Aile, toplumun en küçük birimi, aslında, toplum ailelerden oluşmaktadır. Aile, altın bir buğuyla çevrili, yaşamlarımızın, sevinç ve kederlerimizin kaynağı. Derinlerimizde sahip olduğumuz ne varsa, karakterimizin başlangıcındaki bütün renkler ailemizde şekillenir. Filmlerin ve kitapların çoğu aile bağlarını güçlendirmeye çalışır, bir ailede ne olursa olsun ailenin nasıl da hayatımızdaki en önemli şey olduğunu anlatırlar. Bu “ne olursa olsun” ilk bakışta göründüğünden çok daha fazlasını anlatır aslında ve oldukça karanlık yanları vardır.

***Yazımız spoiler içermektedir.***

Ünlü Japon yönetmen Hirokazu Koreeda bu aile meselesini çok ciddiye alıyor ve bizden de aileye daha geniş bir açıdan bakmamızı istiyor “Arakçılar” adlı muhteşem filminde. 2018’de çekilen filmin senaryosu da yönetmene ait. Japonya’da ticari olarak ciddi bir başarı elde eden film, eleştirmenlerce de çok beğenilmişti. Cannes Film Festivali’nde de Altın Palmiye’yi kazandı ve “En İyi Yabancı Film Oscar Ödülü”nü de aday gösterilmişti. Filmin oyuncu kadrosunda Lily Franky, Sakuro Ando, Kirin Kiki, Mayu Matsuoka, Jyo Kairi ve Miyu Sasaki’yi görüyoruz. Karşımızda çok fakir bir aile var ve dükkânlardan bir şeyler çalarak yaşamlarına devam etmeye çalışıyorlar. Baba dükkânlardaki ürünlerin kimseye ait olmadığını, bu yüzden onları alabileceklerini söylüyor. İş ortamları pek de hoş değildir, kazandıklarının pek az olduğunu hissederiz. Hırsızlık, ahlaki bir sorundur nihayetinde, ciddi bir suçtur ama aklımıza bütün o fakir, sefalet içindeki insanlar da gelir, sistemin yanlışlığı zihnimizin bir köşesindedir film boyunca. Bir gün baba oğul dışarıda, soğukta tek başına oturan küçük bir kızla karşılaşırlar ve onu alıp evlerine götürmeye karar verirler. Anneyle büyükanne önce pek sevinmezler bu duruma, evde zaten bir sürü insan vardır ama onu da sofralarına kabul ederler, öyle ufacık, tatlı bir şeydir ki. Annenin üvey kızkardeşi bir teyze de vardır evde. Küçük kızın ellerinde ve kollarında yara izleri fark ederler, ayrıca yanık izleri de vardır vücudunda. Düştüğünü söyler kız, ama bunun doğru olmadığını anlamak çok kolaydır. Kızı evine götürmek isterler ancak kavga sesleri duyarlar evden, bir kadının dövülme sesleri. Kadının bir adama çocuğu kendisinin de istemediğini bağırarak söylemesi nedeniyle bırakamazlar tabii ki küçücük yavruyu.

Her akşam görürüz onları, bu küçük evde küçük masanın etrafına toplanmış yemeklerini yerken, küçük kıza yardım ederken, neşeyle sohbet ederken ve gözlerimizle görüp kulaklarımızla duyarız “aile”nin ne olduğunu. Sıcak atmosferi hissederiz iliklerimize kadar, huzuru ve havadaki mutluluğu. Anne kucaklar kızı, kucağına oturtur ve öyle sıkı sarar ki. İnsanlar onu dövdüğü zaman onların sevgi sözcüklerine inanmamasını söylediğini duyarız annenin. Seven insanlar sıkı sıkı sarılırlar ona göre çünkü. Alışverişe gittiklerinde yeni giysiler istemez kız, sonra da onu dövüp dövmeyeceğini sorar anneye. Filmin sonunda kendi annesinin öyle yaptığını görürüz. Bir kaza yaşamlarındaki trajediyi gösterir bize, aralarındaki bağ ortaya saçılır ve sistem, tabii ki her şeyin icabına bakar.

“Arakçılar” insanın ailesini seçme meselesi etrafında dönüp dolaşıyor. Üzerindeki kutsal altın cilasını kazıyıp öyle incelememiz gerekiyor aileyi. İnsanlar neden çocuk sahibi olur, evlenir, bir yuva kurmakla bu kadar ilgilidir, hatta bunu takıntı haline getirmiştir? Kaç kişi bencillik yapmadan, sadece kendilerini düşünmeden çocuk sahibi oluyor acaba? Kaç ebeveyn çocuğu dünyaya bizim getirdiğimizi, onun bütün sorumluluğunu üzerimize aldığımızı, çocuğu dünyaya getirmeyi bizim istediğimizi, onun böyle bir talebinin olmadığını, dünyaya gelmeyi onun seçmediğini düşünüyor, düşünebiliyor?  Filmde büyükanne kızına “ben seni seçerdim” derken sonradan anlıyoruz ne kadar doğru söylediğini. Ne yazık ki insanlar genellikle sevgiyle hareket etmiyorlar, yaptıklarını karşılarındakileri çok sevdiklerinden yapmıyorlar, daha çok başkalarının ne diyeceğini düşünerek hareket ediyorlar. Kızlarını erkek arkadaşı var diye dövenler, öldürenler insanların onlara laf söyleyeceğini düşündükleri için yapıyorlar bunu, kızlarının iyiliği için değil. Stendhal’in “İtalyan Hikayeleri” kitabındaki eşlerini, kızlarını, kızkardeşlerini öldürenler, cezalandıranlar sadece ve sadece “aile şerefleri”ni düşünüyorlardı, kanla şeref kurtarıyorlardı. Seven insanlar şiddetle hareket edemezler oysa, sevgi sevgiyi oluşturur, filmden de öğrendiğimiz gibi.

Sistem çocuğun ancak kendi annesiyle birlikteyse mutlu olabileceğini düşünüyor, anne yavrusunu bu soğuk, karanlık dünyada tek başına, yapayalnız, sevgisiz bıraksa bile. Deniz kenarına gittikleri zamanki mutluluklarını hatırlarız kızın yaptığı resmi görünce, bütün aile üyeleri, el ele, deniz kenarı, mutluluk renkleriyle, mutluluk canlılığıyla boyanmış resmi. Bir çocuk sadece içinden gelen şeylerin resmini yapar, rüyalarının, hayallerinin, yaşadığı güzel ya da çirkin şeylerin, içinin aynasıdır yaptıkları resimler çocukların. Dünya ışıkla bezenmiş harika bir yer midir yoksa karanlığın hükmettiği bir cehennem midir? Kalbimiz, her şeyin kendisinde başladığı ve bittiği kalbimiz ve bu hisleri derinlerde bize veren ailemiz, her şey onların elinde, onlara bağlı. Neden tüm dünyayı “Caribbean Blue”nun renkleriyle boyamayalım, Enya’nın kulaklarımıza sevinç tınıları söyleyen şarkısının renklerine? Dünyayı neden çocuklarımız için ışıltılı bir yuva haline getirmeyelim?

 Not:  İngilizce yazılarımı blogumdan artidelight.com takip edebilirsiniz.