Anneannem farklıydı.

Benim anneannem “anneanne” deyince akla gelen yani akla gelmesi öğretilmiş olan anneannelere hiç benzemezdi.

Evine gittiğimizde bize poğaça açan, pasta, börek, kurabiye yapan bir anneanne değildi. “Nene” değildi mesela ya da “tontiş” hiç değildi. Evde onu ya yazı yazıyor ya da kitap okuyor bulurduk. Tanıyan bilir, onu yazarken izlemek çok hoştu. Yumuşacık elleri, daktilosunun üstünde bir anda gözü pek askerlere dönüşen parmaklarıyla tıkır tıkır ne dünyalar kurar ne dünyalar kurtarırdı. Dinî bir ritüel gerçekleştiren birini izlemek gibi büyüleyiciydi onu izlemek. Yazarken bambaşka dünyalara yolculuk eder, kendini o büyülü dünyaya bütünüyle kaptırırdı. Ama onu sadece yazı yazarken değil, her zaman izlemek büyüleyiciydi.

Bir elinde purosu olurdu genelde. Öyle yavaş, öyle sündürerek çekerdi ki her nefesi, hiçbir anı aceleye getirmeden, hiçbir anı harcamadan. Gözleri sıkça uzaklara dalardı. Belki ne yazacağını düşünür, belki yazdığı dünyalarda kaybolur, belki eski bir romanının kahramanının bugünlerde nasıl olduğunu, belki kendi çocukluğunu, belki asırlar öncesi bir düşünürü, belki tek bir cümleyi düşünür; kim bilir zihninin evreninde nerelere seyrederdi? Bir anda kaldırırdı sonra bakışlarını, bir iç dünya seyrinden aramıza döndüğü gözlerinden hemen anlaşılırdı. Düşünürlerden bilirsiniz belki, bu yolculuktan yeni bakışlarla döner, sanki hakikaten yoldan yeni gelmiş ve içeri girmişcesine gülümser, bizi gördüğüne sevinirdi. Yani iç seyrini, iç keşfini önemser; bu yüzden de içtenlikle yaşardı.

İçten konuşur, içten dinler, içten yemek yer, içten yazar, içten severdi. Şiir gibi konuşur, şiir gibi kahkaha atardı mesela. Yavaş, sindirerek, kapladığı zamanın her anına kavuşarak. Tanıdığım herkesten farklı bir ritmi vardı. Nasıl desem? Sanki bizim içinde hareket ettiğimiz hava daha hafifken, onunki daha yoğundu. Sanki suda hareket eder gibi zarif, arkasında parıltılar bırakan bir akışı vardı dünyadan geçişinin. Sadece olması gerektiği kadardı; tereddütsüz, bilinçli, doğaldı. Mesela o, diğerlerimiz gibi dikkatsizce oraya buraya takılmaz; acele edeyim diye, bir sonraki şeyi düşüneceğim diye ayağını bir yerlere çarpmazdı. Bir dansçının hareketleri seyrini nasıl bilirse, anneannemin mutfaktan salona gelişi de öyle bir zarafet taşırdı.

Konuşması apayrı güzeldi. Kelimelere içtenlikle saygı duyardı. Yazarkenki gibi konuşurken de güzel kelimeler bulmak ister, kurduğu her cümlenin; bu dünyaya, bu ana, insanlara layıkıyla ulaşmasını isterdi. Bir ipliğe inci dizer gibi özenli dizerdi kelimelerini. Kim olursa olsun, ne diyecek olursa olsun. Mesela “Ekmeği uzatır mısın?” bile diyecek olsa, daha önce duyulmamış bir şiir okuyormuşcasına dikkatle konuşurdu. Ve tabii dinlerken de aynı dikkatle dinlerdi. Acele etmediği gibi, acele ettirmez, kimsenin lafını kesmezdi. Kelimeler, cümleler, dil kutsaldı onun için. Konuşulan, yazılan her bir kelime payına düşen saygıyı almalıydı. Yani anneannem, her kelimenin, kahkahanın, insanın, her anın kutsal olduğunu bilir; sessizliği doldurmak için konuşmaz, düşüncesizce hareket etmez, yapmış olmak için yapmazdı. Onun varlığında, her şey olması gerektiği gibiydi âdeta. Bize ve kendisine öğretilen “anneanne” kalıbında değildi; o hep içten, hep olduğu gibiydi. Işınsu. Asil, duru, zarif. Ufak bir deniz kabuğunun sedefinde sonsuz renklere bakar gibi, anneannemin sihirli ışığına da doyamaz, baktıkça bakasım gelirdi.

