Kırmızı Atkılı İstavrit, Mavi Kız Kahve Çocuk, Son Yolculuk kitaplarının yazarı Berker Okan’ı tanıyınca diyorsunuz ki “Yahu bu kadar içten olan insanlar kalmış mı, harbiden?” Kendisi de kendisini berkerokan.com’da samimiyetinden ödün vermeden, tüm sıcaklığıyla şöyle anlatmış: “Bir dizi tesadüf sonucu İsa’dan sonra 1982 yılının son gecesinde İstanbul’un Rami semtinin kütüğüne adım, zamanın teknolojisi nedeniyle, el yazısıyla yazıldı. İlk, orta ve lise öğrenimimi semtin ve civarının okullarında ‘çalışsa yapar’ öğrenci kontenjanından tamamladım. 2002 yılında Marmara Üniversitesi, ardından 2005 yılında Kocaeli Üniversitesini ‘eh geç bari’ derecesiyle bitirdim. Aynı yılın eylül ayından beri bir gazinin gururla göğsünde bulundurduğu istiklal madalyası gibi taşıdığım öğretmenlik mesleğini yapıyorum. İçimde kalan bir ukdeyi gerçekleştirmek için de İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesini bitirdim.”

YAZAR OLMAYA VE YAZMAYA DAİR

Yazmak sizin için neyi ifade eder?

Hayatımın ilk üç amacından biri kesinlikle yazmak çünkü başka bir şey beni motive etmiyor. Gün içinde “Ne yapayım?” diye düşündüğüm an aklıma hemen yazmak geliyor. Hayatımın çok büyük bir yerini kaplıyor. İrem, yazar olduğun zaman hayatındaki en boş anı bile değerli oluyor. Baktığın bir çiçek olsun mesela; ona baktığında yorumlayışın farklılaşıyor çünkü şunun bilincine erişiyorsun, benim bir gün bu çiçeği yazarak anlatmam gerekecek diye gözlemliyorsun onu. Bir otobüs yolculuğunda herkes bakıyor camdan dışarı ama sen bir yazar olarak bakıyorsun. Bunun ayrımını hissetmek bile çok güzel. Bu sebeplerden ötürü galiba hayatımdaki en önemli kimlik o oldu. Öğretmen kimliği, insanın bir yaşta aldığı emekli olana kadar taşımak durumunda olduğu bir kimliktir. Her mesleğe benzemez öğretmenlik fakat yavaş yavaş yazarlığın bunun önüne geçtiğini hissediyorum. Bunu kötü bir amaca binaen söylemiyorum ama bence yazar olmak her kimlikle de bütünleşebiliyor. Ve bir de insanca yaşamak amacı var…

Yazar gözüyle bakmak kısmında özellikle analiz edebilmekle alakalı ben de aynı şeyleri düşünüyorum. Üniversite için şehir değişikliği yaparken insanın içi hüzünle doluyor, tek başına kaldığın için üzülüyor ve büyüdüğün için mutlu oluyorsun. Tam olarak ne yapacağımı kestiremediğim o yolculukta, normalde otobüse bindiğim anda hemen uyuyakalan ben, asla uyuyamamıştım. Algılarım açık halde dışarıyı izlerken ayçiçek tarlalarının görkemini keşfetmiştim. Yolculuğumun başında karanlıkta kalmış, eğik başlı ayçiçekleri; yolculuğumun sonuna doğru aydınlanmaya başlamış toprakların üzerinde yüzlerini güneşe dönmüş parlıyorlardı. Sanki “Doğru yolda ilerliyorsun!” demeye çalışmışlardı bana hatta bu ayçiçek tarlaları üzerine kitaba bile bir metin ekledim. Keşfetmek müthiş bir zevk.

YETENEK SORGUSU

Yazmak bir yetenek midir?

