Yüzüne hızla, acıtarak çarpıyordu beyaz sert tanecikler. Yıllardır vazgeçmediği tüylenmiş geniş atkısını boynunun etrafına iyice doladı ve adımlarını hızlandırdı. Asırlık tren istasyonunun merdivenlerini çıktı, ıslanmış cilalı mermerlerde ayağının kayma ihtimalini tam aklından geçiriyordu ki yalpaladı ama toparladı. Kondüktör düdüğünü son kez öttürürken vagonlardan birine attı kendini . Kar iyice tipiye dönüşüyordu.

Hemen hemen ıssız sayılabilecek döşemesi ıslanmış vagonda cam kenarındaki boş koltuklardan birine çöktü. Derisi koltuk ucundan oyulmuştu hatta alttan ortaya çıkan sarı süngeri de. Önündeki koyu yeşil koltuğun sırtına boyayla muhtemelen kahkahalarla yazılmış umumi tuvaletlere uygun (!) sözcüklerden biri gözüne ilişti hemen.

Üşüyordu, bir taraftan da nedense hoşuna giden bir üşüme hissiydi. Hatıralarla ilgiliydi memnuniyeti. Karda titrediği ve titremenin birden fazla nedeni olduğu bir anı aklına düştü. Yetmiş sekiz yılının kışında üniversite hazırlık sınıfından bir kızla çıkmıştı ilk kez, adı konulmamış bir başlangıç birlikteliğiydi. Beyoğlu’nda şimdilerde yerinde yeller esen, sinema işte böyle olur dedirten muhteşem bir salonun kırmızı kadife koltuklarına gömülüp Tunç Okan’ın OTOBÜS filmini seyretmişler, devre arasında diğerleri gibi dışarı çıkmamış, içeride kalmayı birlikte yeğleyerek klasik müzikten, ruhbilimden ve biraz da – acemiliklerinden olacak – kıyısından köşesinden beraberliklerinden söz etmişlerdi. Özlem yaktı içini. Sonra eliyle iter gibi kaldırdı bu anıyı başka bir zamanda belki tekrar çıkarmayı düşleyerek. Karla ilgili asıl istediği görüntü ise içini heyecandan ürpertti. Yaklaşık on, on bir durak sonra inecek ve tren yoluna beş dakika mesafedeki halı sahaya yürüyecekti.

Bu sahada yıllar önce karlı bir gece, maçı oynayabilmek için oranın çalışanları ile birlikte kar küremişlerdi. Kar yağıyor ve onlar çalışıyordu. Onlar ve doğa. Maçı oynayabilmek için. Tutku doğaya rağmen vazgeçmemişti.

Evet, herhalde bu havada yola çıkmasının açıklamasını “tutku” kelimesiyle yapmak uygundu. Aradan on yıl kadar geçtikten sonra, bir anda aklına esip hem de bu karlı kış gününde eski sahayı görme isteği ancak tuhaf bir tutkuyla açıklanabilirdi. Vagonun buz gibi camına alnını yapıştırmış, dış beyaz dünyayı ve geçmiş anıları seyreden gözleri hüzün ve öfkeyi de taşıyordu. Aslında anlatılamayan her şeyi.

Otuz yaşının sonuna yaklaştığı günlerde tamamladığı askerlik dönemi sonrasında artık spora ayırabileceği bir zamanının olmayacağı düşüncesi kafasında giderek bir ur gibi büyümüş ve nihayetinde iyice hayıflanır olmuştu. Önce işe girecek, muhtemelen evlenecek ve artık koşular, arsalarda futbol falan kalmayacaktı hayatında. İyice büyümüştü, sorumluluğu artık alma zamanıydı . Büyükler böyle söylüyorlardı, yarınlara hazırlanacaksınız artık eski hayat yok diyorlardı. Kısaca büyüklerin yaşantısına karışacak ve muhtemelen canı sıkılacaktı. Bütün çevresi, doktorların da desteğini alarak sporun tatsız görüntülerine sığınmasını öneriyordu, yürüyüş gibi, en fazla hızlı yürüyüş gibi.

