İstenmediğinizi ve  o an orada olmamanız gerektiğini düşündüğünüz ortamlar vardır. İşte bu şehirde, İstanbul’da kendimi öyle hissediyorum; fazlalık. Düşüncelerim ruhuma, ruhum bedenime, bedenim şehre fazlalık geliyor.

Geçen yıl soy ağacı bilgilerinin açıklanması herkeste büyük heyecan yaratmıştı. Ben az çok biliyordum ama kayıtlarda görmek başka tabii. Dedemin dedesi dahil İstanbulluyuz. Onun öncesine henüz ulaşamadık. Yani burası benim köyüm. Kütük Beyoğlu. Zaten bu şehre köklerimin epey derinden bağlı olduğunu hep hissederdim. Çok severdim. On beş günlük yaz tatilinden döner, bavulumla İstiklal’e çıkardım. En azından Galatasaray’a kadar yürüyüp soğuk bir bira içmeden eve gitmezdim. İnsanların yüzlerine bakar, çeşit çeşit ırkın, mezhebin, inanışın, maaşın, kokunun arasından akar kaybolurdum. Tanıdık mekanları, tanıdık yüzleri selamlar, Atlas Pasajı’nın önünden geçerken “Film festivali dönemi başlasın artık,” diye geçirirdim içimden. Yaz şimdiki gibi kavurmazdı. İstiklal Caddesi’nde ağaçlar vardı. Gölgesinde soluklanmalar, hal hatır…

Benim köyümün ağaçlarını kestiler. Bu daha başlangıçtı. Evlerini yıktılar, kahvesini kapattılar, ahırlarını yaktılar, hayvanlarını katlettiler. Köyümün toprağını örttüler. Bereketini kuruttular. Bulutunu, gününü kararttılar. Güneş doğmaz oldu. Doğduğunda hep gri. Gökdelenleriniz, yüreğimi deliyor. Köyümün insanları neredeler? O tanıdık yüzler silindi. Eskitemedik, eskiyemedik. Emeklerimizi koruyamadık. Kara perdeler aldı ışığımızı. Bedenime, aurama saygı kalmamış. Ait hissedemiyorum. Her şey çok. Trafik çok, insanlar çok, kötü niyet çok, rant çok, açlık çok, üzgün çocuk çok, kaçan, koşan çok, enerji çok… Yüklü, ağır… Aşırı, fazla, fazlalık… Ben de kendimi fazlalık hissediyorum. Kendi köyümde, kendi köyüme yabancıyım.

İstiklal’e çıkamıyorum. Kaosun bir parçası oluyorum sanki. Utanıyorum. Şehrin her köşesindeki adımım, harama el uzatmak gibi. Bastığım betonun altında çiğnediğim toprağa yanıyorum. Suçlu hissediyorum. Her an tetikte yaşamaktan yoruluyorum. Aldığım nefes hastalık, yediğim meyve zehir. Duvar çatlaklarından, büyük gayretle gün ışığına yükselmeye çalışan filizlere hayranlıkla bakıyorum. Neden böyle karamsar oldum? Neden daha otuzlarımın başında çocukluğumu deli gibi özlüyorum? Daraldıkça “Süper Baba”, “Bizimkiler”, “İkinci Bahar” izliyorum. Doksanlar müzik listeleri, sığındığım mağaram gibi. Kar yağsa da kar topu oynasak. O da yağmıyor. Bir küslük var sanki. Yıllardır düzenli gelen mektuplar seyrekleşti, artık hiç yoklar gibi. Kırdım, kızdırdım mı? Benim payım ne? Mektupları yazana bir şey mi oldu? Öldü mü yoksa? Yoksa ben mi öldüm? Kaç sağ, kaç ölüyüz?

Özür dilerim İstanbul. Sırtındaki yükün parçası olduğum, sistemin çarkına çomak sokamadığım ve hatta o çarkın içinde şuursuzca dönmek zorunda kaldığım için çok özür dilerim. Mecburiyetlerimin sığlığında karaya oturdum. Çakıldım kaldım. Gitgide kirleniyor deniz, sular bulanık. Benim kendi fazlalığımdan, artığımdan farkım ne? Kaç kişiyiz bunun farkında olan? Kısacası, Sezen’in de dediği gibi, “Ortağı olmuşum düzeneğin, kendimi boğasım var.”