Heyecanlı, yine o sahneden diğerine, gemsiz azısız bir maraton yaşıyoruz Yavuz Pak ile. Oyunlar, okunacak tekstler, röportajlar, yazılar. Yoruluyor muyuz, kesinlikle hayır. Küçük işbölümleri yapıyoruz aramızda yazıları, bazen röportajları paylaşıyoruz. Beraber çalışmanın, aynı dili konuşmanın güzelliği bu, hiç kuşkusuz.

Ve yine bir oyun sonrası Gökhan Erarslan ile sıcağı sıcağına bir söyleşi içinde buldum kendimi.

“Sonbaharı Beklerken” ve “Market” ile tanıdığım, her çalışmasını yakından izlediğim Gökhan Erarslan ile geçtiğimiz gün seyircisiyle buluşan “Etik Nedir?”den konuştuk uzun uzun.

Pınar Çekirge : Sevgili Gökhan, eserleri sahnelenen, başarılı bulunan üstelik kimi piyeslerini aynı zamanda yöneten bir yazarsın. Yazdığı eseri sahneye taşımak nasıl bir duygu? Zorlukları var mı?

Gökhan Erarslan: Sanat kaygıdan doğar. Biz yazarları da tetikleyen, yazma eylemine yönelten başlıca unsur da budur. Kaygılarımı dert edinirim ve bu dert önce zihnimden repliklere oradan da sahneye kadar uzanan bir serüvende kendi yolculuğunu tamamlar. Etik Nedir, benim sahnelenen sekizinci oyunum. Bu sekiz oyundan üç tanesini ben yönettim. Yani kendi yazdığı oyunları kendi yönetme heveslisi bir yazar olmadım. Ben eserlerimin başka rejisörlerin estetiğinden geçerek sahnede var olmasını seven bir yazarım aslında. O bakışı önemserim çünkü. Metne kattıklarını önemserim. Bu bağlamda çalıştığım yönetmenlerin hepsinden bir şeyler öğrenmiş olduğumu söyleyebilirim. Kendi yazdığım bir eseri sahneye taşıma sorumluluğu bana keyifli ama çoğu kez yorucu gelmiştir. Yazar Gökhan Erarslan ile yönetmen Gökhan Erarslan bazı kereler çatışma yaşamıştır provalarda. Tiyatro disiplininin getirisidir bu da. Neticede biz oyun yazarları bu eserleri sahnelenmesi gayesiyle kaleme alıyoruz. O yol zor bir yoldur. Her adımına dikkat edilmesi gerekir. Yazar Gökhan Erarslan’ın hassasiyetlerini kaçıracağım diye korktuğum zamanlar olmuştur mesela. Bu da bir kaygıdır. Ama insanı diri tutan bir kaygıdır sonuçta çalışırken.

PÇ: Yönetmen olarak çıkış noktan neydi?

GE: Etik Nedir’de önceliğimiz sözdü. Anlatmak istediğimiz bir dert vardı. Biz oyunu sahneye taşırken başlangıç noktamız bu oldu. Söz güçlüydü. Bu sözü aktaracak karakter de öyle, o da çok güçlüydü. Biz bunu bir bütün olarak düşündük ve metinle oyuncu odaklı bir iş sahneye koyduk. Öyle ki, ikisini birbirinden ayırmak şu an olanaksız artık. Bir bütün oldular. Özdeşleştiler adeta. Benim arzu ettiğim de tam olarak buydu. Seyirci oyunu izlediğinde müthiş bir uyum görecektir. Burada oyuncusunda, tasarımcısına, reji yardımcısından asistanına kadar her bir etmenin aynı odağa dahli söz konusu tabii.

PÇ: Yazdığın oyunu sahnede izlerken yönetmenle aynı noktada buluştuğunu düşündün mü?

GE: Yazar olan iç sesimle, oyunu yöneten iç sesim birbirini hep dinledi. Can kulağıyla hem de… İkisi de birbirine saygı duydu. Yazar olan iç sesim sahne etmenlerini ve olanaklarını yerli yerinde kullanan bir reji izledi ve bundan mutlu oldu. Yönetmen olan iç sesim ise yazarın derdini en yalın haliyle aktarabilmenin sorumluluğunu hissetti ve bunun hakkını verdi. Ne fedakârlık oldu, ne de çatışma…

PÇ: Her şey bir ders saatine sığdırılmış… Flüoresan ışığından, tozlu tahtaya kadar her şey fazlasıyla sahici… Öyle ki üniversite yıllarıma döndüm izlerken. Oyunlarının genel özelliği zaten gerçeklik duygusunu ele alış tarzındaki kusursuzluktur, bana göre. Sahi kim bu akademisyen, nasıl biri?