Bir gün, bir öğle sonrası Yüksekkaldırım’dan Tünel’e doğru çıkarken nefes nefese kalıp iki kez duraklama isteği duyduğunda, gençliğin artık geride kalmaya başladığı gerçeği kafasına dank etti.

O günlerden birinde, hafta sonuna denk gelen bir günde eski kitap almak için tercih ettiği ilk mekan olan Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı’na uğradı. Taşlardan oluşmuş zemine eski yeni kitap ve dergileri yaymış, satış yapmak için müşteri bekleyen beyaz saçlı biriyle altmışların çizgi romanlarından yola çıkan sohbet bir anda koyulaştı, okuma eylemi üzerine başlayan güzel ortam yaşamın bazı konularına kısa da olsa değinerek devam etti ve birbirini o ana kadar görmemiş iki kişi sanki yıllardır birbirlerini tanıyormuşçasına futbol konusuna da değindi.

Otuz iki yıl öncesinin genç adamı, ekmeğini , yere serip sattığı kitaplardan kazanan ve muhabbetin içten olmasına yoğun katkı yapan diğer kişiye futbol oynama isteğini çaresizlikle iletti, karşısındaki bunun üzerine Beyazıt’ta sürekli bir takımları olduğunu ve gelmesi durumunda ona da yer açacaklarını söyleyince çok mutlu oldu, çocuk gibi sevindi. Evinde bu söylenenin öylesine, laf olsun diye ağızdan çıkıp çıkmadığı konusunda biraz endişe duyduysa da o hafta sonu sahaya gidip içten bir merhabayla karşılaştığında tüm şüphe bulutu dağıldı. Ve büyük macera böylece başlamış oldu.

Önce tanışıklıklar başladı, merhaba, nasılsınlar çoğaldı. Kıran kırana karma maçlar oynanırken haftalar ve aylar aktı. Giderek takımlar oturdu. Yavaş yavaş dört beş kişinin her defasında aynı takımda oynama isteği ortaya çıktı. Futboldan dostluğa geçişin başlangıcıydı bu anlar adama göre.

Adam başını yasladığı camdan geri çekildi. Alnı soğuktan yanıyordu. İki durak sonra trenden adımlarına dikkat ederek indi. Tipi istasyonun içinden bakıldığında durulmuş gibi görünüyordü, aslında göz aldanmasıydı bu, kar yoğun şekilde yağmaya devam ediyor ve beyazlığın kalınlığını arttırıyordu. Çok eskilere gitti yeniden, sanki çok berrak bir şekilde başkasına ait bir zamanı yakalamış gibiydi , mahalledeki yokuştan kızakla, bazen de araba lastiği üzerine binerek çığlık çığlığa kaydıkları çağlar ötesi zamanlara ulaştı hemen, hiç zorluk çekmeden. Hayatta olmayan çok sevdiği bir arkadaşı çocukluğu ile yetişkin halini bir türlü birleştiremediğinden şikayet etmişti bir gün. Sanki ayrı kişiler olduklarını söylemişti buruk bir ifade ile. Arada bir bağ vardı mutlaka ve o bağı artık kavramaktan iyice uzağa düşmüştü. Hızla geçen düşüncelerin arasından kardan adam anıları ve bir kız tarafından kulağından kar topuyla şişlenme görüntüleri sıyrıldı. İçindeki taneciklerle birlikte tuhaf bir hüzün duygusunun da salındığı cam küreler de. Kar tüm eski görüntülerini adamın zihnine getiriyordu. Sabahın köründe kar lapa lapa yağarken üniversiteye gitmeyip ilk seansta seyrettiği “Don’t look now “ adlı tüyler ürperten korku filmini de hatırladı ve aynı ürpertiyi duydu. Ve “Rosebud”…Nedir bu “Rosebud ?” veya kim ? VATANDAŞ KANE filminin sonunda anlaşılır bütün basının merak ve sansasyonel bir haber bulma ümidiyle peşinden koştuğu gerçek . Büyük basın imparatoru Bay Kane’in ölmeden hemen önce ağzından çıkan tek sözcüktür “Rosebud”. Adam, filmin sonundaki sahneyi seyretti yeniden zihninin ekranından, kar yağışı altında bir kızak görülüyor, karda kayan çocuklar sonsuz coşku içinde, kızağın bir ismi var , “Rosebud”. Güneş çıkınca “kar topluyor” der ya büyükler, kar da adamın çoğu anısını mıknatıs gibi topluyor, çekiyor.

