Avrupa Konseyi himayesindeki Avrupa Müze Forumu tarafından 1977’den bu yana her yıl verilen Müzecilik Ödülleri kapsamında 2024 Yılın Müzesi Ödülü’ne Türkiye’den İstanbul Sinema Müzesi de aday gösterilmişti. Mayıs ayında sonuçlar açıklandı ve jürinin önerdiği 24 ülkedeki 50 müze arasından kazanan Finlandiya’daki The Sami Museum Siida oldu.

Sami Müzesinden sergileme alanları

Bu yılın kazananına ve Türkiye’den aday olan tek müzemiz İstanbul Sinema Müzesi’ne bakmadan önce Avrupa Müze Forumu (The European Museum Forum-EMF) ve Yılın Müzesi Ödülleri (The European Museum of the Year Award-EMYA) hakkında biraz bilgi vermek istiyorum çünkü kıymetini bence yeterince anlamış değiliz. Eğer anlamış olsak bu zamana dek bu platformdan ödül kazanmış olan müzelerimizi ulusal ödüllerle de taçlandırır, sahip çıkar, ödüllerini duyurmak için ortak çabalar harcardık. Kıymet bilirdik uzun lafın kısası.

Önce bu organizasyonu ve ödüllerini ciddiye alıyor olmamın sebebine değineyim. Ödül töreni yalnızca bir tören değil, üç gün süren ve müze profesyonellerini Avrupa’nın bir şehrinde bir araya getiren üç günlük konferanslar dizisi. Dolayısıyla her yıl ödül töreninde bir sonraki yılın -teoride kalsa bile- meseleleri tartışmaya açılıyor. Ödüle layık görülen müzelere karar verilmeden önce jüri üyeleri, -bazı müzeleri birden çok olmak kaydıyla- tüm müzeleri ziyaret ediyor ve müzelerin “topluluklarındaki olumlu değişimlere aktif olarak katkıda bulunma yetenekleri” değerlendiriyor. Yani öncesiyle sonrasıyla büyük bir emek harcanan bu tören, her yıl müzelerin hangi uluslararası yenilikleri takip etmesi gerektiğinden yerel ölçekte toplumlarına ne gibi katkılarda bulunabileceğine dek yelpazesi geniş bir etkiye/katkıya sahip.

Ödüller aslında 1977’den beri müzecilikte uluslararası fikir alışverişini teşvik etmek ve ilham ağları oluşturmak için veriliyor ama organizasyon etkisi her yıl artan şekilde artık müzecilikteki “trendleri” takip ettiğimiz; hem müzenin topluma hem toplumsal meselelerin müze kurumuna hangi biçimde etki edebileceğini gördüğümüz, sorumluluklarımızı tartıştığımız bir danışman kurum rolünü de üstlenir oldu. 

Platformun bugün geldiği noktayı daha iyi görebilmek için geçmişine bakmak gerekiyor. Kendi tarihlerini anlattıkları şekliyle 1970’lerin sonlarında ve 1980’lerde EMYA, müze metodolojisinin değiştirilmesinde hayati bir rol oynadıkları için daha küçük müzelerin güçlü bir savunucusu haline geldi. Buradaki daha küçük müzeler vurgusunu önemsiyorum çünkü yerel ölçekli müzelerin evrensel rolleri ödüllendiriliyor bir bakıma ve geçmişte ödüllerin verildiği müzelere bakacak olursanız aralarında hiçbir uluslararası tanınırlığa sahip müze olmadığı dikkatinizi çekecektir. 1990’larda Soğuk Savaş’ın ve “Demir Perde”nin yıkılmasından sonra hem Batı hem Doğu Avrupa müzelerinin etkileşiminde daha kuvvetli bir rol oynamaya başlayan platform zaman içinde bir “müzeler yarışması” olmanın ötesine geçti ve hem müzeciliğin hem de Avrupa toplumundaki müzelerin rolünü daha iyi anlamaya, müzelerin sorumluluklarının tartışıldığı ve karşılaşılan zorlukların aynı zamanda konuşulduğu ve çözümlerin tüm müzelere örnek teşkil ettiği bir yapıya kendiliğinden kavuştu. 2000’lerle beraber EMYA, Avrupa müzelerindeki yeni yaklaşımları gözlemleyen, teşvik eden, kültürlerarası mirası da müzeciliğin bahisleri arasına sokan kurumlarüstü bir organizasyon haline geldi. Bugün artık bu platformdan ödül almış bir müze olmak tanınırlığın ve tasdik edilmişliğin önemli bir göstergesi.

