Öykü ve şiirleri çeşitli dergilerde yayınlanan Mizgin Bulut’un, ilk kitabı Yokuş Aksanı geçtiğimiz ay İthaki Yayınları aracılığı ile okurlarıyla buluştu. Bulut, içe doğru genişleyen anlatımı, akıcı bir dille kurguladığı, çoğunlukla karaktere odaklanan öyküleri ile yaşama duyarlı sahici bir evrenden sesleniyor okuruna.
Yokuş Aksanı vesilesi ile kitabın oluşum sürecinden, yazıdan, kadın olmaktan, ilişkilerden, taşradan, şiirden ve öyküden konuştuk.
“Yazmak, aynı zamanda susmak, söylememek, sesini kesmek demektir, gürültüsüz haykırmaktır.” diyor Marguerite Duras. Siz nasıl tanımlarsınız yazmayı? Bizimle kitabınızın oluşum sürecini paylaşır mısınız?
Yazmak benim için zihnimle irtibat halinde kalabilmenin en iyi yolu. Zihindeki yaratıyı düşünmek, daha çok düşünmek üzere beni tetiklediği için yazmaktan vazgeçemem. Yazmayı seviyorum çünkü düşünmeyi seviyorum. Kitabın oluşum sürecini de bu irtibatın en yoğun olduğu zaman olarak ifade edebilirim. Her biri ayrı zamanlarda yazılan öyküler olsa bile kitabın oluşum aşamasında yeniden yazıldılar. Bir sohbetin içinde, yemekte, dışarıda, evde, her şey düşünceye dönüştü önce, yazmak sonra geldi.
Yokuş Aksanı’nın ilk öyküsü Devoğlan bize, bir yandan pedofiliyi anlatırken diğer yandan evlilik hayatında kocası tarafından görünmez, iletişim kurulmaz olmuş bir kadının, kendini annelik rolü üzerinden kabul ettirme, çocuk doğurarak toplumsal olarak onaylanma çabasını anlatıyor. Sizce ülkemizde anne olmak toplumda kadının benliğinin sunumu için en temel araç mı? Toplum, anne olan kadını artık “eksiksiz” bir şekilde görevlerini yerine getirmiş mi sayıyor? Biz kadınlar bu ezberi nasıl bozacağız?
Maalesef ülkemizde kadın olmak sonunu bir türlü göremediğimiz bir parkurda koşmak gibi. Hep bir sonrası var. Okul bitiyor ama evlenmek sizi daha kadın yapıyor. Evleniyorsunuz ama anne olmak sizi daha fazla kadın yapıyor. Nasıl doğurduğunuz, çocuğunuzu nasıl emzirdiğiniz nasıl bir kadın olduğunuz ya da olmadığınızla ilgili. Onların uygun gördüğü şekilde daha fazla kadın olmayı bizim istemediğimiz kesin. Dahası, daha fazla kadın olmanın bunlarla bir ilgisinin olmadığı da. Bu yüzden toplumun “eksiksiz” kadın arayışı onu hiç bulmamak üzere kurulu. Biz kadınlar bu ezberi de her ezber gibi unutarak bozacağız. Onaylanmak bizim kaygımız olmaktan çıkarsa onaylamak da onların bir görevi olmaktan çıkacak ve söz haklarını yitireceklerdir.
Şiddet; bugünün en zorlu problemi, yapılan araştırmalar tacizin her türünün yakın çevremizde rakamsal olarak daha yüksek olduğunu gösteriyor. Devoğlan’da bize pedofiliyi anlatıyorsunuz. Zor konular konuşulmayınca yazıya, romana, öyküye dökülmeyince yok olmuyor aksine sessizlik ya da görmezden gelme içinde daha da büyüyor bana göre. Linç kültürünün bu denli yaygın olduğu bir ortamda böylesi hassas bir konuyu üstelik bir ilk kitapta dile getirirken okur ne der, yanlış anlaşılır mıyım kaygısı duydunuz mu?