Sonrasında Büyükada’lı bir genç kadın nedense zihnine düştü. Sevdiği , çok sevdiği. Ve hayatına giren tüm kadınları gördü yeniden. Sanki tebessüm ediyorlardı. Uzun beyaz saçları oradan oraya savrulan kar tanecikleriyle birleşiyordu. Yetmiş yaşına bir iki adım kalmıştı ve adam dışarıdan kolay anlaşılamayacak bir heyecanla perondan çıktı, bir ara yola girdi. Kar eziliyordu ayaklarının altında ve beyazlığı bozmamak için özenle yürüyordu. Sola döndü, evlerin rengi grileşmiş gibiydi ve saha göründü. Başlangıçtan iki yıl sonra bu halı sahaya geçmişler ve abone olmuşlardı. Aralıksız yirmibeş yıl. Her yılın dört mevsimi. Kısa aralar verdikleri olmuştu, örneğin yaz tatillerinde aboneliği kısa süreli askıya alıyorlar, hemen ardından yine başlıyorlardı. Adam sahanın bulunduğu tesisi dışarıdan gizlice bir iş yaparmış gibi içi titreyerek izledi. Kapıdan içeri nefesini tutarak girince aralıksız top koşturdukları saha karşısında belirdi. Aynıydı. Çok eski bir sevgiliyi yeniden görüp aynı hissin kaldığını anlar gibi bir duyguydu. Muhtemeldir ki çimleri sıkça değiştirilmişti ama genel olarak düşüncelerindeki gibiydi. Önce karşı kalenin arkasındaki taşlı zemini olan otoparktaki ağacı fark etti. Sahanın içine beyaz kollar olarak uzanan ağaç , bahar ve yaz dönemlerinde sahanın o köşesinin karşıdan bakıldığında sağ bölümüne hem gölgesini hem de mis gibi ıhlamur kokusunu bırakırdı ve adam o bölümde, kornerden gelen pasları güzel vuruşlarla gole çevirirdi. Kesinlikle iyi bir oyuncu değildi hatta iyi bir futbol oyuncusu da değildi. Ama tutku denilen şey var ya. Hiç unutmuyordu, üç dört aydır oynadıkları takım artık gelmemeye başlayınca yeni bir takım aramışlar ve karşılarına bazı oyuncularının amatör kümede oynadığı taş gibi, ateş gibi bir takım çıkmıştı. Oyuncuları hem teknik, hem fiziksel özellikleriyle üst seviyedeydi. İlk maçlarını bu takıma karşı oynadılar ve bir saatlik oyun bir futbol maçından ziyade bir kedi fare oyununa dönüştü. Onbeş gol yemişler hiç atamamışlardı. En ufak bir direnç gösterememişlerdi. Ve ikinci hafta geldi…

