İçinde bulunduğumuz çağ, antroposen yani “insan çağı” olarak adlandırılıyor. Bu terim ilk kez Nobel ödüllü Kimyacı Paul Crutzen tarafından 2002 yılında kullanılıyor. İnsanın jeolojik bakımdan kıtasal oluşumları etkileyen bir güç hâline gelmesine dikkat çeken bu adlandırma,  2016 yılında Uluslararası Jeoloji Birliği tarafından da resmen kabul ediliyor. İnsanın doğa üzerinde etkili olduğu dönemi tanımlayan antroposen, on binlerce yıldır süren doğal dengelerin bozulmasını anlatıyor. Artık dünyamız eski dünya değil ve bunun baş sorumlusu insan.

Küresel iklim değişikliği, dünya savaşları, işgaller, ekolojik yıkım, susuzluk, nükleer felaket, biyolojik ve ruhsal hastalıklar, orman yangınları, gürültü… İşte antroposen çağının semptomları. İnsanın doğaya egemen olma iddiasının, daha fazla kâr etme hırsının, kendini dünyanın hâkimi görme kibrinin sonucu bunlar.

Artık dünyanın bir tarafından susuzluk diğer tarafından sel haberleri aldığımızda şaşırmıyoruz. İklime bağlı değişikliklerin etkisiyle karşılaştığımız manzaralara; ölü hayvan görüntülerine, pazarlarda gıdaların üzerindeki astronomik etiketlere, biyoçeşitliliğin hızla azalmasına karşı duyarlılığımızı yitirdik.

Bahsettiğim ekolojik tahribat ve felaketler, çevreye duyarlı sınırlı sayıda insan tarafından dile getiriliyor. Ne yazık ki kitleler durumun vahametinin farkında değil. Z Kuşağı diye adlandırılan günümüz gençleri doğaya karşı bizim kuşaklardan çok daha duyarlı. Z kuşağının duyarlılığının her geçen gün artacağı belli. Görünen o ki geleceğin siyasetini belirleyecek temel motivasyon, geçen yüzyılın ekonomik değişkenleri, sınıfsal çelişkileri değil; kimlik sorunlarıyla beraber ekolojik kaygılar. Fakat konunun ele alınış biçimi, çoğu zaman esastan yoksun. Fark ediyor musunuz bilmiyorum, öznesinden bağımsız olarak hatta öznesi, sorumlusu gizlenerek yürütülen sinsi bir kampanya var; sadece madalyonun bir yönünü dile getiren. Bir söz var ya gerçeğin bir yönünü söyleyip diğer tarafını söylememek, eksik söylemek, yalan söylemektir diye. Madalyonun bir yönü ekolojiye ilişkin konu ve sorunlar ise diğer yönü dünyamıza rengini veren, antroposen çağını hazırlayan zihniyet olarak kapitalist paradigma. Söylediğim gibi madalyonun tek yönünü ifade etmek, her iki yönünü aynı anda ve birbirleriyle ilişkilendirerek dile getirmemek gerçeği saklamak anlamına geliyor âdeta.

Kapitalist üretimin amacı, kârı maksimize etmek için değişim değeri üretmektir. Üretilen değer de tekrar piyasaya sokulmalıdır. Bu kapitalist üretim ve işleyiş mantığının bir gereğidir. Başka bir ifadeyle, kapitalist sistem varlığını sürdürebilmek için sürekli büyümek yani üretmek zorundadır. Sürekli üretimin ise sürekli tüketim anlamına geldiğini biliyoruz. Sınırsız üretim beraberinde doğal kaynakların sınırsız kullanımını getirecektir. Hem üretim hem tüketim aşamasında sınırsız kullanım, insan, toplum, doğa dengesini bozacaktır ki olan da zaten budur. Karşı karşıya kaldığımız küresel felaketleri doğanın doğal süreçlerinin sonucu olarak ele almak safdillik olacaktır. Söz konusu olan kapitalist sanayi düzeninin insana, topluma ve doğaya yaptığı katliamdır, bu katliam kapitalizmin yayılıp büyümesiyle küresel hâl almıştır.

Biliyoruz ki doğanın kendini yenileme, tazeleme hızı var, kapitalizmin doğayla kurduğu ilişkide bu doğal hız, altüst olmuştur. Kapitalizmin sürekli üretimi ve dolayısıyla sürekli tüketimi zorunlu kılan doğası; azgın rekabeti ve gözü dönmüş kâr hırsını meşrulaştıran ahlâk anlayışının, bu altüst oluşun, kaynakların mahvedilmesinin temel nedeni ve sorumlusudur.

Çözüm, madalyonun iki yüzünü beraber ele alıp paradigma dönüşümüne gitmektir. Kapitalist paradigma, insanı da doğayı da doğasından çıkardı. İlk yapılması gereken şey insanoğlunun doğanın efendisi olma rolünden vazgeçmesi. Madeniyle, bitkisiyle, hayvanıyla, insanıyla, taşı toprağıyla dünyayı bir bütün olarak ele alacak, doğayla ve insanla barışık, uyumlu bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Önceliğimiz gereksiz ve hatta zararlı ürünlerin tüketilmemesi olmalı, bu beraberinde sınırlı üretimi getirecektir. İsrafın önlenmesi doğayla uyumlu üretimi doğuracaktır. Kısacası “piyasayı terk edip pazar” a dönmemiz gerekiyor. Bunun ne demeye geldiği de bir sonraki yazının konusu olsun.