Aslında EMYA’nın kuruluş amacı Avrupa Konseyine üye ülkelerde geçerli olmak kaydıyla uluslararası müzecilikte yenilikçi süreçleri teşvik etmek olsa da yıllar içinde iki tip müzeye ödül verilir oldu. Birincisi çağdaş bir yenileme ve teşhir-tanzim süreci geçirerek kapsamı genişletilen müzeler ve ikincisi en fazla iki yıl önce kurulmuş olmak kaydıyla yeni müzeler. Başlangıçta iki ana ödül verilirken (Avrupa Yılın Müzesi ve Avrupa Konseyi Müze Ödülü) ödüller yıllar içinde çeşitlendi. Mesela Kenneth Hudson Ödülü (EMYA’nın kurucusu ve kendini anti-müzeolog olarak tanımlayan Hudson’un anısına veriliyor) müzeciliğin toplumdaki rolünü ortaya çıkaran kişi, proje, müze ya da bir gruba verilebiliyor.

Bir diğer kategori, Silletto Ödülü, müzeciliğin toplumsal kalitesini artırmak için projelendirilen girişimleri değerlendiriyor. İstanbul Modern’in de daha önce kazandığı Özel Ödül ise yeni ve gelişmiş bir anlayışla örnek gösterilebilecek müzelere veriliyor. Son yıllarda Türkiye’den Eskişehir Odunpazarı Modern Müze ve Troya Müzesi Yılın Müzesi Ödülü’ne, Bayburt Kenan Yavuz Etnografya Müzesi Silletto Ödülü’ne, Hrant Dink Hafıza Mekânı ise Kenneth Hudson Ödülü’ne değer görüldü.

Bayburt Kenan Yavuz Etnografya Müzesinden bir kare

Bu çok boyutlu organizasyon hakkında uzun uzun yazmaya devam edebilirim ama amacım bizde yerel ölçekli müzelerin boyutunu da değerlendirmek. Bu nedenle bu yılın ödül töreninde konuşulan bazı konu başlıklarına değinerek bu faslı kapatmak niyetindeyim. Müzeciliğin hayatın her alanından etkilenen ve aynı şekilde her alanı etkileyen merkezler olduğuna vurgu yapılan bir metne imza atılmış. Bu metin bir müzeci olarak neler yapabileceğimizi düşündürürken, içinde bulunduğumuz şartlar gereği neler yapamayacağımızı da hatırlattı bana; daha doğrusu istesek bile neler yapamıyor olduğumuzu… Hayal ettiğimiz her dünya bir yerlerde gerçek oluyorsa o dünyanın müzeleri işte bu metinde vurgulananlar, Türkiye’deki müzeler değil….

Söz konusu metinde günümüz müzelerinin sürekli artan siyasi krizlerden, demokratik ilkelerin aşınmasından, otoriterleşen rejimlerden, iklim değişikliğinden, silahlı çatışmalardan etkilendiği bir dünya tasviri var, işte bu içinde bulunduğumuz dünya… Türkiye’deki müzeler, bilhassa devlet çatısı altında olanlar, artık olağanlaşan siyasi krizlerin yoğun olarak hissedildiği kültür kurumlarının başında geliyor, denilebilir ki işin vitrini. Vitrini burada her iki manada da kullandığımın altını çizmek zorundayım. Tek bir örnekle açıklayayım: Son yıllarda Topkapı Sarayı Müzesi’nde değişen vitrinlerin farkında mısınız? Geri çekilen, öne çıkarılan her eser yalnız vitrinin değil kültür politikamızın da değiştiğinin bir simgesidir. Müzeler bu anlamda kültür kurumları olarak devletle olan bağın vitrini olmaya halen devam ediyor ve bu devamlılık EMYA ya da başka herhangi bir ödüle değer görülecek bir değer değil ne yazık ki…  

