Hayatımızdaki bazı gerçekleri ( diğer adıyla sulandırılmış yalanlar… O kadar sulandırılmıştır Kİ bu yalanlar gerçeğe benzesinler diye; zorla ulaşıldığı belli olan buğulu şeffaflığı arkasından, söyleyen kişinin gözlerindeki suçluluk parıltısını, suratlarındaki o yaramazlık yapmış çocuklardaki hınzır gülümsemeyi görene kadar onların yalan olduğunu fark edemezsiniz. En acısı da budur. Uzun ince bardağa koyunca domuz sıkısı ile su nasıl aynı duruyorsa aynı ağızdan çıkan yalan ve gerçekler de birbirine bu kadar eş, ayırt etmesi zor ve inanması kolaydır. Şansınız yaver giderse sudur içtiğiniz, söndürür içinizdeki merak ateşini. Şansızlardansanız iş işten geçene kadar anlayamazsınız. Boğazınızdan geçerken yaktığı yetmezmiş gibi rakı iyice kızdırır alevleri. Yangın kalpten zihne sıçrar ve yakıp kül eder o ana kadar inandığın “gerçekler” üzerine kurduğun her şeyi. Geriye kalan sadece parıldayan korlardır bir de beyninin isli duvarlarında hayaletleri kalmış küle dönen umutların.) gereğinden uzun süre taşırsınız sırtınızda. Sisifos’un her gün aynı kayayı, aynı dağın tepesine taşıması gibi. Bazılarımız farkındadır kayanın gece aşağı yuvarlanıp bize tekrar iş çıkaracağının, bazılarımız ise habersiz her gün uğraşır. Gece olunca da üzülür, tepeden aşağı yuvarlanan kayanın arkasından bakarken unutuverir her şeyi ve gün doğarken çoktan geçmiştir yine yokuşun başına, önünde yine aynı kaya…

Amacım hikaye anlatmak değil size burada, her ne kadar son birkaç cümlem destansı bir şekilde birbiriyle bir kafiyedir tutturmuş olsa da. Ben gerçeklerle ilgileniyorum aslında. Gerçekler mi? Yani hangi yalanlar?

Peki burda kayanın kaderini bilen mi şanslıdır bilmeyen mi? Cahillik mutluluk mudur yoksa mutluluğa inanmak mı cahillik?

Nedenini bilmeyen, sorgulamayan, her sabah yine aynı hevesle başlar itmeye, şikayet de etmez. Neden itiyordur? Kader, karma? Bilmez ama ikna olmuştur bunu yapmak için doğduğuna ya da inandırılmıştır hayatını kendi kayalarını iterek harcamış annesi, babası, halası, dedesi, ebesi ve daha nicesi tarafından. Ona bi yaşama sevinci verir bu her sabah uyanma amacı, işe yarama duygusu ve bir kalıba uyma, kabul görme kurgusu…

Gün gelir kulak misafiri olur “annesinin uzak durması için uyardığı türden insanlar”ın konuşmalarına. Bir sebepten bahsediyorlardır, her şeyin bir açıklaması olduğundan. Yıllar sonra önüne bir seçim hakkı konulmuştur.

Kırmızı hap mı mavi hap mı?
Sulu mu sek mi?
Olmak mı olmamak mı?
Bilmeden ölmek mi öğrenip üzülmek mi?
İşte tüm mesele de bu.

