Arthur Miller’ın “Orkestra” (Playing For Time) adlı piyesiyle, 1980’lerin ilk yarısında tanışmıştım. Ali Poyrazoğlu’nun yönettiği oyunda Ayla Algan, Sedef Ecer, Duygu Ankara, Tijen Par, Nergis Çorakçı, İsmet Ay’ı hatırlıyorum şimdi. Perde kapandığında, bir süre salondan çıkamamıştım. Dehşet içindeydim. Tedirgindim. Adeta soluk alıp vermekte zorlanıyordum.

Neden sonra Kenter Tiyatrosunun basamaklarına yöneldiğimde, kulağımda o şarkı yankılanıyordu :

“Kışla kapısında bir fener vardı/Puslu akşamlarda bir garip yanardı/ Özlemiydi, o herkesin Lili Marlen, Lili Marlen..”

İşte tam da o günlerde, Christian Bernadac’ın “Çıplak Mankenler / Le Camp De Femmes “( 1971) romanı geçti elime, bir solukta okudum. Utanarak, acı duyarak, üşüyerek. Evet, üşüyerek. Fonda hep Ayla Algan, Sedef Ecer’in sesleri, görüntüleri… Bir soluk kadar yakın. Kaf Dağı’nın arkası kadar uzaktan gelen o haykırışlar.

Yıllar geçti. Fania Fenelon, hayır, Fania Goldstein, Alma, Martha, Jenny ve diğerlerini tam da unutmuşken ya da unutmaya, yoksamaya çalışırken…

Günlerden bir gün, Işıl Yücesoy, Merih Atalay, Seray Gözler, Zeynep Erkekli, Tülin Oral’dan bir kez daha izledim, “Orkestra” yı. Dr.Mengele rolünde Cem Kurtoğlu’nu hatırlıyorum. Müthişti.

Ve 15 Mayıs 2019 akşamı, Erbulak Evi – Oyuncu & Yazarlık Okulu yapımı olan “Orkestra” yla, Aushwitz’de buldum kendimi.

Fania Fenelon ile aynı tarihte,14 Ocak 1944’te, bir tren vagonundan indirilmiştim. Onun kolunda 74862 dövmesi vardı. Clara’nın 78643. (Kendi numaramı hatırlamak istemiyorum şimdi. Zorlasam da nafile…) Saçlarımız kazınmış, giysilerimiz alınmıştı. Üzerine sarı yıldız dikilmiş üniformalarımız vardı sırtımızda. Ter, irin, kan, salya, kir, idrar, çamurlu toprak kokuyorduk. Açtık. Jenny, Michovv, Irene, Madelina… Açtık. Üşüyorduk.

Ellerim titriyordu. Gün çoktan geceye dönmüştü. Bir saniye sonrası bile yazgının atacağı zara kilitlenmişti, biliyordum. Biliyorduk.

Fırınlardan birine henüz gönderilmemiş, bir çukurda kurşunlanmamış, köpeklere parçalattırılmamış, zatürre, tifüs nedeniyle ya da soğuktan donarak ölmediğimiz için şanslıydık.

Kimsesiz ve kimliksizdik.

Yıl 1944’tü.

Aylardan ocak.

Bazen günde on iki bin kişiye gaz veriliyordu. “Düşünebiliyor musunuz” demişti, bir tutuklu, “On iki bin melek her gün gökyüzüne yükseliyor”.

Susmuştu. Susmuştuk.

Kan kararıp pıhtılaştığında o koku, o hunhar acı…

Sahi, orkestranın amacı neydi? Nazi subaylarının kimin hâlâ köleliğe devam edeceğine, kimin hemen, hiç zaman yitirmeden gaz odası ve fırınlara gönderileceğine karar verdikleri kamplarda, klasik müzik eşliğinde ölüme gidenleri seyretmeleri, onların müziğe olan hayranlıklarından olabilir miydi?