Yazmanın yetenek olup olmadığını konuşmak için asıl yeteneğin anlatıcılık olduğunu bilmek lazım. Anlatıcılık kısmını geliştirmek gerekiyor. Yazmak geliştirilebilir bir şey zaten herkes aynı yaşlarda, ilkokul sıralarında yazmaya başlıyor aslında. Okuduklarınla, dinlediklerinle, kendi hayal dünyanla kendini geliştirmenle alakalı. Anlatıcılık, yazmaya göre daha çok doğuştan gelen bir yetenek olabilir. Yazmaya başladıktan da sonrası çok değerli aslında. Mesela teknik okuma yapmayı öğrendiğin zaman, işine yaracak kitapları seçmeyi keşfettiğin zaman ya da okuduğun kitabı özümsemeyi bildiğin zaman kendini geliştirebilirsin. Yazma eyleminin evrensel kuralları vardır. Her okuduğun kitaptan kullanmayı öğrendiğinde yazabiliyorsun. Büyük bir mesai demek bu tabii.

Şiir yazabildiğinizi nasıl anladınız?

Bunları ilk kez yakın bir zamanda anlattım ve artık anlatabildiğimi fark ettim. Aslında sakin yaşayan bir adamdım, aşk hayatıyla ilgili ufak tefek sıkıntılar çıktı. Bu geçmiş zamanı şöyle anlatabilirim: Karşında bir insan var onu çok seviyorsun, ona bir şeyler anlatmak istiyorsun fakat o seni yeterince dinlemiyor. Hâl böyle olunca başlıyorsun yazmaya, yazdığını okutmaya çalışıyorsun onu da okumuyor ya da tam olarak senin ne hissettiğini anlayamıyor. Bu sefer hep kendinde hata aramaya başlıyorsun. Ben iyi anlatamadığım için beni anlamıyor diye düşünüyorsun. Şairleri okuyorsun onlar aşklarını nasıl anlatmış bakıyorsun, kendini anlatmaya çalışırken gelişiyorsun. Bir bakıyorsun yazdığın şiirleri başkaları değerli bulup alıyor kendine fakat asıl ulaşması gereken yere bir türlü ulaşmıyor. Onun dinlememesinin suçunu kendinde arayıp kendini doğru şekilde anlatmaya çalışırken yeteneğin sana miras kalıyor.

Şiirlerinizi insanlarla paylaşmaya başlamanız kitaplaştırarak mı oldu?

Açıkçası sosyal medya hayatımıza girince işin seyri değişti. Benim hayatıma Facebook 2007 yılında girmişti. Duvarımda ufak ufak paylaşmaya başlamıştım sonra insanlar okudukça bir sayfa açmamı ve bu sayfada sadece şiirlerimin olmasını istediler. Talep doğrultusunda sayfa açtım. Oradan bir kitleye ulaşınca yine okuyucularımın verdiği destekle kitaplaştırdım. Gazı alınca cahil cesareti oldu bende. Birkaç edebiyat öğretmeni arkadaşımla değerlendirdik, tekrarlardan arındırdık, teknik çalıştık, şiir kalıbına soktuk. Yazar olmak için değil, şiirlerimi paylaşmak için bu serüvene girmiştim. İnsanların beni görmek istemesi, imza günleri, şiir okumaları da bu işe harcadığım zamanı artırdı ve beni geliştirdi.

Hikâyeye geçme serüveniniz nasıl oldu?

Aforizma kitaplarının meşhur olduğu dönemlerde benim de böyle bir projem oldu. Hatta adı da Kahveli Düşler Tiyatrosu olacaktı. Destek Yayınları’na da göndermiştim dosyayı. O dönemler annem kanser hastasıydı. Bir gün kemoterapi ünitesinin önündeyken mail geldi. Her dosya sahibine gönderilen maildi bu: İncelemeye alınacaktır, dört ile altı ay arasında dönüş yapılacaktır.

Ardından hemen bir mail daha geldi, telefon numaramı istediler. Meğer editörler ekibinden benim şiir kitabımı okuyup beğenen ve benimle çalışmak isteyenler varmış. Aslında içinde şiirler olan ve bu şiirlerle bütünleşen bir romanı bana yazdırmak istediler. Aforizma, beylik laf söylemek olduğundan kariyerimde iyi olmayacağını söylediler. Aforizmaları sarf ettikten sonra hayat beni yanlışladığında -ki hayat sıklıkla insanı yanlışlar-bunları geri alamayacağımı söylediler. Haklıydılar. Kariyerimde güzel bir dokunuş oldu. Henüz otuz yaşımdaydım ve ahkâm kesmenin zamanı değildi. Beni yönlendirme şekillerini haklı bulup teklifi kabul ettim ve roman yazmaya başladım.