Ve yine metne dönecek olursa müzelerin tüm bu konularda kendini sorumlu hissetmesi gerekliliği vurgulanıyor. İklim krizine dikkat çek, siyasi krizlere dikkat çek, toplumu uyar, eğitim yönünü harekete geçir, anlat ya da anlatma göster!  

Potansiyellerinin farkında olup topluma anlamlı katkılarda bulunması beklenen müzelerin, zamanımızın acil sorunlarını anlama, yorumlama, eleştirel bir analize tabi tutma ve proaktif olarak da bu meselelerle ilgilenme sorumlulukları işte bu söz konusu metne yayılmış halde. Bizde bunu başarabilen, sayısı bir elin parmaklarını geçemeyecek müzelerimiz, zaten aynı platform tarafından ödüllendiriliyor, ödüllendirildi, umarım gelecekte de ödüllendirilecek. Ama devlet nezdindeki bu kapsayıcı müzecilik yalnız müzeciler için değil ziyaretçiler için bile gerçekleşmesi güç bir başka dünya hayali değil de ne? İşte bana tüm bunları düşündüren, ziyaretçisi olduğum müzeleri bu gözle değerlendirmekten açıkça haz duyduğum ama yöneticisi olduğum müze dahil yakından tanıdığım devlet müzeleri için altı çizilen sorumluluklardan çok uzak kalmaya zorlanan, günlük sorunları çözemezken değil evrenseli yakalamak toplumsal hizmet sunabildiğini bile düşünmediğim bir çarkın içinde olmak… Bu çarkın içinde Türkiye’den bu yıl aday olan İstanbul Sinema Müzesi’ne biraz daha yakından bakmak…

Başladığımız noktaya dönecek olursak bu yıl Yılın Müzesi Ödülü Finlandiya’daki Sami Museum Siida’ya verildi ki biz bu yıl bu kategoriden aday olduğumuz için esas bu nokta üzerinde duracağım. Diğer ödüllerin dağılımını merak edenler için link bırakmakla yetiniyorum: https://emya2024winners.europeanforum.museum/ 

Sami Müzesinden bir kare

Sami Müzesi Siida, Avrupa’da tanınan tek yerel halk olan Fin Sami’lerinin ulusal müzesi ve Samilerin somut ve somut olmayan kültürel mirasına sahip çıkan ve yeni araştırmalarla kültürlerini inceleyerek gelecek kuşaklara aktarmayı amaç edinmiş bir müze. 1959’da kurulmasına rağmen 2022 yılında tamamen yenilenmiş ve yeni müze daha önce Finlandiya Ulusal Müzesi’nde sergilenen eserlerini almak için verdiği mücadelenin bir yansıması olarak 2200 parça eseri sergileyecek şekilde inşa edilmiş. Kendi toplulukları arasında işbirliği yaratan çalışmalar esnasında birçok araştırmaya imza atılmış ve Sami kültürü dernekleri ve eğitim kurumlarıyla işbirliği yapılmasının yanı sıra gönüllü faaliyetleri ile de öne çıkmış. Koleksiyonu tamamen Sami halkının yerli kültürüne dayanıyor ve en önemlisi yerli Sami halkının kültürünü korumak ve tanıtmak amacıyla kurulmuş.

