Geçmişten bugüne yazılmış tüm romanların çıkış noktası yazarların zihinlerinde yer edinmiş masallardır. Çoğu yazar, eserlerinin ilham kaynağı olarak çocukluktan itibaren büyüklerinden dinledikleri masalları gösterir. Hakkında bir şeyler söylemek istediğim bir roman var: İstanbul Bir Masaldı. Bu romanın yazarı Mario Levi’nin ilham kaynağı olan masallarda periler, devler, sihirli mağaralar yok. Onun masalı bir şehir, çok eski bir şehir: İstanbul.

1993 yılında yazılmaya başlanıp 1999’da tamamlanan“İstanbul Bir Masaldı” romanı Osmanlı’nın son dönemlerinden 1980’li yıllara kadar İstanbul Yahudilerinin başından geçen siyasi, kültürel ve sosyal değişimleri; İstanbul kent olgusu etrafında ve kişilerin ruhsal portreleriyle işleyerek anlatır. Romanın merkez karakteri Mösyö Jak’tır. Onunla birlikte eşi Madam Roza, kardeşi Nesim, oğlu Berti diğer önemli başkişilerdir. Bu karakterlerle birlikte roman boyunca Yahudiler ve onlarla birlikte Rumlar ve Ermenilerin son yüzyılda Türkiye’de ve Avrupa’da yaşadığı etnik, kültürel, siyasi ve dini ötekileştirilmeler işlenir.

Planlı ilerleyen bir kurguyla kaleme alınmamıştır roman. Hikayenin anlatımında giriş, gelişme ve sonuç bölümleri düzenli ilerlemez. Çok geniş bir karakter kadrosundan oluşan bu hikayede her bir karakterin anıları birbiriyle iç içe geçmiştir. Anlatılan her kişinin hikayesinde denk geldiği bir başka kişinin de kendisine ait bir hikayesi vardır. Böylece anlatılmaya başlanmış bir anı bitmeden bir başkasının anısına geçilir ve bu hikayeler zamanla tamamlanır. Bu sebeple hikayenin anlatılış şeklini iç içe geçmiş matruşka bebeklere benzetebiliriz.

Yayınlanmasından bir sene sonra 2000 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’ne layık görülen İstanbul Bir Masaldı Mario Levi’nin diğer birçok romanı gibi otobiyografik damarı kuvvetli bir romandır.

Bu romanda İstanbul’un unutulmuş masalsı yönü anlatılırken, bu masalı yaşayan ‘ötekilerin’ hayatlarına da ayna tutulur. Böylece Yahudi, Rum, Ermeni ve Levanten toplulukların; dinsel ritüellerinden yemek kültürüne, eğlence mekanlarından bayramlar ve özel günlerine, İstanbul’da tercih ettikleri semtlerden kutsal mekanlara, eğitim ve dil meselesinden tarihi meselelere kadar birçok konuda fikir sahibi oluruz.

Örneğin adı artık Emek Sineması olan Melek Sineması’nın anılarına dair büyük bir hasret vardır romandaki kahramanlarda. Bu, bugünün okuyucuları için de duygusal ve bir o kadar da ironik bir durumdur çünkü Emek Sineması da bir o kadar geçmişe gömülmüş anıdır artık.

İstanbul Bir Masaldı aynı zamanda dönemin tarihi meseleleri hakkında da bir kaynaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın İstanbul Yahudileri üzerindeki etkileri ve bu dönemde çıkarılan İkinci Askerlik ve Varlık Vergisi Kanunu ardından gelen “6-7 Eylül Olayları” gibi birçok tarihi olayın sosyal hayattaki yankıları ve yıkıntıları; rejim değişikliklerinin İstanbul “ötekileri” üzerindeki etkileri gözler önüne serilir.

Peki tüm bu karakterler için alıştığımız gibi “azınlık” kelimesinden ziyade “öteki” kelimesini kullanmayı neden tercihe ediyorum?

Bunun başlıca sebebi yazarın romanında “öteki” kelimesini belirgin şekilde bir leit-motif olarak kullanması. Bir diğer sebebi de bahsedilen etnik toplulukların belli bir döneme kadar İstanbul içinde azınlık değil bilakis nüfusun çoğunluğunu oluşturmaları, buna rağmen zamanla hakim fikirlerce ötekileştirilmeleridir. Bu topluluklar “azınlık” kimliğini bu hakim ve ötekileştirici fikirlerden almıştır. Ben bu düşünceden uzaklaşıp onların “ötekileştirilmeleri” üzerinde durmayı tercih ederim.

Mesele Mario Levi romanları olduğu zaman “ötekilik” konusunun İstanbullu olmakla özelleştirildiği düşünülür. Ancak ben İstanbul Bir Masaldı’da, her ne kadar merkeze İstanbul alınsa da ötekilik meselesinin Viyana, Milano, Varşova, Budapeşte, Paris, İskenderiye ve Riga gibi dünyanın birçok coğrafyası için işlendiği için tek bir şehirle özelleştirilemeyeceğini düşünüyorum.

Farklı şehirlere dağılmış tüm bu Yahudi karakterler için “ötekilik” artık bir kaderdir ve bu kaderle mücadele “Yahudi olmanın sonuçlarına katlanmak gerektiği” düşüncesiyle açıklanır. Romanın temel çatışmasını bu mücadele, vatansızlık duygusu ve tüm bunların yarattığı psikolojik travmalar oluşturur.

Kader, mücadele, vatansızlık gibi kelimeleri bir arada kullanmam bana romanın en etkileyici kahramanı olan Nesim’i hatırlatıyor.

