Bazen kavramlarla ilgili ve kavramlar yüzünden hepimiz problemler yaşıyoruz. Bu kavramlar eğer toplumla alakalı ise ve geneli kapsıyorsa bir de vay halimize. İşin içinden çıkamıyoruz. Bu işin içinden çıkamama durumu bazen güzellikleri doğuruyor. Mesela sanat. Sanat kendini ve mesajını direkt olarak anlattığında tepkiyle karşılanacağını düşünen insanların, bunu başka bir araç ile anlatma, imgeleme çabasından doğmuştur. Yani var olan normlara ters olan bir durumda veya herhangi bir şeyi anlatmaya kelimelerin, davranışların, jestlerin ve mimiklerin yetmediği durumda sanat başlar. Peki, bu sınırları belirleyen nedir? Yani sanatla değil de bir şekilde kendimizi anlatabilecekken özellikle günümüzde kelime konusunda sıkıntı çekmezken hala neden sanat var? Çünkü toplumlarda değişmeyen net iki şey var: Normlar ve tabular.

Normlar dediğimiz şey, toplumun dini, kültürü, yaşadığı coğrafi koşullar gibi unsurların oluşumunda etki gösterdiği yazılı olmayan kurallar. Tabular ne peki? Yine toplumların yıkılamayan harikulade kuralları (!). Bu kurallar diyor ki “Benim belirlediğim sınırlarda bir insan olursan eğer rahat rahat benimle yaşarsın; he sen bizim gibi değilsen o zaman buyur sana mahalle baskısı, ötekileştirme, yaftalama, toplumsal linç!” . Bu fabrikasyon sistemiyle toplum yaratmadır ki; kendisi kapitalizmin en güzide emelidir. Toplum mühendisliğinin bir numaralı işlevidir. Yani uzun lafın kısası, var olduğun toplumda var olmaya devam etmek istiyorsan, o toplumun koyduğu kurallara uyacaksın. Onların istediği gibi bir insan olacaksın. Yoksa onlarla savaşmak zorunda kalırsın. Olayın temeli bu. Günümüzde bunu görüyor muyuz? Dik alasını. Sokağa çıkıp insanlara soru sorsak desek ki “Biz özgür bireyler miyiz?” çok büyük bir kesim “ Evet, özgürüz” der. Sonrasında “Peki insanlar istediklerini sevebiliyor mu? İstediklerini düşünebiliyorlar mı?” diye sorarsak da “E tabii ki bazı kurallara uyarsa neden olmasın?” diyeceklerdir. “Bu kurallar nedir “ desek “Örf, adetler” diyecekler. “Peki, örf – adete uymayan bir durum söz konusuysa” desek “Orada duracaksın olmaz öyle şey!” cevabını alırız. Bunun için bir sosyolojik araştırmaya gerek yok. Yan odanızda oturan ebeveynlerinize bunu sorup uygulayabilirsiniz. Farklı cevaplar alırsanız eğer son olarak “Ben hem cinsimden hoşlanıyorum” diye tamamladığınızda alacağınız cevap sizin hayatınızda değişiklikler ve kısıtlamalar sunmuyorsa çok şanslı bir bireysiniz demektir. Ailelerinizin ellerinden öpüyorum. Başlıkta “Wonder Woman yazıyordu geldik ne alaka bunlar!” diyorsanız öncelikle film o Wonder Woman değil ama onu anlatıyor. Wonder Woman’ı anlatıyorsa LGBTİ ne alaka diyorsanız da önce sizi filmi izlemeye davet ediyor sonrasında da bu film hakkında biraz lakırdamak istiyorum.

Filmin mutfağında genelde dizilerde yönetmenlik, senaryo yazarlığı ve yapımcılık yapan ama Hollywood’da var olan nadir kadın yönetmen Angela Robinson yer alıyor. Daha öncesinde hiçbir filmini ya da dizisini izlememiş biri olarak kendisini bu filmle tanıdım. Filmografisine baktığımızda aslında pek bir şey anlaşılmamakla beraber ana akım dizi ve film sektöründe bir şekilde hayatta kalmaya çalışan bir yönetmen portföyüne sahip. True Blood gibi ana akımın en şahdamar dizilerinde bir bölüm yönetmiş, Lindsay Lohan ve Michael Keaton’ın oynadığı “Herbs” adında bir aile komedisi ve genel olarak senaryo yazarlığıyla bir şekilde sektörde var olan bir yönetmen. Yaptığı işlerde en dikkat çeken şey ise güçlü kadın karakterler. Çektiği filmlerde başroller kadınlar, yazdığı senaryolarda bir şekilde güçlü kadınlar (Charlie’s Angel ve True Blood) var. Yani yönetmenimizin de aslında ilk elle tutulur işi “Professor Marston and Wonder Woman”. Filmin castına baktığımızda ismine hep aşina olduğumuz, ha jön oldu ha olacak dediğimiz, bir türlü o istenilen yerde görülemeyen ama bir şekilde ismini duyduğumuzda “Aa Luke Evans mı varmış” dediğimiz Luke Evans. Kariyerinde Chistopher Nolan, Woody Allen gibi yönetmenler çalışmış ama bir yandan da ana akım komedilerde de yer almış garip bir kariyer çizgisi olan Rebecca Hall. The Neon Demon’ın acımasız, doyumsuz ama bir o kadar da güzel mankeni Bella Heatcote. Cast seçimi öncelikle sönük dursa da aslında oyunculuklarından şüphe edemeyeceğiniz isimler. Yönetmenin bu kısımda geçer not aldığını söyleyebiliriz.

Filme gelecek olursak eğer, önce filme bir bakış atalım. Film “Wonder Woman’ın yaratıcısı Dr. William Mourton Marston’un hayatını anlatıyor. William Mourton Birinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’sında bir üniversitede psikoloji alanında idealist bir akademisyendir. Eşi Elizabeth Marston ile birlikte bir sosyal deneye karar veren Marston, sınıfında bu deneyde onlara yardımcı olacak kişiler aramaktadır. Güzelliği ve naifliğiyle bilinen Olivia Bryne’ı gözlerine kestirirler. Başta deney için bir arada olan bu üçlü daha sonra aralarındaki elektrik ve bağın değişmesiyle farklı bir ilişki yaşamaya başlayacaklardır. Bu sistem dışı ve norm dışı aile, düzen – sistem – toplum üçlüsü ile mücadele etmeye başlarlar. Bu süreçlerin ve yaşantının ışığında Wonder Woman’ın nasıl yaratıldığına şahit oluyoruz.” Filmin türü biyografi–drama. Senaryosu da yine yönetmen Angela Robinson’a ait. Gerçek yaşam öyküsüne dayanan senaryoda yönetmenin varlığını net bir şekilde hissediyoruz. Diyalogları çok güçlü ve direk mesaj odaklı olan film, lafı dolandırmadan konunun eksenini güzel bir şekilde seyirciye aktarıyor. Protest bir tavrı olan film, gerçek bir hikayeden bahsetse de filmin mesajı ve hikayedeki mücadele hikayenin önüne geçiyor. Şu an var olan bazı mücadelelerin de temelinin nerelerde atıldığını gösteren film, geçmişe ışık tutmasıyla ve çok popüler bir karakterin yaratılışını anlattığı için aslında seyirciyi kaybetme korkusu yaşamıyor. Sahnelerdeki dramatize ediliş özdeşleşme için harika kullanılıyor. Kamera ve diyalog uyumuyla harika bir şekilde hiç olamayacağınız kişilerle çok kolay bir şekilde özdeşlemenizi sağlıyor. Aslında bu yönetmenimizin Amerikan sinemasından olmasıyla net bir şekilde bağlantılı. Ana akım sinemanın babası olan Amerikan sinemasının temeli özdeşlemeye dayanır. Var olan amacı kültür emparyalizmi için özdeşleşme şarttır. Savunduğu doğruları da bu şekilde daha rahat kabul ettirir. Film aslında bağımsız Amerikan sineması örneği de olsa Amerikan sineması olması ve o kültürle yapılmasıyla bazı etkilerden tam kurtulamıyor.

Kamera kullanımı filmde tam bir şaheser. Çok fazla kapak görüntüye sahip filmde çok güzide kareler var. Teknik açıdan kusursuza yakın bir iş çıkarmış yönetmen. Senaryoda bazı aksamalar var sadece. Hikayenin kendisi de öyle olabilir ama çok fazla tekrara düşüyor senaryo. Yani Elizabeth ve Olive’in filmde ikna sahneleri farklı ama olay aynı. Hal böyle olunca sahnelerdeki en ufak aksamalarda “Zaten bir şekilde ikna edecek” düşüncesi filmin eksiklerinden. Tahmin edilebilir olması da filmin eksi kısımlarından. Filmin biyografi oluşu elindeki var olan argümanı olduğu gibi sunmayı gerektirmez. Zaten burada yönetmenin farkı ortaya çıkar. Maalesef yönetmen bu kısımda da sınıfta kalıyor. Ama dediğim gibi yönetmenimizin asıl amacı hikayeyi anlatmak değil, mesajını iletmek. Yani bazı filmler hikayesinin yanında alttan alttan mesajı size işler. Ama bu filmde tam aksi bir durum söz konusu. Biz filmin protest duruşunun yanında hikayenin varlığını ve ilerleyişini alttan alttan hissediyoruz. Bu da aslında yönetmenin ben zaten mesaj için buradayım deme şekli. Çok güzel bir hikayesi olan film, Wonder Woman’ın yayınlanışını neredeyse 3 dakikalık bir sekansla aktarıyor. Ama Wonder Woman’ın yaratılışını ve yaratılışına kadar olan kısmı bir saatten fazla süreye yayıyor. ( Film 1 saat 3 dk mi diyenler varsa eğer geri kalan 40 dakikada ise senaryo ilerlesin diye gerçek hayattan kesitler veriliyor 🙂 ) Yani net bir şekilde bir mesaj filmi bu film. Wonder Woman geri planda mı? Hayır. Filmin tam göbeğinde. Wonder Woman’a saygınız sonsuz artıyor filmi izlediğinizde. Sınırsız derecede Dc – Marvel Kavgasında Dc sizden puan kazanıyor. Arada harika bir Superman selamı ve çizgi roman dünyasının en önemli yazarlarından M.C Gaines’e yapılan saygı duruşu ile çizgi roman dünyasından da uzak durmuyor film. Ama asla anlatmak istediği çizgi romanlar değil. Sahnelerdeki çapraz kurgu hikaye aktarımı konusunda mihenk taşı adeta. Özellikle Marston’un soruşturulduğu kısım ile geçmişteki sahnelerin birleşimi olan çapraz kurgu aslında sinemada kurgunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Amerikalılar da bu konuda ciddi anlamda uzman. Bize saygı duymak düşüyor. Senaryo ve görüntü uyumu bakımından film gerçekten başarılı.