Farkındaydık, gerçekte bir kaprisin ürünüydü Orkestra. Bir başka kaprisle yok edilmesi an meselesiydi. Günde iki kez müzik yapıyorduk. Kurbanlara ve cellatlara. Cellat kurbandı aslında. Kurbansa cellat. Tıpkı yem ve ökse gibi.

Yıldırım Türker’in dilimize çevirdiği eseri, Özden Özgürdal başarıyla uyarlayıp yönetmiş. Dekor, müzik kostüm, ışık, efekt, afiş tasarım ve uygulamaları kusursuz. Yazgı Çakmak’ın jilet kesiği acısını hissettiren final koreografisi her türlü övgüye değer, bana göre. Hele SS Subaylarının acımasızlığını ve savaşın dehşetini, o hunhar acıları yansılayan oyunun hemen girişindeki sahnelerin ustalığı, başlı başına uzun bir yazı konusu aslında.

Oyun sonrası Özden Özgürdal ile neler mi konuştuk?

Pınar Çekirge: Neden Arthur Miller? Neden “Orkestra”?

Özden Özgürdal: Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki Arthur Miller oyuncuyu, yönetmeni ve seyirciyi kendi gerçeğine daha ilk replikleri ile yakınlaştıran bir yazar. Sadece bu oyun için değil, “Satıcının Ölümü” ,”Cadı Kazanı” ve bana göre özellikle “Bütün Oğullarım”da karakterler ellerini kollarını açmış sizi bekler, bize de onlara sarılmak düşer. Onun oyunlarında gibi başlığı azdır hatta karakterler, olaylar ve mekanlar çok gerçektir. Ben “Orkestra” oyunuyla on dokuz yaşımda tanıştım. Oyunculuk serüvenimde uzun prova aşaması sonrası türlü nedenlerden dolayı ayrılmak zorunda kaldığım bir oyundu. Yıllar sonra, oyuncu olarak başladıktan sonra adeta yarım kalan aşkımız yönetmen olarak son buldu diyebilirim. Ancak oyun arayışı içindeyken “Orkestra ‘ya karar vermek çok kolay olmadı tabii.

Pınar Çekirge: Prova süreci nasıl geçti? Karşında oyunculuk eğitimi alan genç bir grup vardı çünkü.

Özden Özgürdal: “Erbulak Evi”nin önceki dönemlerinde “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”, “Kadıncıklar”, “Vişne Bahçesi” gibi oyunları sahneledik. Bu sezon da yetişkin sınıfı için aklımızdan başka başka oyunlar geçerken son anda (Ayşe Erbulak’ı zor da olsa ikna ederek) “Orkestra”ya karar verdik. Sonuçta burası özel tiyatro değil bir eğitim kurumu. Repertuar seçimleri katılım sayısına, kadın erkek dağılımına, yaşlarına, deneyimlerine ve algılarına göre değişiyor. Profesyonel ekip değil sonuçta. Biri emekli bankacı, diğeri halkla ilişkiler sorumlusu, bir diğeri eczacı, gastronomi eğitimli şef, farklı üniversitelerde öğrenci ve konservatuar hedefli insanların bir arada olduğu bir sınıfta sağlıklı bir cast oluşturmak çok da kolay olmadı. Yetişkin sınıfına genç sınıf öğrencileri de ekleyip bir de minik sınıflardan on yaşındaki bir diğer öğrenciyi dahil ettim. Oyunun içeriği nedeniyle ilk dört prova sadece savaş, ölüm, tecavüz, işkence konuştuk. O dönemi anlatan belgesel filmler izledik, klasik müzikler dinledik. Zaman zaman mum ışığında, doğaçlamalar yaptık. Karakter analizleri esnasında ağlama krizlerine girenler, “Ben yapamayacağım, ayrılmak istiyorum,” diyenler oldu. 4,5 aylık geceli gündüzlü prova sürecinden sonra dekor, müzik , koreografi de dahil senin de seyrettiğin bu sonucu elde ettik. Final şarkısının sözlerini de ben yazdım.