Azınlıklar için kültürlerini korumanın bu denli zorlaştığı bir çağda, kimliklerini korumak için çaba harcayan Fin Sami topluluğu kurdukları bu müzenin Yılın Müzesi seçilmesiyle amaçlarına ulaşmış oldu. Fin Samilerinin kültürünü merak edenler için ödül töreninden bir fotoğraf ve daha detaylı bilgi için Müze’nin internet sitesine ulaşmak için bir link bırakıyorum: https://siida.fi/en/ 

Ödülü alan müzeyle, ülkemizde bu yıl aynı kategoride yer alan İstanbul Sinema Müzesi’ni bir arada değerlendirdiğim zaman, ne yazık ki, bu ödülü alamadığımız için mutlu oldum. Yazının bundan sonrası -kişisel bir mesele haline getirilmiş boyutuyla- neden İstanbul Sinema Müzesi bu ödülü alamadı sorusuna kısmen, İstanbul Sinema Müzesi’nde -ödülden bağımsız- ne eksik sorusuna eleştiri kabiliyetim yettiğince değindiğim kısmıdır. 2021’de tam da pandemı zamanında açıldığından itibaren gitmek fırsatı bulamadığım İstanbul Sinema Müzesini çok yeni ziyaret etmişken bu konuda düşündüklerimi paylaşmak istiyorum.

Atlas Pasajı ve Sineması herkesin asıl tanıdığı kısım olsa da üst katlarında muhteşem duvar ve tavan resimleri ile bir konak vardır ve sinema zamanında bu konağın bahçesine yapılmıştır. 1870’de Beyoğlu’nu yakıp kül eden büyük yangından sonra zamanın tüccarlarından Agop Köçeyan, bu binayı konak olarak inşa ettirir. Konak demişken değinmeden geçemeyeceğim: Kışlık konak yazıyorlar bugünlerde görüyorum, İstanbul mimarisine hakim olmamanın getirdiği hatadır bu. Konakta kışın oturulur. Yazın göçtüğün bir yazlık evin varsa deniz kenarındaysa yalı, yeşillik içinde bağda bahçedeyse adı köşk olur. Dolayısıyla Köçeyan’ınki de konağıdır, kışlık konağı değil.

Daha eski tarihini bir yana bırakalım, zamanında konak olarak inşa edilmiş bu güzeller güzeli yapının bahçesine sinema 1948’de yapılmıştır: Atlas Sineması. Açıldığında 35 locası ve 1800’ü aşkın koltuk sayısı ile Beyoğlu’nun en büyük sinemalarından biri olmuştur. Ardından birinci kata Küçük Sahne diye andığımız bir de tiyatro salonu yapılır ve açılış oyunu Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğinde Fareler ve İnsanlar’dır. Girişteki Kulis Bar ise, o dönemlere yetişemedik diye hayıflandığımız, dönemin yazar, sanatçı, gazetecilerinin toplandığı gerçek bir kulistir. Sinemaya ve tiyatroya kavuşmasından sonra çok insanın hatıralarında yer edinmiştir bu yüzden Köçeyan’ın konağı.

1992’de Kültür Bakanlığına devredilen binada bakanlık ofis binaları açar, çeşitli projeler için bu görkemli salonları tahsis eder, sinema ve tiyatro işlevini sürdürür. Sinemayı o dönem Türker İnanoğlu ve İrfan Atasoy işletmiştir hatta. Ancak 2008’de sinema kapanmak zorunda kalır, 2012’de yenilenerek yeniden açılır. Küçük Sahne ise 2018’de kapanır. Açıldığında Cumhuriyet döneminin ilk oda tiyatrosu olma özelliğini taşıyan bu sahne, 2008-2018 yılları arasında Devlet Tiyatrosu sahnesiydi, neyse ki o günlere yetiştik…

Nihayet 2019-2020’de konak bütün halinde restorasyona alınır. İstanbul Sinema Müzesi’nin tarihi de böylece başlar. Restorasyon sonucu için hiçbir eleştirim yok, sonuç göz dolduruyor. Duvar ve tavan resimlerinin orijinalitesine sadık kalındığını pek görmediğimiz bu son yıllarda yapının tüm görkemi geri gelmiş. Bina zaten kendi başına yeterince güzel, korusak yeter o güzelim rölyefleri, mermer şöminelerini, sarayı andıran merdivenlerinin ihtişamını, orijinal tuğlalarını ki çok az örneği sıvasız bırakılmış bence… Her zamanki gibi inşaatta iyiyiz de kültür inşasında ve daha kötüsü inşa edilmiş bir kültürün devamlılığını sağlamakta kötüyüz.

