Uzun zamandır, evrensel olan ile tikel olanın, ahlakî olanla dinî olanın ve rasyonalite ile inancın bir arada bulunabileceğine dair kanaatin asılsızlığını savunan birisi olarak; akıl ve inanç nosyonlarının birbirlerini kesin biçimde dışladıkları konusunda iki farklı gelenekten, yani biri kıtacı biri analitik olmak üzere iki filozofu takip ediyorum: Søren Kierkegaard ve Ludwig Wittgenstein. Bu iki filozofun diğer felsefî çalışmalarını uzlaştırmak zor görünebilir fakat akıl ve inanç konusunda ikisinin de fideistik bir konum benimsediğini söylemek çok da zor değildir. Felsefe tarihinde Blaise Pascal başta olmak üzere, fideizmi çeşitli konumlarda ve çeşitli derecelerde savunan pek çok filozof olsa da Kierkegaard ve Wittgenstein’ın kendilerine özgü konumları benim ilgimi daha fazla cezbetmiştir. Bugüne kadar pek çok yerde Kierkegaard’nun felsefesini anlatırken, konunun özünün akıl ve inanç arasındaki diyalektik dışlama olduğuna dair yargım oldukça güçlendi. Wittgenstein’ın temel felsefî savı olmasa bile, çok başka bir konumdan kendine has fideizmi ise Kierkegaard’dan ileri gelen fideistik eğilimimi güçlendirmek konusunda oldukça mahirdi. Şimdi dilerseniz, kısa bir fideizm tanımından sonra, Kierkegaardian ve Wittgensteincı yaklaşımlardan bahsedelim.
Farklı katmanları ve yaklaşımları barındırmasına rağmen fideizm, kabaca, akıl ve inanç arasında birbirlerini dışlayan bir diyalektiğin bulunduğunu ve genel olarak ise inancın akıldan daha güvenilir ve temel bir algılama durumu olduğunu savunur. Bu yaklaşım, belirli ölçülerde aklın aşağılanmasını ve inancın yüceltilmesini de içermektedir. Bu görüş, her çağ yüceltilmiş, birincilleştirilmiş ve olmazsa olmaz kabul edilmiş rasyonaliteye karşı konumlandığından, elbette ki geniş bir kanaat alanına ve kabul edilirliğe sahip değildir. Fakat yukarıda da bahsettiğim gibi, Pascal, Kierkegaard, Wittgenstein gibi filozoflarca belirli konumlardan savunulmuştur. Bu savunulardan en keskin ve en yüksek ifadelisi, Kierkegaard’ya ait fideistik yaklaşımdır.
Kierkegaard’nun benimsediği felsefî konum, onu zorunlu biçimde amansız bir fideist yapar. Onun “varoluş felsefesi”nde, insan, birinden birini seçmekle yükümlü olduğu üç varoluş alanı ya da üç varoluş olanağı ile karşı karşıyadır: Estetik alan, etik alan ve dinî alan. Birey bu olanaklardan yalnızca birini kullanabilir ve ancak birinde var olabilir. Bu kesin dışlamanın ifadesi ise “Ya / Ya Da” ile vücut bulmuştur. Ya estetik alan ya da etik alan ve diğer diyalektikte ya etik alan ya da dinî alan. Estetik alan ile etik alan arasındaki diyalektik, haz/acı odaklı tikel yaşamla iyi/kötü odaklı tümel yaşam arasında gerçekleşir. Fakat bizi ilgilendiren asıl diyalektik, etik olan ile dinî olan arasında olandır. Kierkegaard bu diyalektiği Korku ve Titreme eserinde, İbrahim’in öyküsü üzerinden kurar. İbrahim, Tanrı tarafından oğluyla sınanmıştır ve İbrahim bu inanç sınamasından bir yüce karakter, bir iman şövalyesi olarak çıkmıştır. Tanrı İbrahim’den oğlu İshak’ı kendisine kurban vermesini buyurunca, İbrahim rasyonaliteyi, aklın ilkelerini, etiği, evrensel ve tümel olanı askıya alarak, oğlunu öldürmeyi göze almıştır. Yani akıl ve inanç arasında kesin bir seçim yaparak, inanmayı, teslim olmayı, Tanrı’ya biadı seçmiştir. Kierkegaard için bu seçim, İbrahim’i yüceleştirir ve bu öyküde akıl karşısında inancın yüceltilişi, tipik bir fideistik eğilimi işaret eder. Kierkegaard’nun felsefesindeki bu temel