Çok farklı bir kulvar gibi duruyor, sizin işinizi zorlaştırmadı mı bu durum?

Roman kalıbını biliyorsun ama neden benden roman yazmam istendiğini anlamadım. İlk yaptığım şey internetten “roman nedir, nasıl yazılabilir” diye bakmak oldu zaten. Eve geldiğimde ‘Ben bunu yapabilir miyim?’ dedim. Sonra denemeye karar verdim fakat elimde yazacağım hiçbir şey yoktu. Sadece Twitter’da Eleni Mavron isimli bir kadın var. Kendisini tanımıyorum ama isme karşı aşk duyuyorum, birkaç şiir var elimde hatta o isme yazılmış. Kendisine ismini kullanacağıma dair mesaj atıp izin aldım sonra gençlik yıllarımda mahalleye gelen Almanya’da yaşayan insanlardan yola çıkarak Ermeni bir kız ve Türk bir gencin hikayesini yazmaya karar verdim. Epey yol almıştım da sonra kendisiyle tekrar iletişime geçtim, yazdığım kısmı heyecanlı heyecanlı anlattım. Eleni Mavron, Ermeni değilmiş meğer. Hatta Mavron, Rum dilinde siyah demekmiş. Bu sefer Ermeni tarihinin üzerine kurgulamaya çalıştığım o kurgu aniden değişti. Nitekim değişmesi sancılı oldu, başa sarıp her şeyi yeniden kurguladım. 1999 yılında çok fazla aksiyon olduğu için merkezini bu yıla koymaya çalıştım. Başladım yazmaya, kurgu kurguyu doğurarak ilerledi; bir seneyi anlatmak için bir asırlık olayları birleştirip destekledim. Eleni ve Zeki’nin o mahallede neden bulunduğunu dedelerinden itibaren anlatmaya çalışarak yazdım. İstek üzerine roman türüne geçtim diyebilirim ama şimdi çok memnunum. Romancı olmak başka bir şey…

KURGULARIN GERÇEĞE YANSIMASI

Stephen King, kurguların doğruları anlatmaktan daha kolay olduğunu çünkü kurgu yaparken yalanı anlattığımızı söylüyor. Sizce zihnimizde canlandırdıklarımızı çıplaklığıyla aktarabilmek mi yoksa herhangi bir olguyu anlatabilmek mi zordur?

Kurgu yaparken yeni bir dünya yaratıyorsun, o yarattığın dünyaya da en çok kendin inanıyorsun. Orayı anlatmak gerçeği anlatmaktan daha kolay gözüküyor çünkü bütün nesnelerini sen biliyorsun, şekillendiriyorsun ve ortaya koyuyorsun.

Beynimizin fotoğrafını çekip ortaya koyamıyoruz ama…

Evet, çekemiyorsun anlattıkça herkesin kafasında farklı bir fotoğraf oluyor bu da çok değerli. Zeki’nin Eleni’ye aşkını anlattığı bir sahne var mesela (Sahne olarak bahsediyorum çünkü her okuyanın zihninde bir şeyler canlandığını farkındayım.) oradaki mekân bir bahçe ve benim çocukken gittiğim bir bahçe. Somut bir bahçe yani ama o kısmı okuyanlara bu bahçeyi çizdirsek herkes farklı bahçeler çizecek, özel olanı da bu sanırım.

Böylece herkes kendinden bir şeyleri de kitaplarla birleştiriyor ve okudukça çoğalıyor diyebiliriz miyiz?

Evet kurgu üzerinden gitmek gerekiyor. Mesela son kitabımda annemin hastalığı üzerinden gitmeye çalıştım. Sadece kanseri yazsaydım okuma konusunda bir cazibesi kalmayacaktı. Yeni karakterler ekledim. Kendimden yola çıkarak Mustafa’yı kullandım. Mustafa’yı kitabın merkezine aldım, kanser daha geri planda kaldı çünkü Mustafa’nın hayatı sorunlarla çevriliydi. Hastalık, okuyucuda ufak bir nefes darlığı oluşturuyor ama akan şey Mustafa’nın merkezinde olduğu kurgu. Salt gerçeği anlatmak için çok bilinen birini veya çok bilinen bir olayı yansıtmak gerekir ki okuyucu dinlemeye hazır olsun. Zaman zaman hepimiz hayatımı yazsam roman olur deriz ama hayatları olduğu gibi yazsan kimse okumaz bu da yadsınamaz bir durum.

Her zaman kahramanlaştırmak lazım yani.

OKUYUCU KİTLESİ

Herhangi bir kelimeyi duyduğumuzda bu kelimenin aklımızdaki yansımasına imge diyoruz. Bu şekilde imgeleşmiş, yani kalıplaşmış cümleler de mevcut. Çok fazla denk geliyor olmalıyız ki yadırgamıyoruz bile. Mesela “Kitap okuyor musun?” sorusu ya da hobilerin nelerdir sorusuna verilen “Kitap okuyorum,” cevabı gibi… Aslında bir ihtiyaç olan kitaplara ilgi duyan kesim o kadar azınlık ki bunun bir sorusu oluşmuş, hobi kalıbına oturtulmuş. Yazınsal içeriklerin bu denli geri planda kalması hakkında ne düşünüyorsunuz?

İrem, yaşadığımız dönemde insanların evrimleşmesi hayattan zevk almak üzerine. Kitap okurken özellikle roman okurken çok büyük bir özveride bulunman gerekiyor. Zihnin bu kadar doluyken, bu kadar uyarıcı etken varken, bir tarafta beğenilmek, bir tarafta paylaşılmak varken; hepsinden sıyrılıp bir kitabın içine gömüleceksin, yazarla empati kurarak karakterlerle bütün olacaksın. Tüm etkenler dönemin insanı için büyük bir zorluk. Artık kitapların isimlerinde bile insanı rahatlatan cümleler oluyor. Yani senin suçun değil, sen haklısın, kendini üzme, her şey geçer gibi…  İnsanlar psikolojik olarak bu tarafa yönleniyor çünkü yaşadığımız devir çok hızlı akan bir devir. Hızımız, felaketimiz; bunu göremiyoruz. İnsanlar eksik kalan her yanını olumlama yaparak gidermeye çalışıyor. Çünkü durup ben ne yapıyorum diye sorgulayacak bir zaman yok. Okuyan insanların bu sıkıntıyı fark edebilmesi mümkün değil ancak yıllarını yazmaya adamış insanlar bu büyük resmi görebiliyorlar. Bu sebeple roman okuyucusu bulmak çok zor ve çok değerli. Ayrıca insanların sıkı sıkıya bağlı oldukları yazarlar var. Bu sebeple, yeni başlayacak yazar adaylarının ilk çıkardığın kitabı artık okutabilmeleri neredeyse imkânsız. O, önyargıyı da kırmaya uğraşmaları gerekli.

Bir öğretmen ve yazar gözüyle baktığınızda okuyan insanla okumayan insan arasındaki fark ne oluyor?

Şu anda liseye geçiş sınavı yapılıyor. Ülkemizdeki en iyi on okuldan birinde çalışıyorum ben ve çocuklar yüzde birlik dilimlerle geliyorlar. Parlak fikirli insanlar, gözlerinden zekâ fışkırıyor. İlk derslerimde kitap okuma alışkanlıklarını sorarım. Okumayanlar sınıfın yüzde yirmisi, otuzu olabiliyor. Kendilerine göre yeterli bir sebepleri var çünkü kitap okuyanla yan yana oturuyorlar. Baktığımızda aynı okula okumadan da gelindiğinden ayrım gözükmüyor gibi. Gençler de bunu kendilerinde bir eksiklik olarak görmüyorlar haliyle. Her şey artık kitap okumayan insanın başarabileceği şekilde dizayn ediliyor çünkü sınavlara soruyu hazırlayanlar da okumuyor. Yüz temel eserin yarısını bile okumamış birinin o lisede okumasının olasılık dışı olması lazım aslında. Bu yüz temel eser içinde bütün duygu ve düşünceler mevcut çünkü bunları hissetmemiş bireylerde ilerleyen zamanlarda bunların telafisini yapmak mümkün olmuyor. Her zaman çarpım tablosunu öğretebiliriz ama etiği, evrensel kuralları, empatiyi, doğru davranışları öğretmenin yaşını geçirmiş oluyoruz.