Hiç düşünmedim dersem, yalan söylemiş olurum. Elbette bu kaygıyı duydum ama bu kaygı beni yazmaktan alıkoymadı. Devoğlan’ı o kadar çok okudum ki bir süre sonra istemeden ezberlemeye başladığımı fark ettim. Tam bu noktada da güvendiğim birkaç kişinin fikrini aldım. Bu fikir alma süreci, öykünün yazılmasından duyduğum kaygıyı değil, nasıl yazılmasına ilişkin duyduğum kaygıyı hafifletmek ve emin olmak içindi.
Sahibinden Satılık öyküsünde, Yalnızlığın Yarattığı İnsan’ dan birkaç cümle ile Sait Faik’e bir selam çakıyorsunuz. Sait Faik’in öykülerinde öncelikli meselesi insandır. Öyküsünü anlattığı karakterler hangi sınıftan, sosyal statüden ya da ideolojiden olursa olsun, okur kahramanın sosyal hayatında iş ilişkilerinde ya da kendi içinde yaşadığı sorunlardan içinde yer aldığı toplumun genişçe bir tablosunu çıkarabilir. Buradan yola çıkarak Abasıyanık’ın bireyi ele aldığı kadar, o bireyin katkısıyla oluşmuş toplumu da değerlendirdiği söylenebilir. Bireyin sorunu toplumla, toplumun sorunu da bireyle ilişkili değil midir? Sizin öykülerinizin meselesi nedir?
İkisi birbirinden ayrı düşünülemez. Her ikisinin de birbirinden alacağı var gibi geliyor bana. Bu yüzden birini ele aldığımızda aslında diğerini de anlatmaya başladığımızı görürüz. Bazen bireyin çok şahsi diyebileceğimiz yaşantısında bile okura toplumsal bir mesele göz kırpabilir. Belki yorgun bir mermidir, nereden geldiğini anlamak zor olabilir, yine de vurulmaktır bu.
Öykülerimin genel meselesine gelecek olursak, insanın fizyolojik ve psikolojik olarak geçmişte sevgi gördüğü ya da görmediği ile ilgili bugün ne hissettiği üzerine kuruldular. Bu genel anlamda odak noktası, bunun yanında toplumsal ve bireysel çeşit çeşit mesele de var.
Bir Kalıp adlı öykünüzde büyük şehirden taşraya öğretmen olarak giden genç öğretmenin köydeki yaşamına, köylü ile kurduğu ilişkiye, şehirden beraberinde götürdüğü alışkanlıklara hatta zaman zaman kendini sorgulamasına ve ilk öğretmenler günü tecrübesine tanıklık ediyoruz. Taşra sizin için ne ifade ediyor? Sizce bugünün Türkiye’sinde taşra insanı halen saflığını koruyor mu? Bir yanı ile de memleket devasa bir taşra haline dönmedi mi?
Çocukluğunu taşrada geçirmiş biri olarak benim için taşra çok katmanlı, geniş bir düşünce barınağı. Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz her şeyin saflığından şüphe duyuyoruz. Bu yüzden bugünün Türkiye’sinde taşra insanı da dâhil saflığını koruyabilen çok az şey kaldı. Memleket mi taşraya dönüyor yoksa taşra merkeze mi yaklaşıyor kestirmek zor. Her şeyin birbirine benzemesini can sıkıcı buluyorum ben.
Her Şeyden Önce Terziydim öyküsü bizi Bilge Karasu’nun Altı Ay Bir Güz’ü epigrafı ile karşılıyor. Altı Ay Bir Güz kitabı, son derece sıra dışı bir yapıttır, Türk edebiyatında örneği pek olmayan bir ilişki biçimi vardır metnin karakterleri ile yazarı arasında. Kitabın karakterleri kendilerinden söz edilirken aniden yazarlarının sözünü kesip kendi yorumlarını yaparlar. Dil, biçim, imge, anlatım bakımından muazzam bir eserdir. Metinde dil, anlatımda imgelem üzerine siz ne söylemek istersiniz?
