklar.