İçinizde boşluk yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?

Yusuf Atılgan

Yarattığı C. ve Zebercet karakterleriyle insanı, seçimlerini, kişiliğini irdeleyen Yusuf Atılgan, çok eser bırakmamasına karşın eldekilerle okuru düşünceler denizinde yüzdürmeyi başarmıştır. Toplumdan kopmuş karakterleri ele alarak dönemine göre modern roman anlayışının temelini atmıştır. Anayurt Oteli birçok açıdan ele alınabilecek sosyolojik bir eserdir. Zebercet üzerinden insan kavramını sorgulamamızı sağlamıştır.

icsel-kabugunu-kiran-adam-zebercet-11

Aylak Adam eserinden 15 yıl sonra yayımlanan Anayurt Oteli temelde Aylak Adam’la benzerlik gösteren ancak detaylı incelendiğinde önemli farklılıkların olduğu bir eserdir.

Eserlerini gerçekçi bir anlayış ile oluşturan Yusuf Atılgan, kitabına konu edindiği mekânı da gerçek bir otelden seçmiştir.

Manisa’da yaşamını sürdüren Atılgan, ismi Anavatan Oteli olan bir otelden ve oranın kâtibinden etkilenerek eserini oluşturmuştur. Otelin kâtibini gördükten sonra bu romanı yazma kararı almıştır.

“Yahu dedim, bu adamın buradaki hayatı ne olabilir? Merdiven altında oturan bir adam. Nasıl bir adamdır bu?”

Bu soru ona bir solukta okuyacağımız ama üzerine uzun uzun düşüneceğimiz ‘Anayurt Otel’ini yazdırmıştır.

icsel-kabugunu-kiran-adam-zebercet-22

Anayurt Oteli romanının başkahramanı Zebercet yedi aylık doğar, bir anlamda ana rahminden dışlanma ile dünyaya gelir. Bu onun yaşadığı tramvatik ilk durumdur.

Bu tramvayı aile bireylerinin sırası ile ölümü derinleştirir. Zebercet yalnızlaşır.

Yalnızlaşan, toplumdan ayrışan Zebercet böylece gerçek dünyadan ayrı düşer. Hiçbir kadına, hiçbir yere bağlanamaz.

Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının varlığı Zebercet’i bir an olsun “yaşamının dehlizlerinden” çıkarır. Ancak otelden ayrılan bu kadının bir daha dönmemesi ile “yaşamının dehlizlerinin dibine” gömülür.

Bilinçaltı Zebercet’in parçalanmış ruhunu ortaya koyar. Öyle ki bu parçalanmış ruh hiçbir zaman tamamlanamadığı için Zebercet’i cinayete ve intihara sürükler.

İnsanlık, var olduğu günden bu yana bir “yer” edinme çabasındadır. Zebercet, kırık dökük anıları ile kendine bir dünya kurmaya çalışmış ancak başarısızlıkları nedeniyle “gerçek dünya”dan daima kaçmıştır.

Böylece çaresizlik ile geçmişini duyumsar. Çünkü Zebercet geçmişine hiçbir anlam katamamaktadır. Anlam arayışlarında da karşısına çıkan tek şey “ölü”lerdir. Yaşayan insanlara dair hiçbir anı biriktirememektedir. Geçmişinden hatırladığı kişileri ve olayları ise “ilkokulu bitirdiği sene ölen annesi, 19 yaşında kendini asan Faruk dayısı, oğlunun intiharına dayanamayan ve oğlunun intiharından sonra birden ölen Nebile Hanım, yangın nedeniyle tükenen Keçecizadeler ve Mevlevihanede çile dolduran Nurettin Bey’in 40 gün kalması gerektiği halde çilesinden 22. gününde Mevlevihaneden çıkması ve ardından da vefat etmesi” oluşturmaktadır.

Bütün bu olay ve kişiler Zebercet’i “köksüz” kılmaktadır. Zebercet bu olay ve kişilerle kendi tarihini oluşturmakta ve adeta bu “çöküş”ün içine kendini çekmektedir.

Kendine ait bir evi yoktur Zebercet’in. Anayurt Otelinde kalmaktadır. Evi, yurdu olmayan Zebercet “köksüz”lüğü ile her an yüzleşmekte, çaresizlik ile bunu duyumsamaktadır.

Zebercet’in “köksüz”lüğü doğumu ile başlar. 7 aylık doğan Zebercet, yazının başında da belirttiğim gibi ana rahminden dışlanmıştır.

Zebercet, doğumu ile güvenli bir ortamdan mahrum kalmıştır. Çünkü oradan adeta sürülmüştür. Bu sürülme ile ruhu yaralanmıştır. Kişiliğinin kusurları, eksiklikleri bu dışlanma sonucu başlamıştır.

