Üzerine mandalina kabuğu konulan,

kenarına eskimiş koltuk kenarlığı yerleştirilip

ısınmak için ayak uzatılan,

pazar banyosu sonrasında harlanan,

kömürlükten kat kat çıkıp kömür taşınan,

demir döküm sobalarla dolu evlerin bulunduğu,

is kokulu sokaklarda geçti çocukluğum.

 

“Çukur” kelimesinin bir diziyi değil,

gafliklerin ütüldüğü bir misket oyununun adı olduğu;

Naim Süleymanoğlu’nun gizli operasyonla kaçırılması gibi aksiyonlarla bezeli,

yıl başı eğlencelerinde dansöz çıkacak diye

televizyon başında beklenen bir dönemdi 90’lar.

 

Yukarı mahalle, epey bir yokuş yukarıda olduğu için

mahalle kavgasına karışamasam da,

mahallenin çingene çocuğu Ercan’la sağlam kavga etmişliğim,

en yakın arkadaşım Şifo Mehmet’le,

yine mahallenin abileriyle top oynamışlığım vardır.

 

Dalları yola sarkan incir ağacından incir çalarken yakalandığımız

bostanın sahibi Ahmet Abi’den dayak yememek için topuklayarak kaçsak da,

ertesi gün, yine bize o dönem için devasa gelen giriş kapısını kale yapıp,

Alman kale oynamışlığımız da yok değil hani.

 

Bir de ilkokul çıkışında Thunder Cats izleyebilmek için,

o civarda evi en yakın arkadaşın evine gidebilelim diye attığımız deparlar atletizmi bize sevdirse de,

teniste tozu dumana katan Steffi Graf hayranı olmamızı engelleyememişti.

 

Şimdilerde ise ne zaman evin penceresinden bana bakan bir çift çocuk gözü görsem,

fonda Arkadaşım Eşşek çalıyor,

bir çocuk uyanıyor içimde,

burnuma naftalin kokusu geliyor.

 

Ve ansızın büyüdük.

Anlamadan, fark etmeden…

*Kapak görseli: Hayrullah Mete