Sizin kitleniz sizi yeteri kadarıyla anladı mı, memnun musunuz? Genellikle yazarlar anlaşılmadığını düşünüyor.

Anlaşılmadığını söyleyen iki türlü insan var: Çağın dışında çok iyi işler yapmış, insanlara ulaşamayan insanlar ve sosyal medyayı kötü kullanıp yanlış insanları kendine çekip anlaşılmadığından şikayet edenler. En başından itibaren dürüstçe kendi kitleni oluşturmayı başarman gerekiyor böylece rafine insanlar elinde kalıyor. Zaten okuyan bir kitlen oluyor, seni tanıyan, senin kendini doğru tanıttığın insanlar en başından beri takip ediyor, anlaşılıyorsun. Döneminde anlaşılmak lüks bir şey yazarlar için. Bunun yanında, kendinden ödün vererek, herkesin anlaması için yazmak istersen de ortaya vasat bir ürün çıkar. Vasat ortalama demektir. Ortalama bir iş çıkarmış olursun, çok bilinmeyenli bir denklem sanırım bu. Ben memnumum kitlemden. Okurlarım beni ne kadar tanıyorsa ben de onları o kadar tanıyorum, onlarla on senedir beraberiz. Kitap yazdığımda, bana yorum yaptıklarında ben de onlara hayatlarının nasıl gittiğini sorarım. Eğer bunu yapmazsam göle bir taş atmış ama büyüyen halkalara bakmamış olurum. Sadece göle taş atmak için taş atmaya da gerek yok diye düşünüyorum. Onların beni takip ettiği kadar ben de onları gözlemlemeliyim.

SOSYAL MEDYA VE KİTAP

Ben on yıldır blog yazarıyım, bu süreci de tecrübe ettiğim kadarıyla anlatmaya çalışacağım. 2012-13 yılları da blogların çok popüler olduğu dönemlerdi. Çok güzel insanlarla tanışıp iyi etkinliklerde bulunuyorduk. Kimliklerimiz gizli kalırdı -çekimser davranırdık bu konuda- herkes birbirinin sadece yazdığıyla ilgilenir, yorumlar yapılır, mailler gelirdi. Küçüktüm fakat mükemmel bir motivasyondu benim için. Sonrasında Wattpad, Tumblr gibi platformlar meydana çıktı bizim okur kitlemizin yönünü değiştirdi. Şu an değersiz gözüken mecralar oldular, çorak toprak gibiler. Biz artık niteliksiz olurken Wattpad gibi yerlerde okunmuş ya da sosyal medyada ün yapmış fenomenlerin kitaplarını vitrinlerde görmeye başladık. Bana bu olaylar; artık iyi veya kötü diye bir ayrım kalmadığını, bir şeyin popüler olmasının insanları tatmin ettiğini hissettiriyor. Sizce bu zincirleme reaksiyonların sebebi yayınevlerinin ticareti mi?

Şöyle bir durum var, bir milyonluk takipçisi olan bir fenomenin kitabını bir milyon insan okumaz ama bir milyon insan x yayınevinin bu kitabı çıkardığını görür. Bir reklam anlaşması gibi düşünebilirsin bunu. Böyle birine kendi reklamını yaptırmak da onun kitabını çıkarıp reklamını yapmak da hemen hemen aynı şey. Bu ticaret, çarkın dönmesi için gerekli. Evet bunları raflara koyacaklar çünkü her şey yüzde bir üzerinden değerlendirilir. Her yüz insandan biri alır gözüyle bakılır. Bir milyonun da yüzde biri bir yayınevi için hatırı sayılır bir kazanca karşılık geliyor. Ve artık popülarite çok kolay paraya dönüştürülebilir bir şey haline geldi kitaplar üzerinden. Sadece edebiyat yapmak isteyen yayınevi düşüncesi çok ütopik bir fikir olarak görülüyor. Hepsi ister istemez ticari kaygılar güdüyor. Çünkü minik minik çalışan maaşları, tatlı vergi memurları, sevgili stopajlar, bebek dükkan kiraları yok. Geri planında uğraşılan onca iş ile riske girersen çok rahat batarsın. Varlıklarını sürdürebilmek için bu olaylar son derece normal. Sana ve yazar olma yolunda ilerleyen arkadaşlara bir tavsiye: Asla “Onların kitapları o kadar okunuyor benimki neden okunmuyor?” diye düşünme. Öyle bir kitle, yani popüler olanın peşinden koşan bir kalabalık senin kitabını okusa bile tam olarak kendini anlatamayacaksın. Kalabalık her zaman vasatın üzerindedir. Bu sefer sen de ticari kaygıyla o kitle için iş yapmaya başlayacaksın. Yaşantına, işine karışmaya başlayacaklar. Yazarlık uzun bir yol, böyle sapaklara girerek hedefe doğru ilerleyemezsin. Böyle bir tutum ileride seni kendine yabancılaştırır. Bırak o ticaret orada dönsün, sen işine bak.

Bir yayıneviyle konuştuğumuzda bana dediler ki “Evet senin ortaya koyduğun iş bizim için değerli fakat sosyal medyadaki etkileşimin de önemli” bir ticarethane olduğunu farkındayım, bunu reddetmiyorum. İyi etkileşimi olan insanlar çıkarsınlar da diğerleri kenarda da kalmasın, bu bir engeli temsil etmesin istiyorum. Ben yaptığım işle bir kitleye ulaşmak istiyorum, bir kitleye ulaştığım için iş yapabilmek istemiyorum. Böyle bir durumdan da tatmin olamam. Mesela şu an dergi çıkarmayı planlıyoruz kendimizce böyle bir yol izlemeye karar verdik.

Aslında geri planında gibi gözüken para, işin içinde daha fazla var. Her ne kadar yapılan iş edebiyat da olsa yayınevleri bir ticarethane. Para mevzu olunca da olmaz dediklerin de yapılmamalı dediklerin de yapılabiliyor haliyle. Bu işler yayınevlerinin kendi çalışma disipliniyle de alakalı ama dediğim gibi bu işin deposundan, dağıtımına kadar çok fazla gider kalemi var arkada işleyen. Büyük yayınevleri garanti işler yapmak istiyor. Diğerleri de batmamak için sürekli bir savaşın içinde. Dışarıdan bakıldığında bütün bunları görebilmek mümkün değil ancak benim gibi yıllardır işin içinde olup tanık olanlar farkına varabiliyor, çok bileşen var yayınevlerini de zorlayan. Kâğıt masrafları bile iki katına çıktı iki sene önce. Bu olay kâğıdı, üstünde yazılandan daha değerli hale getirdi ticari olarak. Artık iki kere düşünüyor yayınevleri bir şeyi basarken. Yapan için de yaptıran için de gerçekten zor işler. Dergicilik, tuttursanız çok güzel bir fikir. Size naçizane tavsiyem hepinizin her sayıya birer hikâye yazıp ortak bir dergi çıkarmanız ve kitlelerinizi birleştirmeniz. Eskiden yazarlar tefrikalar ile ilerlermiş. Şimdi de buna dönmenin zamanı olabilir genç yazarlar için. Hem riski hem okuru hem de gelişimi paylaşabilirsiniz. Arzu edilen ilgiye ulaşınca tefrika halindeki kitaplar basılabilir.

BU AMAÇ İÇİN NASIL BİR YOL ÇİZİLMELİ

Ben bir yazar adayıyım, yazarken bazen işin içinden çıkamayıp panik yapabiliyorum. Panikleyince de asla yapamayacakmışım gibi geliyor. Sizin bana ve benim gibilere öneriniz nelerdir ve kitap yazmak isteyen biri neler yapmalı?

Bol bol okumalı özellikle teknik okuma yapmalı. Yazarın tekniğini anlamaya odaklanmalı. Normal bir okur gibi kitabı bitirip kenara koymamak lazım. Doğru kitapları edinip doğru şekilde okuyunca neyi, nasıl yazman gerektiğini de fark ediyorsun. Okuma yelpazen de çok geniş olmalı. Ama hepsinden önemlisi oturup yazmalı çünkü ne okuduğun ve çıkardığın kitaplarınla ne gezip gördüklerinle ne yaşantınla ne hayallerinle yazar oluyorsun. Seni yazar yapan masanın başında yazarken geçirdiğin vakittir. Muhakkak oturup emek verip yazmaları lazım. Yazar ancak yazdıkça gelişiyor.