Annesi ve babası da bu durumu daime Zebercet’e hatırlatmıştır.

Annesi, “Sabret biraz. Ne oğlan. Karnımda bile sabredemedi dokuz ay.” diyerek bu durumu ortaya koymuştur.

Babası ise “Patlama oğlum; şu külü alayım. Ananın karnında yedi ay nasıl durdun.” sözleriyle annesini (eşini) destekler.

Zebercet’in annesi ve babasına göre bu dışlanmanın tek suçlusu yine Zebercet’tir. Daha doğrusu Zebercet’in sabırsızlığıdır.

“Bu doğumda gerçekten sabırsızlık diye bir şey varsa sabırsızlık edenin ana karnındaki dölüt olduğu düşünüleceği gibi anası olduğu da düşünülebilir. İkinci olasılık daha akla yakındır. Ana karnındaki dölütten doğmuş-büyümüş bit insan davranışı beklemek saçmadır ama ilerlemiş yaşta, kırk dört yaşında gebe kalan bir kadın böyle bir sabırsızlığa kapılabilir; üstelik bu kadın bundan önce biri iki, biri iki buçuk, biri üç aylık üç çocuk düşürmüşse. Gene de, haksız da olsa, bu suçlamalar Zebercet’i olumlu yönde etkiledi: Büyüdükçe sabırlı, ağırbaşlı bir insan.”

Kitapta yer alan bu cümlelerden de anlaşıldığı üzere Zebercet’e yöneltilen suçlamalar Zebercet’in kişiliğine etki etmiştir.

Yaşamının ilk yıllarında anne ve babasının şefkatinden mahrum kalan Zebercet anne ve babası tarafından önemsenmediğini hissetmiştir. Ardından da önce annesini sonra da babasını yitirerek hiçbir zaman göremediği ama görmeyi hayal ettiği sevgi hatta şefkat kaynağını yitirmiştir. Böylece “köksüz” kalmıştır.

Annesi gömüldükten sonra imamın Zebercet’e ninesinin adını sorması Zebercet’in köksüzlüğü ile trajik bir şekilde yüzleşmesine neden olmuştur. Zebercet imamın sorusuna başını yere eğerek cevap verir.

Zebercet’in utanması aslında onu köksüzlüğü ile yine yeniden yüzleştirmesindendir. Ninesi, Haşim Bey Konağı’ndaki beslemelerden biridir, doğum yaptıktan sonra adeta baştan atılmıştır. Bu hikâye ile Zebercet kendi hikayesini özdeşleştirmiştir.

Zebercet doğumu ile başlayan bu köksüzlüğün utancı ile sürekli kendini Keçecizadeler sülalesine dâhil etmiştir.

Öyle ki bütün bu hissettikleri, yaşadıkları ile okuyucuda Zebercet’in içinden çıkamadığı bir ceza sisteminin hatta çıkışı olmayan bir labirentin duvarları arasında hapsolduğu hissini yaratır.

Eserde yer alan otel ise bir anlamda kilit noktadır. Birçok insanın tek gecelik konakladığı mekândır. Doğal olarak yurtsuz/köksüz olan Zebercet ruhuna uygun bir iş yaparak “yurtsuzların mekanı”nı işletmektedir. Çünkü bu mekân ana rahminden dışlanan Zebercet’in bir de ev ortamından dışlanışının sembolüdür.

Erken doğarak ve ardından da anne ve babasını yitirerek yarım kalmış bir hayata başlar ve yarım kalmış bir hayatı sürdürür.

Babasının işini devam ettirir. Yani aslında Zebercet kendi işini seçemeyen, kendine özgü tek bir eylemde bulunamayan yaşamını taklit yoluyla idame ettiren biridir.

Toplumsal öğretilerle ezberlediği yaşamı “babadan kalma otelde”, “babadan öğrendiği biçimde” yaşamaktadır.

Otel bir anlamda onun sığınağı olmuş, zorunluluk olmadıkça da buradan çıkmamayı tercih etmiştir.

“Olağanüstü bir durum olmazsa yılda ya da iki yılda bir terziye, altı ayda bir keselenmek için hamama. Dört haftada bir saç tıraşına, ayda bir otelin paralarını İstanbul’a yerleşen Faruk Keçeci’ye göndermek için postaneye giderdi. Yılda bir otelin vergisini de yatırırdı ama bunun için çıkmazdı; postaneye gittiği gün yatırırdı. Her çıkışında özellikle hamama gittiğinde, o yokken otelde kötü bir şey olacakmış gibi tedirginlik duyardı.”