Kullandığımız dil, yaşayış biçimimizden, benimsediğimiz tarzdan, dinlemekten hoşlandığımız müzikten, odamızın duvarına astığımız bir tablodan yani bizi çevreleyen, bizde olan her şeyden etkilenir. Çevremizde gördüğümüz her şey bir düşünce olarak zihnimizde ne kadar yer edinmişse muhtemel metinde kullandığımız dilde de o kadar yer edinmiştir. İmgelem ise hepimiz aynı şeye bakıyorken nasıl gördüğümüz konusunda bizi diğerlerinden ayırır. Bu anlamda bir özgünlük katabiliyorsa üzerine düşünülmeye değer buluyorum.
“Biraz da umursamazlığımızı direnmek sanalım.” ya da “Her şeyi değiştirmek istemelerine karşın harekete geçmek istemiyorlardı. Bizi harekete geçirmeyen bir şey için ne kadar istekli olabiliriz ki? diyor kahramanınız Ben Değil Bağrıma Bastığım Taş Kara öyküsünde. Bugün sistem tarafından dayatılan düşünce ve yaşam şekillerine itirazlarımızı sosyal mecralar ile dile getirdiğimiz bir çağdayız. Sizce sosyal medya tepkileri değişiklik yaratabilecek, taleplerin yerine getirilmesini sağlayabilecek güce sahip mi?
Bugün sosyal medya, taleplerimizi yeri geldiğinde hınçla, yeri geldiğinde sakinlikle duyurduğumuz bir yer oldu. Sosyal medyanın bu bağlamdaki gücüne inanıyorum ama bir noktada salt kendimiz gibi düşünenleri etrafımıza toplamamız açısından tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Elbette benzer fikirlerdeki insanların etkileşimi önemli ama ayrı düşündüğümüz herkesle de bizi iyice uzaklaştırması ve gittikçe birbirimize daha az tahammülümüzün kalması beni üzüyor. Bir kamuoyu oluştuğunu görmek bana iyi hissettirse de çoğu zaman bu şekilde sesimizi duyurmak zorunda olmamızdan utanıyorum. Keşke toplumuna bu kadar yakından bakmasına karşın bu kadar yanlış anlayan insanlarla muhatap olmak zorunda kalmasaydık.
İkili ilişkiler konusunda hemen herkesin söyleyecek sözü vardır herhalde. Bazen yan yanayız ama yanımızdakinin en uzağına düşmüşüz aslında. Yan yana olan sadece bedenler, beraber yaşamak bir alışkanlığa dönüşmüş. Bakıyor görmüyoruz, dinliyor anlamıyoruz. Öyle Olmaması Gereken Bir Süreyya’daki gibi boş vazoların içi. İnsan kendini de ilişkilerini de nasıl kurtaracak bu yabancılaşmadan? Sizce edebiyat bu kurtuluşa aracılık edebilir mi?
Hakikaten insan ilişkilerine dair söyleyecek çok şey var. Yabancılaşma başladığında bitirme işi yeterince ciddiye alınmıyor. İlişkiler de böyle böyle askıda kalıyorlar. Sonra değiştirmek için verilen çaba içinde sevgi ve anlaşılmak hızla eriyor. Bana kalırsa doğru zamanda sonlandırılabilmeli ve değiştirmeye çalışmaktan vazgeçilmeli. İlişkileri, karşımızdakini değiştirmek üzere kurmamak önemli. Elbette edebiyat bu anlamda yol gösterici olabilir ama direkt didaktik bir anlatımla sunulması pek verimli olmayabilir.