yönelim, kendi yaşamöyküsel konumu için de geçerlidir. Yaşamının tamamını Tanrı’ya adadığını düşünen Kierkegaard, etik sözleşmeden (evlilikten) uzak durarak kendisini ve yazınlarını bütünüyle Tanrı’ya teslim etmiştir. Bu teslimiyet bireyseldir, zirâ toplumsal olan rasyonalitenin alanıdır, inanç ise salt tikeldir; bu yüzden inancın kurumsallaşması, aklın inancın alanına dahil oluşu anlamına geleceğinden ötürü, bir yozlaşma olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kierkegaard’nun fideistik konumu tartışma götürmezdir; fakat tartışmalı biçimde Wittgenstein’ın da kendine özgü bir fideistik eğilimi olduğunu söylenegelir. Bu elbette ki Kierkegaard’dan çok farklı bir felsefî konumdur ve Kierkegaard’daki gibi varlıkbilimsel değildir. Fakat özenle altını çizmek gerekir ki, Wittgenstein çok farklı bir felsefî geleneği temsil etse bile sıkı bir Kierkegaard takipçisidir. Kierkegaard’nun aksine Wittgenstein inançlı bir filozof değildir fakat Kierkegaard’nun imanı bir tutku olarak ortaya koyma ve yüceltme girişimini övgüye değer bulur. Kendi özel konumundan Wittgenstein’ın ana savunusu ise, dinin kendine özgü bir gramatiği olduğu, bu gramatiğin kendi içinde yeterli olduğu ve başka türden gramatik yasalarla dinî gramatiğin eleştiriye tabi tutulamayacağıdır. Din, yalnızca inananlarca anlaşılabilecek, söylemi yalnızca kendisine yönelmiş olan, kendi dil oyunlarını kendisi belirleyen ve bu sebeplerden ötürü de mantıkî/rasyonel eleştiriden muaf bir alandır. Wittgenstein bu bahsi geçen argümanı ateşli ve kararlı biçimde, hatta sistematik ve sürekli olarak savunmaz, bu yüzden de Wittgensteincı Fideizm, tam anlamıyla Wittgenstein’ı temsil etmeyebilir. Fakat Wittgenstein dışarıda bırakıldığında dahi, aklın ve mantığın ilkelerinin dili ile inancın dilinin birbirinden bağımsız süreçler olduğu fikri, Kierkegaardian fideizm ile bütünleşir.
Sonuç olarak söylemek gerekse, Kierkegaard tarafından kesin biçimde ortaya koyulan varlıkbilimsel diyalektik ile Wittgenstein tarafından tartışmalı biçimde ortaya koyulan dilbilimsel fideizm, iki temel sonucu bize verir:
i. Akıl ve inanç zorunlu biçimde birbirlerine dışsaldır, birisi diğerini zorunlu olarak reddeder ve birey akılsal/tümel/etik olanla inançsal/tikel/imanî olan arasında bir seçim yapmaya ve Ya / Ya Da’yı kendinde kurmaya mecburdur.
ii. Dinin kendine özgü dilbilgisi, mantık ve rasyonalite tarafından eleştiriye tabi tutulamaz; dinî gramatik kendi dinamiğini ve kendi dil oyunlarını kendisi belirler ve bu dil oyunları yalnızca inananlar tarafından anlaşılabilir.
Hamza Celâleddin, 1991’de Konya’da dünyaya geldi. 2013’te Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldu ve 2014’te Konya Üniversitesi Felsefe bölümünde yüksek lisans programına başladı. 2017’de Katil Nietzsche Asker Kant, 2018’de Dehşetli Peygamber Zarif Cellat, 2019’da Nietzsche’nin Altı Günü eserleriyle birlikte; Destek Yayınları felsefe serisi için Albert Camus, Søren Kierkegaard ve Jean-Paul Sartre derlemelerini kaleme aldı. Son olarak ise Fihrist Kitap’tan Bir Otto Weininger Kritiği isimli kitabı yayınlandı. 2014’ten itibaren pek çok dergi ve online gazetede yazıları yayınlandı ve 2017-2019 yılları arasında Düşünbil Felsefe Dergisi editörlüğünü yaptı. 2019 yılından itibaren ise kendi dergisi, Henidik Felsefe ve Filoloji Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Ayrıca bir süredir tiyatro sahnesinde Felsefe Konuşmaları yapmaktadır.
Emeğinize sağlık