Öğrenince ne değişir? Pek bir şey yok aslında ama madem soruyorsun söyleyeyim. Artık zorlaşır kayayı itmek. Bazen haksız yere bu görev üzerine yüklendiği, bazen taşıyabileceğinden büyük bir kaya sırtlandığın ortaya çıktığı için üzülür, sinirlenir en başta sana o kayayı yükletenler ve sen yüklenirken kenarda izleyenler ve sorgusus sualiz kayayı yükleniveren kendin olmak üzere herkese küfredersin. Nedeni öğrenmemiş olmayı dilersin ama çok geçtir. İnat edersin, yapacağım, hepinize kanıtlayacağım dersin. Güçlüyüm, kemiklerim sağlam, kırılmam, yıkılmam dersin. Nedenini bilerek geçersin her sabah yokuşun başına ama alışırsın. Yapacak tek bir şey vardır çünkü, itmeye devam etmek… Her gün yeniden başlarsın aynı yolda ilerlemeye bazen kendini o kadar kaptırırsın ki, sabahın ellerinden yavaş yavaş kaydığını, gökyüzünün maviden nasırlanmış ayaklarındaki yaralardan akan kan kırmızısına çalmaya başladığını fark etmezsin. Kafana dank ettiğinde tepedesindir, bitmiştir yolculuk, başarmışsındır. Kurtulmuşsundur ve unutmuşsundur, o an için mutlusundur, bir anlığına tekrar cahilsindir. Sen kayanın kaderini hatırlayana kadar biter o an, geriye yuvarlanmaya başlar kayan. Şanslıysan yolundan çekilir, kurtulursun. Hızlı düşünemezsen beklemez kader, dinlemez, anlamaz. Ezer geçer seni. Kırılmış kemiklerinle orada öylece yatarken kayanın seni ayaklarını kanatan taşlı yollara gömdüğü çukurda, beklersin biri gelip kaldırsın seni diye. Kafanı kaldırıp bakarsın ve gördüğün tüm yüzler en başta seni bu yükün altına sokanlardır. O zaman anlarsın bu yolda tek başına olduğunu.

O an durup düşünürsün. Durum değerlendirmesi yaparsın. Kırık çıkık kontrol edip kaç canın kalmış bakarsın. Kırık çıkık değildir o belki öyledir, olmasa da duramazsın. Seni böyle yapmışlardır. Düşününce yaptığın ilk şey kalkmaktır. Sen insan değilsin, olsan o canavarların yükünün altına girmezdin.
Onlardan da olsan kendini ayrı da tutsan eninde sonunda kalkarsın, kader beklemediği gibi bekletmez de. Hep zamansız gelir ölüm ve yaşam, en hak etmeyenlere bahşedilir. Kader acımasızdır, evet, kim adil olduğunu söyledi ki?

Akıllandıysan sorarsın kendine, peki ya yarın sabah? Güneş yeniden doğduğunda ne yapacaksın? Ne olduğu belirsiz kayaları nereden çıktığı belirsiz yokuşlarda sürükleyerek harcamaya devam mı edeceksin? Ve gelirsin işte yol ayrımına, düz mü yokuş mu? Ya inersin kayanın yanına teşekkür edersin tüm yolculuklar için, olayın varmak değil yolda olmak olduğunu öğrettiği için. Artık cahil değilsindir. Mutluluğunun garantisi yoktur. Ama sen halledersin, her gün yaptığın gibi. Önüne yeni yokuşlar çıkacaktır elbet ama iyi tarafından bak; artık önünde itmek zorunda olduğun bir kaya yok.

Peki ya diğer yolun ucu da çıkar mı bir altın küpüne? Tartışılır. Önce neden bu yolu seçtiğini sormalısın bence. Cevabın “mecburdum”sa benden bir tavsiye: Önüne ikinci bir seçim hakkı çıkana kadar gökyüzünün farkında ol, renkleri değişirken hazırlan ve bir daha kayanın yoluna çıkma. Bu yolu seçme nedenini bilmiyor, merak etmiyor, sorgulamaya tenezzül etmiyorsan… aslında, boşver. Hey sen, mutlu birine benziyorsun benimle bir tek içer misin? Sek olsun, çok daha kötülerini atlattım. Hadi bana gününden bahset. Bir kaya mı ittin? Hem de bütün gün? Zor olmadı mı? Demek bunu her gün yapıyorsun. Vay canına. O zaman sana şunu sormama izin ver… Peki neden?