Avrupa Forumu’nun Yılın Müzesi Ödülü’ne aday gösterilmesine asıl sebep olan bu restorasyonla yılların kültür merkezi kimliğini üstlenmiş, nesillerin hafızalarına yer etmiş bu yapının yalnız yenilenmesi değil eski kültürünü yeni kuşaklara aktaracak olması da önemseniyordu. Hatta bu daha çok önemseniyordu diyebilirim. Bunları kaleme alırken içimden geçen, Sami Müzesi yerli halkının kültürüne sahip çıktığı için takdir ediliyor, biz Beyoğlu’nun sinema kültürüne bile sahip çıkamadık ki, diyen sesleri bastırmaya çalışıyorum.

İstanbul Sinema Müzesi, iddia ettiği üzere, sinema tarihini anlatmak kadar Beyoğlu’nun bu en tanıdık sinemasının tarihini de gelecek kuşaklara aktarmayı gaye edindi. Yani iyi bir restore ile yapının geleceğe aktarılması yanında aktif olarak sinema işlevini devam ettirmesi ve sinema tarihinin kült eserlerini yeniden izleyiciye sunması da Yılın Müzesi Ödülü için aday olmasının temel sebeplerinden biriydi. Sinema işlevi kısmı gayet başarılı bir şekilde sürdürülüyor; peki sinemamızın tarihi hak ettiği gibi anlatılabilmiş mi, işte asıl üzerine düşünmemiz gereken nokta bu.

Sinema Müzesi’nin görkemli açılış töreninde Kültür Bakanı Mehmet Nuri Ersoy şunları söylemişti:

“Kameradan Hikayeye, Yeşilçam Telefonda, Yeşil Perde, arttırılmış gerçeklik odası, Perdenin Büyüsü, üç boyutlu sinema, interaktif ses ve görüntü montaj odası gibi dijital etkileşim uygulamalarının yer aldığı çok kapsamlı bir alan. Dünyada bir sinema müzesinde ilk kez kullanılmakta olan dijital hafıza havuzu uygulamasıyla 8 bin 406 film ile oyuncu, yönetmen, senarist, yapımcı ve sinema emekçisinden oluşan 31 bin 106 kişiyi içeren muazzam bir bilgi havuzunu ziyaretçilerimize sunduğumuzu özellikle belirtmek istiyorum. İstanbul Sinema Müzesi, aynı zamanda sinemanın ilk ayak izleri olan optik oyuncaklardan, Lumiere Kardeşler’in 1890 tarihli sinematografına, Buster Keaton’ın ‘Kameraman’ filmiyle özdeşleşmiş prevost kamerasından 1. Dünya Savaşı’nın dramatik görüntülerini kayıt altına almış olan efsanevi kameraya kadar sinema tarihinin en önemli cihazlarını koleksiyonunda barındırıyor. Cumhuriyet tarihimiz açısından çok özel bir parça olan ve 29 Ekim 1933’te Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamaları esnasında, Mustafa Kemal Atatürk’ün 10. Yıl Nutkunu okurken çekildiği kamera, Sinema Genel Müdürlüğümüzün özel arşiv görüntüleriyle birlikte ziyaretçilerimizi bekliyor.”

Bu eserler evet çok kıymetli, peki ya şu soruların cevapları var mı?

İstanbul Sinema Müzesi’ni bir defa Kültür Bakanlığı onardıysa neden özel müze statüsünde, her yerde Bakanlık kendi adını ilmek ilmek işlemişse neden Müzekart geçmiyor ve giriş ücretleri neden bu kadar pahalı? (Mayıs 2024 itibarıyla tam 240, indirimli 180 TL!) Çünkü Türk sinema tarihine ışık tutmak arzusundaysa Bakanlık, o zaman en azından öğrencilerden hiç değilse mesela ilgili bölüm öğrencilerinden ücret alınmaması gerekmez mi? Bir müzeci olarak müze giriş ücretlerini kolay kolay eleştirmem ama içeri girince tatmin olmak isterim. Sinema Müzesi bize tam olarak ne anlatmak derdinde?