“Kırk kere dünya suyuyla yıkanmış bir bezi
Kırk kere aynı yaranın çemberine bastım
Gitmek biraz eteklerine toplamaktır
Taşla betimlenebilir acılarını.”
Gece Dergi’ de yayımlanmış, Tehcir adlı şiirinizden bu dizeler. Şiire olan meylinize yas ve acıyı anlatan, Makasla Yürümek adlı öykünüzde gördüğümüz Beş Hececilerden O. Seyfi Orhan satırlarında da rastlıyoruz. Ne söylemek istersiniz şiire, şiir yazmaya, şiir okuru olmaya dair?
Şiir, canlı bir söyleyiş biçimi. Aynı anda sözcükleri ve hisleri yan yana getirerek çeşitli kombinasyonları deneyimleme fırsatı veriyor. Neticesinde bu sözcükler kendini de aşarak birçok farklı mefhuma dönüşüyor. Şiir yazmakla ilgili bu dönüşümü seviyorum. Okunurken yeniden kurulan bir tür şiir. Bu yüzden okurun çabasının da en az şairinki kadar önemli olduğunu düşünüyorum.
Pandemi nedeniyle uzunca bir süredir daha önce tecrübe etmediğimiz zorlu bir süreçten geçiyoruz. Üzerine bir de yakın bir zamanda deprem felaketi yaşadık. Yaratıcılık, yaşanan sıkıntıların, acıların, zorlukların yaratıcı kişinin, gündelik hayatından bilinçaltına ne kadar inebildiğine bağlı biraz da. Veba olmasaydı Decameron olmayacaktı örneğin. Sizce bu süreçten sonra toplumu anlamaya, emeği, doğayı hayvanları savunmaya yönelik metinler çoğalır mı edebiyatımızda? Siz bu süreci nasıl geçirdiniz?
Süreç hepimizi birçok dijital olgu ve yapı ile muhatap olmaya mecbur bıraktı. Çok çabuk içselleştirenler olduğunu gördük fakat bunun pek gerisinde kalan birçok insanın, kurumların yaşadığı zorluklara da şahitlik ettik. Bu salgın her alanda bir söz hakkı olduğunu bize geçtiğimiz zaman içerisinde ispatlamış oldu. Edebiyatı es geçmesi de mümkün görünmüyor. Bugün değilse de zamanla yazılan, çizilen her şeyin içine bir miktar dâhil olacağını düşünüyorum. Ne biçimde etki edeceği ise hepimizin merak ettiği bir konu. Dayanışmanın, bugüne bizi getiren kötücül her yaklaşımın iyiye döndüğü senaryoların, emeği ve doğayı savunan öğretilerin olduğu metinleri okumayı dilerim. Korkarım, tam aksi biçimde yaklaşan, felaket ve komplo teorileri üzerine yoğunlaşan metinler de göreceğizdir. Umarım o zamana kadar bununla nasıl baş edeceğimizi çoktan öğrenmiş oluruz. Bu süreci herkes gibi bazı günler kaygıyla, bazı günler umutla, üretmeye, dinlemeye, okumaya ve mümkün olduğunca evimden uzak kalmamaya direnerek geçirdim.
Anadolu Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Maliye bölümünden mezun oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nde İnsan Kaynakları okudu. Uzun yıllar çok uluslu şirketlerin Lojistik ve Finans birimlerinde üst düzey yöneticilik yaptı. Halen kurumsal firmalara danışmanlık yapıyor. Birçok STK’da gönüllü olarak çalıştı, bireysel yardım projeleri aktif olarak devam ediyor. Yollar, kitaplar ve fotoğraf en büyük tutkusu. İlk kişisel fotoğraf sergisini 2018 yılında açtı. Kafalar Hep Karışık projesinde yer almaktan mutluluk duyuyor. Şiire, yollara, çocuklara ve gelecek güzel günlere inanıyor. Çizdiğini yazdığını kendine saklıyor. Okuyor, okuyor okuyor…