Mösyö Jak’ın kardeşi Nesim kendini, Cumhuriyet değerleriyle örtüşememiş bir Osmanlı olarak tanımlar. Almancaya ve Almanlara duyduğu sempati ve o dönemki adıyla  Avusturya –Macaristan Lisesinde gördüğü eğitim sebebiyle ailesi ile birlikte Viyana’ya göç eder. Bu durum onun felaketini getirecektir. Çünkü Viyana’dayken Naziler tarafından Auschwitz Toplama Kampı’na götürülecek ve burada öldürülecektir.

İstanbuldaki ailesi Nesim’in ölüm haberini onun toplama kamplarından kurtulan dostu Enrico Weizman’dan gelen mektupla öğrenecektir. Bu mektupta Nesim’in Alman hayranlığının kendisine fayda sağlamadığını çünkü Almanlar tarafından suçlu bulunmanın tek koşulunun ‘Yahudi olmak’ olduğunu, Nesim’in Türklüğünün kendisine sağlayacağı faydayı nasıl beklediğini, Türk Konsolosluğunun Nesim ve ailesini kurtarmak için nasıl herhangi bir girişimde bulunmadığını ve son olarak Enrico Weizman’ın Amerikalıların gelişiyle kurtuluşunu okuruz.

Türk Konsolosluğunun herhangi bir girişimde bulunmamasının perde arkası “Konsolos Fahri Bey’in İtirafları” bölümünde yansır. Burada savaş yıllarında Türk-Alman ilişkilerinin iyi olması dolayısıyla Türk vatandaşlığı bulunan Yahudiler’in konsoloslukların aracılığıyla serbest bırakıldığından bahsedilir. Konsolos Fahri Bey, savaş yıllarından evvel Nesim’i tanımaktadır. Türk vatandaşlarının kamplardan kurtarıldığı esnada Nesim’in adı okunduğu vakit ortaya başka birinin çıktığını ve Fahri Bey’in bu sebeple ne yapacağını saşırdığını ancak bunu ömür boyunca bir vicdan azabı olarak taşıdığı anlatılır. Konsolos Fahri Bey’in bu anısının gerçek olup olmadığı Nesim’in ailesi için hep muallak kalacaktır.

Avrupa’daki toplama kampları, varlık vergisi kanunu, ikinci askerlik derken romandaki ötekileştirmenin sadece politik anlamında sınırlı tutulmadığını sosyal anlamda da işlendiğini belirtmek isterim. Ancak işin sosyallik boyutunda İstanbul’daki Yahudi toplulukların çok da edilgen bir konumda olmadığını, onların da kendi içlerinde değerlerini muhafaza etmek için çaba gösterdiklerini ve kendilerinden olmayana karşı mesafeli bir tutum takındıklarını okuruz romanda.

Berti’nin Yahudi olmayan Meksikalı bir kadınla ailesinin itirazları sonucu evlenememesi, Madam Estreya’nın Müslüman bir adamla evlenmesi sonucu kendi cemiyetinin uzağında kalışı bu durumun en belirgin örneklerindendir.Evlilik meselesi özellikle hassastır çünkü anne soylu devam eden Yahudilik inancında ailenin erkek çocuğunun Yahudi olmayan bir kadınla evlenmesi devam edecek soyun Yahudi olmayacağı anlamına gelir ki bu aile büyükleri tarafından kabul edilemez.

Hatta Yahudilerin kendi içlerinde de kendilerini daha entellektüel gören Aşkenaz Yahudileri ve daha sade bir yaşam süren Sefarad Yahudileri arasında, mesafeli bir duruş vardır.

Mario Levi’yi yıllar önce bu romanı yazmaya iten güçten bahsetmiştim. Kendisi bu duyguyu şu satırlarla ifade ediyor romanın içerisinde:

“Tüm bunları neden anlatmak istedim öyleyse?… Bunun tek bir yanıtı yok. Biraz kendimden, biraz o renklerden, biraz da o ‘dillerden’ söz etmek istedim belki. Biraz kendimden, biraz o renklerden, biraz da o ‘dillerin bizde bıraktığı tarihlerden ve hikayelerden…”

Peki beni bu romanın yazılışından neredeyse 20 yıl sonra bu konuyu incelemeye, hakkında yazı yazmaya iten güç ne? Bu 20 yıllık süreçte İstanbul hakkında yüzlerce kitap kaleme alınmışken, Mario Levi de İstanbul Bir Masaldı’nın ardından daha birçok romana imza atmışken benim zihnimde ve ruhumda bu romanı hala diri tutan güç ne?

Roman yıllar önce yazıldı, anlattığı karakterler yıllar önce belki öldü belki başka coğrafyalara göç etti. Kalanlar gizlendiler veya “azınlık” oldular. Onların yaşayışları ve eğlenceleri nostaljik bir anı olarak kaldı.

Mario Levi’nin anlattığı İstanbul’un eskimiş bir masal olduğunu düşünebiliriz. Ancak unuttuğumuz bir gerçek var: Masalların asla eskimediği ve eskimeyeceği. Konular, yaşananlar değişebilir, karakterler şekil değiştirebilir ancak masal hep aynı kalır.

Bizim masalımız İstanbul’un ötekilerini anlatıyorsa eğer bu hiç bitmeyecek bir masaldır zaten. O gün Madam Estreya’nın, Mösyö Jak’ın, Kirkor Amca’nın, Tant Tilda’nın arşınladığı sokaklarda bugün belki tek gecede İstanbul’un yeni ötekileri binlerce masal yazıyorlar.

Bir gün siz de bir mola verip dinlerseniz eğer bu masalı duyabilirsiniz. Hatta biraz yaklaşırsanız bu masalın bir parçası bile olabilirsiniz.