Öte yandan o parayı verip de içeri girmiş bir ziyaretçi olarak, çok övündükleri artırılmış gerçeklik odası kapalı ve Türk Sineması Hafıza Havuzu çalışmaz haldeyken Süt Kardeşler filminin Gulyabani’si, Tosun Paşa’nın Kemal Sunal’ı ve Hababam Sınıfı’nın Hafize Anası canım Adile Naşit’in başarılı balmumu heykeliyle mutlu mu olmalıyız? Çok sevdiğim çocukluk figürlerim olması beni tatmin etmedi çünkü! İBB Kültür tarafından çok yeni açılmış olan Kemal Sunal Müzesi’nde hemen her film sahnesi büyük bir başarıyla sergilenirken sinemamızın anlatımı bu kadarla sınırlı tutulmamalıydı.

Kemal Sunal Müzesi’nden bir sahne

Yine aynı Kemal Sunal Müzesi’nde, Türk sinema tarihi için kilit noktalarından biri olan Fuat Uzkınay’ın çektiği Ayastefanos’taki Rus abidesinin yıkılışını gösteren kısa filmin gösterildiği sinemanın sahibi Ali Efendi’nin fesi, bastonu, sinemanın gösteri izin belgesi gibi eserler var. Bu eserlerin sergilendiği yer neden İstanbul Sinema Müzesi değil, güvenle ilgili bir mesele olabilir mi bu?

Peki ne var yani bu İstanbul Sinema Müzesi’nde? Sinemanın tarihi doğduğundan bugüne kameralar üzerinden anlatılmış demek istiyorum ama öyle bölük pörçük ki, bunlar geçti elimize de bu kadarıyla kurguladık demişler gibi daha ziyade…  Eski film afişleri, ödüllü Türk filmleri keyifle takip edilebiliyor ama o kadar az eser var ki “Bu mu yani bizim sinema tarihimiz?” demeden geçemiyorsunuz.

Salonlar arasındaki geçişlerde bir bütünlük yok, şimdi nereye gideceğim diye görevliye sormak ihtiyacı hissediyorsunuz ve bilgi panosu ve etiket anlamında eksiklikler olduğu için bir müzeden çok alanın deneyimlenmesi, yüksek tavanlı bu görkemli binada bol bol fotoğraf çekilmesi, dijital alanlarla oyalanılması istenmiş gibi. Ama bütüncül bir anlatı olmadığı için biraz kamera görüp, biraz teknik bilgi öğrenip, biraz Türk filmi sahnesi izleyip ayrılıyoruz müzeden nihayetinde.

En büyük eksiklik şu ki Türk sinemasına emek veren isimlerden çok azına yer ayrılmış. Aslında giriş salonunda yer alan ve ben gittiğimde çalışmayan dijital havuzda sinema emekçileri, yönetmenler, oyuncular gibi herkese dair bilgi ve fotoğrafın varlığından söz ediliyor da “teknik bir arıza” olduğunda doğan bu boşluk nasıl kapanacak bundan bahsedilmiyor.

Yeşilçam engin bir denizken yeterli yer ayrılmaması beni üzdü ki sinema uzmanı olduğu bir alan değildir maalesef. Dijitale sığınmak yerine bol görselle Türkan Şoray, Gülşen Bubikoğlu, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Müjde Ar’ı bir arada görsek fena mı olurmuş? Tarık Akan, Ediz Hun, Cüneyt Arkın, Kadir İnanır, Kartal Tibet bir köşeden tüm yakışıklılıkları ile gülümsese o müzenin de sinemamızın da yaşadığını hissetmez miydik? Ayhan Işık’ı, Belgin Doruk’u, Avni Dilligil’i, Çolpan İlhan’ı, Yılmaz Güney’i tanımadan mı gideceğiz yani bu müzeden? Hepsine bir vitrin ayırmanın olanaksızlığı karşısında yine de dijital havuza bir alternatif üretmenin zorunlu olduğunu kabul etmelidir müze idaresi.