Adam yüzüne vuran binlerce, on binlerce kar taneciğinin arasından o özlediği, deli gibi özlediği sahaya baktı, durdu. Asıl aradığı birlikte oluşturdukları ortamdı. Her maç sonu bilhassa üç arkadaşıyla birlikte sahanın kapalı kafeteryasında birer çay veya oralet içerler, çocukluklarının göz ağrısı eski çizgi romanlardan bahsederler, ortak çocukluk anılarından aktardıkları o dönemlerin siyah beyaz Yeşilçam filmlerinden bazı sahneleri birbirlerine coşkuyla anlatırlar ve evlerine küçük, küçücük de olsa birlikte paylaşabilmenin rahatlatıcılığıyla dönerlerdi. Futbola olan tutkuları inanılmazdı. Yeteneklerinin sınırlarını biliyor ama pes etmiyorlardı. O ikinci hafta inanılmaz bir direnç göstererek amatörleri bir farkla ( 5-4 ) yenince kendileriyle gurur duydular. Karşı takımın genç oyuncuları maç sonu teker teker gelip kendilerinden on on beş yaş kadar büyük olan bu onurlu oyuncuları tebrik etmişlerdi. Adam orada uzun süre öyle kaldı. Geçmişin tüm izlerini yeniden bulmaya çalıştı. Sesleri de duydu. Yıllar öncesinden gelen sesler . Saha ve her taraf beyazla, sadece beyazla kaplanıyordu. Ama her şeyin bir sonu vardı. Bu sonu öyle geciktirmişlerdi ki hiç son olmayacakmış gibi hissediyorlardı her maç çıkışında. Futbol başlangıçta bir amaç iken giderek dostluğu oluşturan bir vesileye, ama hiç vazgeçilmeyen bir kıymete dönüşmüştü. Futbolun, maç sonrası sohbetin, içilen sıcak bir çayın veya oraletin, zevkle dinlenilen tekrarlansa bile bıkılmayan ortak ve özel anıların, yaşamdan ve yaşamın güzel değerlerinden bahsetmenin, giderek birbirine güvenmenin, birbirini aramanın, o hafta aralarından biri gelmeyince oyundan alınan zevk konusunda bir eksiklik hissetmenin, yanlarındaki torbalarda taşıyıp birbirlerine kibir olmaksızın gösterdikleri ama önce sayfalarını kokladıkları çizgi roman mecmualarının karıştırılmasının, var olmalarının ve birbirlerini tanımalarının ve birbirlerine giderek özel olmanın hissini buram buram duyurmalarının oluşturduğu devasa bir dostluk hissiydi. Futbol başka değerli bir şey yaratmıştı.

Adam yarım saat kadar orada, yine hızlanan tipi altında sahayı , bir güzel rüyayı hatırlamak, zihinden uçmasını engellemek için çaba göstermek benzeri bir tutkuyla seyretti. Tüm teferruatı zihnine yerleştirdi ve sonra aynı yoldan geri döndü, yine perona çıktı ve trenle Eminönü’ne geçti. Mahallesine akşam karanlığında girdi.

Islanmış elbiselerini çıkardı. Bir süre salonda iç çamaşırlarıyla kaldı ve televizyon karşısındaki koltuğuna geçti. Tahtında yıllardır tek başına oturan ve canı çok sıkılan hüzünlü bir kral gibi. Salondaki , hemen her tarafı kaplamış kütüphanesindeki dizilmiş kitapları, ansiklopedileri, plakları , çizgi roman albümlerini seyretti. Dolap üzerindeki eski insanların ve yakınlarının , sevdiklerinin fotoğraflarına gitti yorgun gözleri. Oradan açılmamış televizyona, oradan duvardaki sinema afişlerine, oradan yine kitaplara, oradan buraya, yine oraya, yine, vs. Sonra kalktı , kasları iyice erimiş bacaklarına şöyle bir baktı. Top ayağına geldiğinde “çok kötü şut çeker” diye bağırırlardı. Olumlu anlamda. Bazen bomba gibi şutları olurdu. Yatak odasındaki aynalı dolabının kapağını açtı, üst çekmeceye atılmış eşofmanını üzerine geçirdi. Eşofman altını da giydi. Ayakkabı dolabından da yıpranmış kıramponlarını aldı. Evinin arka odasında bir kapıdan çıkmadan eliyle şalteri kaldırdı. Dışarıya yöneldi. On yıl kadar önce kendine yaptırdığı halı sahanın tüm ışıkları teker teker yandı. Sahanın tel örgüsünün yanındaki küçük kapıyı iterek ve beyazlığı ezerek sahaya yürüdü. Milyonlarca beyaz tane ağır ağır düşen bir tül oluşturuyordu karanlıkta ve ışığın altında süzülüyordu. Ellerini yukarıya , gözlerini ise tanecikleri yollayan gecenin karanlığına çevirdi. Dua gibi bir şeyler çıktı ağzından. Biraz bekledi. Derin bir nefes aldı. Sonra zayıf bacaklarıyla hızla koşarak ortada duran futbol toplarından birini şutladı kalenin birine