Cinselliğini bile otelde çalışan gündelikçi kadınla oluşturduğu adeta ölü bir ilişki ile tatmin eder. Bu ilişkinin başlangıcı da bir hayli ilginçtir.

“Geldiğinin haftasında bir öğle sonu salonu siliyordu kadın. Zebercet koltuğuna oturmuş gazete okuyordu; bir ara baktı: Diz çöküp eğilmiş, kalçaları, kıçı uzun donunu germiş, kabarık; silerken, dizleri üstünde gerilerken ağır ağır kıpırdıyor, inip kalkıyor. Başını gazeteye çevirdi. Ama o günden sonra gündüzleri ortalıkta dolaşan, geceleri bitişik odada yatan genç bir dişiydi artık kadın.”

Zebercet, “dişi” olarak farkına vardığı kadının odasına sabahları girdiğinde ağır bir koku duyumsardı. Odaya girince ilk iş pencereyi açan Zebercet yatağın yanında durarak kadını omuzlarından sarsar uyandırmaya çalışırdı. Hatta yanlışlıkla olmuş gibi memelerini ellerdi. Ancak öyle bir noktaya geldi ki Zebercet kendini tutamadı:

Bir gece yatmışken kalktı, bitişik odaya girdi, ışığı yaktı. Sıcaktı, örtüsüz uyuyordu, gömleği sıyrılmıştı. Kapıyı kapadı, yaklaştı. Düğmelerini çözdü, memelerini avuçlarına aldı; dolgun, gergin. Sarstı. Kadın kıpırdamadı; ‘Geldin mi dayı?’ dedi uykusunda. Bir daha sarstı; ‘Uyansana kız!’

Gözlerini açıp doğruldu: ‘Kalkıyom ağa.’

‘Kalkma, öte git biraz.’

Yatağın ötesine kayarken Zebercet’in çıplak göğsüne, kısa donunun önündeki kabarıklığa baktı; arkasını dönüp yattı. Yatağa girdi, sırt üstü çevirdi. Kadın gözlerini kapadı. Donunu güçlükle çıkardı, attı. Kılları gürdü. Üstüne abanıp soluya inleye aldı. Az sonra doğrulduğunda kadın upuzun yatıyordu. Eğilip dinledi: soluğu düzgündü.

Bu satırlardan da anlaşıldığı üzere Zebercet, gündelikçi kadının rızası olmadan ona sahip olmuştur. Bu olayın en trajik yönü Zebercet, adeta gündelikçi kadına tecavüz etmiş ancak ne tecavüz eden ne de tecavüze uğrayan bunun farkında değildir. Öyle ki Zebercet, gündelikçi kadınla başlayan cinsel yönelimlerini zamanla şizofren kimliğinin de etkisiyle nesnelere yöneltmiştir.

Nesnelere yönelttiği cinselliğinin ilk hedefi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının otel odasında unuttuğu havludur.

Havludan -bir anlamda- hırsını aldıktan sonra da hedefini kadının bir gece başını koyduğu yastık olarak belirlemiştir.

“Soyundu, giysilerini askıya astı. Ayaklarını yıkadı; otelin havlusuyla kuruladı. Dönüp yatağa girdi, yorganı üstüne çekti. Yastığı çevirdi, sarıldı; yüksek sesle ‘Gelmeseydin ölürdüm…’dedi. Yastığı kokladı, öptü… Sıcaktı içerisi; avuçları terliyordu. Doğruldu, yorganı ayakucuna itti. (….) Kadının unuttuğu karaları ince; sarıları, kırmızıları kalın çizgili havluyu demirden aldı; yatağın ortasına serdi, yastığın bir ucunu havlunun altına çekip abandı; sarıldı. Yüksek sesle bir daha ‘Gelmeseydin ölürdüm.’ dedi. Kadın bir şey sormuştu anlaşılan; ‘Evet’ dedi. (….) kadınınkine benzetmeye çalıştığı ince bir sesle ‘…bırakma sakın; nasıl seninim.’ dedi.”

Aslında kendini cinsel açıdan tatmin etmeye çalıştığı bu sahne bile bir taklit ürünüdür. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de nesneler aracılığıyla cinsel açlığını yenmeye çalışırken kullandığı ‘Memelerimi de ısır, başlarını da’ sözüdür. Çünkü bu sözü aslında Kadriye Kalfa ile sevişen besleme kullanmaktadır. Zebercet ‘nasıl seninim’ kelimesini de otelde konaklayan karı-koca öğretmen çiftin kapılarını dinleyerek bilinçaltına yerleştirmiş ve nesnelerle sevişirken de tekrar etmiştir.