Anneannemi hastalığı boyunca, aramızdan ayrıldığı gün ve sonrasında “Nasıl birisiydi?” diye soranlara, ilk cevabım sanırım hep “O farklı bir kadındı.” oldu. Onun sevgisi pastayla, börekle veya “tontiş”, “minnoş” gibi lakaplarla, dışavurumlarla, gösterişle vücut bulan bir sevgi değildi. Onun sevgisi hep içten, en içten; onun sevgisi güneş gibiydi. Kimi, ne kadar aydınlattığını seçmeden, sorgusuz sualsiz ısı, ışık, şifa veren, hayat veren bir sevgi.

Annemle birkaç hafta önce mutfakta ne yemek yiyeceğimizi konuşurken, “Bir şeyler uyduralım.” dedik. “Ben ev yemekleri yapmayı öğrenmediğim için hep bir şeyler uydurarak yapıyorum. Yaratıcı bir süreç, seviyorum böyle.” dedim. “Ben de öğrenmedim ki anneannenden.” dedi. “Evlendikten sonra öğrendim.” Gülümsedik, evet, anneannem farklıydı, farklı kadınlar yetiştirdi. O bize, toplumun dayattığı kadın rollerimizden sıyrılıp içten, olduğumuz gibi davranan kadınlar olmayı öğretti. Taviz vermeden kendi yolunda yürümeyi, bir savaşçının kuvvetinin aşktan geldiğini, kendini başkalarının tanımlarıyla değil, kendi gözüyle tanımaya cesaret edebilmeyi, bu yolda iç dünya seyrinin önemini, bitecek mi, azalacak mi diye korkmadan, karşılık beklemeden, koşulsuz bucaksız sevmeyi ve sevginin paylaştıkça çoğalan mucizesini öğretti. Öğrettiklerini ise vaazlarla, kalıplaşmış öğretilerle değil, yaşayarak ve yaşatarak öğretti. Ağzından çıkacak her kelimenin, sokakta karşılaştığı her insanın, yani başına gelen gelmeyen her anın kutsallığına, yaşamın ve yaşamanın kutsallığına içtenlikle inanarak. “Olduğun kadını tanısaydı anneannen çok severdi.” demişti annem o gün bana mutfakta. Halbuki ben zaten, o beni tanıdığı için olduğum kadın oldum. Tanımaz olur mu? Gözlerim görmeyi, ayaklarım yolumda yürümeyi, kalbim içtenlikle sevmeyi  onun güneşiyle öğrendi ve öğreniyor.

Anneannemin vücutça aramızdan ayrılışı 5 Mayıs Hıdırellez Günü oldu. Hıdırellez kış mevsiminin yani ölüm mevsiminin bitişinin, baharın, yeni mevsimin, yeni hayatın başlangıcının kutlama günü. İnanışa göre Hızır, 5 Mayıs gecesi dünyaya gelip acı çekenlere yardım eder, dileği olanları dilekleriyle kavuştururmuş. Öyle hayal ettim ben de. Bir çiçeğin ölümünün bitişi, toprağına kavuşup yeniden bahar olacağının başlangıcıydı o gün. Biliyorum ki anneannem, yüreğinin sonsuz ışığı ile sonsuz baharlarca, sonsuz bahçelerde açmaya, çiçekler büyütmeye ve hayatı kutsamaya devam edecek.

Canım, Işınsu anneanneme içten, sonsuz şükürlerimle.

*Emine Işınsı’nın torunu Naz Kalıpçı‘ya teşekkürlerimizle.