Yazdıktan sonra nasıl ilerlemeli, ne tavsiye edersiniz?

İnsan ilişkilerini artırmak, samimi olmak lazım. Hiçbir ticari kaygı gütmeden onların bu samimiyeti anlamasını beklemen gerekir. Bu yolun uzun ve meşakkatli bir yol olduğunun bilinmesi lazım. Küsmemek, yılmamak lazım.

Yayınlatma evresi var bir de bana en sancılı süreç bu gibi geliyor.

Yayınevleriyle de konuşabilirsin ama genellikle bu konuşmalar seni olumsuza sevk edecek konuşmalar olur. Çok fazla yazar adayı var. Herkes aynı heyecanla sektöre girmeye çalışıyor. Yayınevlerinden gelen cevaplarla bu iş olmayacakmış gibi gelir. Bazen geri çekilip bir adım atman daha ileri sıçramak demektir. O kitap çıktıktan sonra sana yaşatacağı hazzı öngörebiliyorsan ona tutunmalısın, risk de alabilmelisin. Burada da kişisel yayıncılık devreye giriyor. Evet, belki ticari bir anlaşma yapman gerekecek ama bu da yayıneviyle senin aranda bir anlaşma. Okuyucuya bunu yansıtmamak lazım. İdealist davranırsan olur.

YAYIN SEKTÖRÜNDEKİ DEĞİŞİM

Dijital matbaa yayın politikalarını dünya genelinde çok değiştirmiş, devrim gibi bir şey. Günlük basıma giren, sana yüzde elli telif veren bir mecra. Reklam ağının dar oluşu aklımda soru işareti bırakıyor bir de etik ve ahlak dışı esere onay vermediklerini yazmışlar. Etik ve ahlak kavramları da geniş alanı kapsadığı için neyi kastettiklerini tam kestiremiyorum fakat birkaç öykümden oluşan bir kitabı oradan yayımlamayı düşünüyorum. Sizce bu yayın anlayışı nasıl gözüküyor ve KDY (Kitapyurdu Dijital Yayıncılık) yayın anlayışını değiştirir mi?

Değiştirmemesi için hiçbir sebep yok. Yurt dışında çok daha fazla tercih edilen bir yol. Ayrıca Kitapyurdu da çok büyük bir marka. Geniş perspektiften bakarsan Kitapyurdu’nun aldığı bir risk yok. Yazarın aldığı bir risk yok. Okuyucunun aldığı bir risk yok. Temiz bir yol gibi duruyor. Üstelik kitap ücretinin yarısını telif olarak yazarın alıyor olması çok büyük bir oran. Çünkü normal telifli anlaşmalarda hemen hemen bütün riskleri yazar alıyor. Kitap yazıyorsun reklamını, imza günlerini, tanıtımlarını vs. yapıyorsun, kitabın üç baskı yapıyor, eline geçen rakam çok komik. Yazmaya bir ikbal meselesi olarak bakmamak lazım bu yüzden. Bu işin maddi boyutu. Reklam olayına gelince; bu tarz yayıncılıkta başlangıçta ortada bir ücret olmadığından yayıncıların reklam yapmaları da beklenemez çünkü bu da bir risk olur onlar için. Artık reklam ağını oluşturmak için de bir sürü yöntem mevcut. Bunları genç yazarlar artık kendileri yapabiliyor. Son olarak etik ve ahlak kısmı da sanırım seni uyarıp ortaya çıkacak herhangi bir olumsuzlukta sorumluluğunu sana bırakmakla alakalı. Bütün bunları düşündüğünde denemeye değer gibi görünüyor.

YENİ PROJE…

Şu an yazdığım kitabın ismi “Mum Çiçekleri” olacak. Ve ilk cümlesini paylaşayım seninle “Rüzgâr sanki kötü bir şeye sebep olmak istercesine esiyordu.”

Teşekkür ederim çok keyifli bir sohbetti. Okuyan herkese saygılar ve selamlar, hoş kalın…