GE: Oyunlarımda güçlü bir gerçekçilik kullandığım muhakkak. Bu herhalde yapısal olarak benden kaynaklanan bir durumun tezahürü… Etik Nedir’i yazarken de, yönetirken de aynı yaklaşım söz konusu oldu. Çok sahici bir atmosfer ve çok sahici bir karakter var izlediğimiz. Meselesi de sahici. Gerçek! Yalan değil ki? Sahnede anlatılan hikâye gerçek değil mi? Biz bunu yaşamadık mı? Yaşamıyor muyuz? Sahnede izlediğimiz ve çatışmanın doruğundaki adam yabancı gelmiyor ki insanlara. Bizden biri o. Bizim gibi. Uzak diyarların insanı değil. Biziz o. Her gün aynı ya da benzer ahlaki çatışmaları siz de yaşıyorsunuz, ben de… Üzücü ve hatta belki de utanç verici olan şey de bu değil mi? Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, diyen adama yılan bir gün dokunursa ne olur? İşte sahnede bunu izliyoruz. Kaygı dağları büyüdü. Hepimizin içinde var bu. Bu akademisyende de var. Gerçek bir ayna aslında o akademisyen seyirci için. Belki de o yüzden finalde alması gereken kararı birlikte alırlarken hala çatışmanın tam ortasındalar. O yüzden karar veremiyorlar. O yüzden alınan kararlar sorgulanıyor ve acaba doğru mu yaptım yoksa yanlış mı, soruları içten içe hala soruluyor.

PÇ: Tolga Çiftçi’nin göz alıcı yorumu belleklerden kolay kolay silinmeyecek. Yazar, yönetmen Gökhan Erarslan ile oyuncu Tolga Çiftçi’nin yolları nasıl kesişti?

GE: Tolga Çiftçi ile aynı hayali kurmuş olmaktan ötürü mutluyum. Her şeyden evvel bunu söylemek isterim. Oyunu okuduğu günün akşamında aradı beni ve ‘Ne zaman başlıyoruz provaya?’ diye sordu. Çünkü hayal etti. İlk hayal benden çıktı, sonra onunla ve sonra ekipteki tüm arkadaşlarla an be an yayıldı. Tolga Bey’in hayali, arzusu, disiplini, yorumu muhteşemdi. Kendisiyle çalışmaktan büyük keyif aldım.

Tolga Bey’i ben yıllar öncesinden tanırım. Kendisini Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen pek çok oyunda izlemişliğim vardı. Tanıyordum yani onu. Ama onu izlediğim yıllarda o beni tanımıyordu tabii, o ayrı… Çok iyi oyuncudur. Çok iyi bir karakterdir sahnede. Bunu biliyordum zaten. Kendisiyle Ankara’da değil, İstanbul’da tanıştık aslında. Doğru zamanda doğru buluşmayı gerçekleştirdik. Demek ki yeri burasıymış.

PÇ: Nasıl bir yönetmensin? Mesela reji anlayışında oyuncuyu serbest bırakmak ya da kısıtlamak gibi durumlar var mıdır?

GE: Benim için öncelik fikirdir. Fikrin anlaşılmasıdır. İletinin anlaşılmasıdır. Bu anlaşıldıktan sonra eylemle örtüştürme sağlanabiliyor mu buna bakarım. Anlam önemlidir yani benim için. Oyuncuya o anlamı sunarım, ardından yaratıcılığına güvenirim. Güvenmek isterim. O da bir yorumcu çünkü her şeyden evvel. Yorumunda bir buluşmazlık varsa benimle bunu çözerim sonra. Bir tasarım sunarım ve o tasarımın, o atmosferin içinde oyuncuyu hazırlarım. Doğrusunun bu olduğuna inanıyorum.

PÇ: Sezon için yeni projelerin var mı?

GE: Sezon içinde Etik Nedir? devam edecek. Yeni bir proje şu an için yok. Ama şu an için yok tabii, zaman müjdeleriyle gelir bazen, belli olmaz. Elbette yapmak istediğim bir şeyler daha var. Belki bu sezona, olmazsa yeni sezonlara…

Dante’nin ” İlahi Komedyası”nı Okudunuz mu?

“Hey, arkadaşım! Sen… Evet, sen! Sana söylüyorum, içeri girdiğimden beri beni kameraya çektiğini görüyorum. Farkındayım. Telefonunu istemeyeceğim, umurumda değil. O videoyu ne yapacağını, kimlere göstereceğini bilmiyorum, hiçbir fikrim yok. Ama sana bir şey söyleyeyim mi; bu yaptığın hiç de etik değil.”

Kırklı yaşlarındaydı. Bezgin. Kararsız. Hayatında iyi gitmeyen bir şeyler vardı hep. Ödeşme, yüzleşme zamanıydı artık. Ya kahramanlık yapıp gidecek ya kalıp direnecekti. Alice’in tavşanı gibi çok mu geç kalmıştı ya da vaktinden önce miydi, hazırlıksız mıydı bu yüzleşme için? Hayat kaçağı mı, yoksa savaşçı mıydı? Sahi etik olan neydi? Belki kendisi de, bizlerde bilmiyorduk bu soruların yanıtını.

Gökhan Erarslan ‘ın yazıp yönettiği “Etik Nedir?” , tam bir ders saati süresinde, bir sınıfta geçiyor, tozlu yazı tahtası, floresanlardan yayılan o beyaz aydınlık, kürsüye rastgele atılmış tebeşir parçaları. Öylesine gerçek ki.

Akademisyen yorumuyla Tolga Çiftçi son derece doğal ve inandırıcı.

“Etik Nedir?” izlenmesi gereken, sözü, özü olan oyunlardan biri.