Pınar Çekirge: Yönetmen olarak başlangıçta kurduğun hayalin yüzde kaçına eriştin, diye sorsam?

Özden Özgürdal: Belli bir yüzde veremeyeceğim ama bana, oyuna, rollerine inandıklarını göstermeleri çok önemliydi. İnce ince nakış gibi işleye işleye yol aldık. Eksiklerimiz olabilir tabii ama ben ortaya çıkan enerjiden son derece memnunum.

Pınar Çekirge: Nasıl bir reji anlayışın var? Oyuncuyu serbest mi bırakırsın, yoksa her detay kontrolün altında mıdır?

Özden Özgürdal: Denetimli serbestlik diyelim. Çünkü özellikle bu tarz oyunlarda kontrol şart. Her şeyden önce bir dönem hikayesi. Her repliğin ne anlam taşıdığını, mizansenleri sürekli konuştuk, tartıştık. Kostümleri erken diktirdik. Provalar boyunca üzerlerinden çıkarmadılar. En ufak bir konsantrasyon bozukluğuna asla izin vermeyen bir oyun çünkü.

Pınar Çekirge: Kızınla aynı oyunda buluşmak, onu yönetmek nasıl bir duygu? Tarafsız kalabildin mi?

Özden Özgürdal: Öykü gastronomi okuyan bir üniversite öğrencisi. Ancak çok uzun zaman tiyatro eğitimi de aldı. Rolü ona teslim ettiğim ilk andan itibaren diğerleri ile olduğu gibi sadece yönetmen oyuncu ilişkimiz oldu. Heyecanlı bir süreç olduğunu inkar edemem. Ancak sahnelendiğinde seyrederken “Aferin kızıma,” dedim.

Pınar Çekirge: Her oyuncu yaşar kıldığı karakteri doğru çözümlemiş ve rolüyle içsel bir bağ kurmuş, çok başarılı yorumlara tanık oldum ama özellikle SS subayı rolünde Umut Taran müthişti. Mimik ve beden dilini büyük bir başarıyla kullanıyordu.

Özden Özgürdal: Oyununun her sahnesinde gerçekçi olmaya iten bir gerilim var. Sahicilik çok önemli. Bu yüzden onları hep dürüst olmaya davet ettim. “Replik ezberlemeyin, karakterlerinize odaklanın,” dedim. Umut Taran daha on sekiz yaşında. Bazen sadece beden dili, jest mimik çalıştık. Kötüyü oynamak her zaman risklidir. Çok zorlandı ama başaracağını biliyordum.

Pınar Çekirge: Oyun sonrası gelen tepkiler nasıl?

Özden Özgürdal: “Alt tarafı şöyle” , “Alt tarafı böyle”, “Alt tarafı amatör” , “Alt tarafı çocuk,” derler ya beni hep üst tarafı ilgilendirmiştir. Ben er meydanındaki pratiğe bakarım. Evet, amatör bir oyuncu topluluğu ile zor ve profesyonellik isteyen bir oyun oynandı. Hatalar, eksikler ve yanlışlar olabilir ama sahte bir emek olmadığını söyleyebilirim. Çünkü gelen olumlu eleştiriler bunun doğruluğunu kanıtlıyor. Öğrencilerimin, oyuncularımın her biriyle ayrı ayrı gurur duyuyorum.

Marangoz’un sesiyle ürperdim yeniden:

“Büyüt bu çocuğu, yaşat. Sen de yaşa ve anlat kamplardaki kurbanların da, cellatların da aynı insanlar olduğunu anlat. Hepsinin aynı değer ölçüleri içinde yetiştiklerini anlat. Kurbanların da cellatların da dünya görüşlerinin aynı olduğunu anlat. Kurban olmasalardı kolayca cellat olabilirlerdi.”