Filmin mesaj kısmına ekstra bir parantez açmak istiyorum. Çünkü tabiri caizse anarşist ruhlu birinin hayatını anlatan bir biyografik filminin mesaj kısmına iki cümleyle bahsedemem özellikle yönetmen de benim gibi düşünüp mesajına yoğunlaşmışsa. Filmimizde var olan ailenin topluma uygun olmadığını ve toplumsal kurallar ve etiğe tamamen ters olduğunu görüyoruz. Hikaye bizi aslında sorularla bir yerlere götürüyor. Önce kendi argümanını sunuyor. “İnsanlar sevdikleri için bazı fedakarlıklar yapmalıdır. Savaşmalıdır. Eğer bunu yapmıyorsa diğer kazandıklarının ne önemi var?” diyor. Sonrasında soruyor “Siz toplumsal tepki ve mahalle baskısı yüzünden sevdiğinizden vazgeçer misiniz?”. Kendinizi sorgularken filmdeki karakterlerin öyle yapmadığını görüyoruz. “ Eee mutlu mesut yaşamışlar mı?” diye sorarken karakterlerimizin hayatlarının alt üst olduğunu görüyoruz. “Birbirlerinden vazgeçmişler demek bak onlarda dayanamamış” diye tam söylenmeye başladığınız anda ki film de zaten sizden bunu istiyor. “Hayır! Biz hiçbir şeyden korkmadık, önce birbirimizle mücadele ettik sonra da birbirimiz için. Ve her şeye rağmen birlikte kaldık.” diyor. Ve devam ediyor “Farklı olabilirsiniz, hiç kimse gibi de olmayabilirsiniz, normal olmayabilirsiniz ama en önemlisi toplumun istediği gibi olmayabilirsiniz. Bu bir suç değil. Bu bir anormallik de değil. Birey, herkesten önce kendine karşı sorumludur. Hayatınız boyunca kendinizi suçlu hissedeceğiniz bir konumda yaşayarak kendinize sırtınızı dönmeyin. Kendiniz olun. Toplum sizi kabullenmese bile. Hayatınız boyunca mücadele etmek zorunda kalsanız bile. Kendiniz olun ve inandığınız, sevdiğiniz doğrulara güvenin. O doğrular çerçevesinde yaşayın ve hayatınızı buna göre şekillendirin. Kendinizi insanlara anlatmanın bir yolunu bulun ve kendinizden kaçmak yerine toplumun sizi bir şekilde kabullenmesini sağlayın.” Bu mesajı vererek aslında “Ötekiler var siz isteseniz de istemeseniz de!” diyor. Bu protest tavır aslında günümüz sinemasında çok etkin ve sürekli olarak göze sokuluyor. Lakin elinde “Wonder Woman’ın yaratılış hikayesi” varken özellikle bu konuya bu kadar odaklanması aslında bu filmi diğerlerinden farklı kılıyor. Çünkü ana hikayesi de yeteri kadar dikkat çekebilecek hatta var olabilecek film, mesajını vermeye odaklanarak hikayenin de mesajla alakalı olan kısmına iyice değiniyor. Bu açıdan da çok değerli. Günümüzde ülkemizde her şeye karşı insanların hoşgörülerini kaybetmesi, dünyada aslında hoşgörünün nadir bulunuşu ve var olan otokritik ortamda en fazla zararı gören “ötekilere” sahip çıkması filmi değerli kılıyor. Filme teknik olarak baktığımızda iyi bir film olarak duruyor ama sivrilmiyor. Filmi göz önüne koyan şey senaryosu ve mesajı. Film de bunun hakkını veriyor.

Öncelikle saygı duyulası bir film olan “Professor Marston And Wonder Woman” dünya sineması ve Amerikan bağımsız sinemasında durduğu yerde hep var olacak gibi duruyor. Ana akım – bağımsız sinema sentezi olarak iyi bir duruş sergileyen film güzel bir protest selamlama. Herkese farklı kişilere saygı duymasını ve hoşgörü göstermesini diliyor, filmi de izleyenlere afiyet izlemeyenlere de “İzleyiniz efendim”ler diliyorum.