Yeşilçam’a yeterince sahip çıkmadığını düşündüğüm Sinema Müzesi’nde iki kısım çok etkileyici: Birincisi Atatürk’ün 10. Yıl Nutkunun kayda alındığı kamera ki en kıymetli eser bu olmalı koleksiyondaki. Keşke odaya girdiğimizde Atatürk’ün o aşina sesini de duyabilseymişiz. İkincisi ödül almış Türk filmleri bölümü. Gündemde yer vermediğimiz ve izlemek için çabalar sarf ettiğimiz Küf, Bal, Zerre, Uzak İhtimal, Kalandar Soğuğu, Tepenin Ardı, Ateşin Düştüğü Yer, Kış Uykusu gibi ödül almış sanat filmlerinin afişleri ve ödüllerine kronolojik bir yer ayrılmış. Yetersizlik hissiyle ayrıldığım bu müzeyi hiç görmediğim Finlandiya’daki Sami Müzesiyle ne denli kıyaslayabilirim, pek tabii bu da bir soru. Ama sahip çıkılmışlık vurgusundan hareket edince, İstanbul Sinema Müzesi’nin ödül alması bir hayalmiş zaten demeden geçemiyorum.

Tüm eleştirileri bir yana bırakıp Atlas Sineması’nın, özellikle Beyoğlu sinemalarının verdiği mücadeleyi hatırlayınca bugün ayakta olması bir kazanımdır. Bu tarihi yapıya sahip çıkılması zaten en büyük kazanımdır. Ancak ziyaretçi sürdürülebilirliği açısından giriş ücretleri normalleştirilmezse zaten çok insan gelmeyecektir ve gelen de bir daha gelmeyecektir. Şu sıralar Devrim Erbil Sergisi biraz devinim sağlamıştır ama geçici sergilerin de sinema tarihimize yönelik olması tercih edilmelidir. Her bir kurumu kendi sinema vitrinini oluşturmaya zorlamak yerine, Kültür Bakanlığı, gerçekten Türk sinema tarihine sahip çıkmak istiyorsa, bunu bütüncül bir politikayla, bilhassa Yeşilçam’dan bize kalan mirası toparlayarak, koruyup kollayarak yapmalıdır.

İçinde bulunduğumuz ve Müzeler Haftası’nı kutladığımız 18-24 Mayıs haftasında bu yıl müzelerimiz her senekinden daha “etkinlik” dolu. Her yıl artan şekilde müzelerin sorumlulukları farklı perspektiflerden değerlendiriliyor. Ses çıkaran tüm müzeler, müzelerin geleceğini konuşuyor. Bugünü konuşmayı denediğimiz zaman belki bir sonraki yıla dair umudumuz da artacak.

Yüz yaşını geride bıraktığımız Cumhuriyet’in müzeciliğini konuşacağımız akademik bir etkinlik haberi ile bitiriyorum bu yazıyı ki geçmişe ve bugüne bakıp geleceği inşa etmeyi bir kez daha düşünelim. Türkiye’de Müzecilik bölümünün varlığı ve faaliyetleri ile her zaman öncü olan Dokuz Eylül Üniversitesi Müzecilik Bölümü 30-31 Mayıs’ta Dünden Bugüne Cumhuriyet Müzeciliği Sempozyumu’na en sahipliği yapıyor. İlgisini çeken herkes online olarak afişte yer alan bilgilerle bu sempozyuma dahil olabilir.

Sempozyum programı ve diğer detaylar için link bırakıyorum:

https://muzecilik.deu.edu.tr/dunden-bugune-cumhuriyet-muzeciligi-sempozyumu/