Gerçek, özgün bir karakteri yoktur Zebercet’in. Sevişme anları dâhil kendine ait hiçbir davranış ortaya koyamaz. Çünkü bugüne kadar toplumsal düzene harfiyen uymuş, geçmişinde yer almış insanlardan rol çalarak yaşamını sorunsuz devam ettirmiştir.

Gündelikçi kadını boğması ve kendi intiharı da aslında yine rol çalarak gerçekleşmiştir:

– Demek siz… Faruk… Faruk Bey, af buyurun, kendini asmış dedilerdi de şaşmıştım. Fevziye Mektebinde birlikteydik çocukluğumuzda. Yakınımda otururdu sınıfta ama pek konuşmazdık. Ötekilerle de pek iyi değildi arası. Misçi Kerim’in Cevdet gibi onu da arabasıyla getirip götürürlerdi. Sabahları avluya toplanıp bakardık. Hiç unutmam: kapalı, pencereleri, tek atlı bir araba; sırma püsküllü fesiyle arabacı. Araba gidince çekingen, başı eğik girerdi avluya. Bizden büyücek birkaç oğlan bağrışırdı: ‘Çalıma bak.’ ‘Gömleğinin yakası, çekilmiyor cakası.’ Falan. Bir kıyıya çekilirdi. Ders aralarında ittikleri, çelme taktıkları da olurdu. Hocaya söylemezdi. Bir gün irice bir oğlan itmişti arkasından; birden dönüp boynuna atıldı; zorla ayır…

– Boynuna mı atıldı? Nasıl, anlamadım.

– Birden dönüp üstüne atıldı, yere yıkıldılar. İki eliyle boynunu sıkıyordu; asıla asıla aldılar üstünden.

– Bıraksalar boğar mıydı?

– Bilinir mi… Af buyurun, Faruk Bey neyiniz olur sizin?

– Dayım. Haşim Beyin ortanca kızının oğluyum.

Bu diyalog aslında bizim için bir işarettir. Çünkü ilerleyen sayfalarda Zebercet, dayısının yarım bıraktığı işi tamamlar.

“Birden abanıp kadının boynunu sıktı”’

Ve yine Zebercet’in ölüm biçimi -tıpkı dayısının yaptığı gibi – kendisini asmaktır.

Bu örnek de gösteriyor ki Zebercet yaşam ve ölüm biçimiyle taklitler üstadıdır. Çünkü “öz”ünü bulamamıştır. Özünü bulamayan her birey gibi özgün hiçbir davranış ortaya koymamıştır.

Zebercet dış dünya ile iletişimsizliğinin eserin başında henüz farkında değildir. Anayurt Otel’i sakinlerinin belki de genel özelliğidir. Gündelikçi kadın da Zebercet de kendi iç dünyasının dehlizlerinde yaşamaktadır. Ancak ikisi de bunun farkında değildir. Zebercet’in bir anlamda kendisiyle yüzleşmesi ‘gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın’ın gelmesiyle olmuştur. Bu durumla yüzleşmesi de yeni bir sonuç doğurmuş, ‘sağlıklı bir ilişki’ kuramadığı gündelikçi kadını öldürerek bu başarısızlığından kurtulmak istemiştir.

Peki, Zebercet’i cinayet işlemeye ve ardından da intihar etmeye sürükleyen şey nedir?

Hayatını ritüeller eşliğinde ‘kendince’ yürüten Zebercet’in düzenini “gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” bozmuştur. Onun gelebilme ihtimaliyle kendine yeni kıyafetler almış, her zaman tıraş olduğu berberin dışında bir berberde de bıyıklarını kestirmiştir. Artık açılacak kapı, kapıdan girecek kişi, bütün bu anları bekleyiş anlam kazanmıştır onun için.

Yarattığı içsel kabuğunda bu zamandan kopuk yaşamaktadır Zebercet. Saatin hep iki dakika geri olması da bu nedenledir. Takıntıları saat gibi basit olgularda karşımıza çıkmaktadır. Müşterisini tam vaktinde uyandırmak için kapısında dolanarak vakit geçirme çabası da yine aynı takıntılarla açıklanabilir.

Üzerinde durduğum bütün noktalar onun içsel kabuğunun birer parçasıdır. Bu zamanın adamı olmadığını kanıtlarcasına Anayurt Oteli’ni kapatması da durumu somutlaştırmaktadır.

Yusuf Atılgan eserin sonunda Zebercet’in ölüm anını anlatırken okuyucuyu kaçılmaz bir durumla baş başa bırakmıştır.

Zebercet kendini astığında donunun sol paçasından fildişi renginde koyuca bir sıvı akmıştır. Tahmin ettiğiniz gibi bu “meni”dir.

Zebercet’in menisi bütün insanlığın üzerinde damlamıştır…

Artık kaçış yok…