İki yüzlülük, çok yüzlülük, genellikle negatif anlamda kullanılan kavramlar olagelmiştir. Ve fakat, statükoda kullanılan manasından arındırırsak ve sadece özsel bir tanımlama yapacak olursak, tek yüzün iki boyutlu, tek düze dünyasından bizi çıkararak, üçüncü boyuta, derinliğe ve diğer anlamlara ulaştıran da o çok yüzlülüğün kendisi olur. Çok yüzlülüğün değerini daha da iyi anlamak için de cisimleştirmem ve hatta o cismi özneleştirerek konuşturmam gerekirdi. Ama madem bu kadar “yaratıcı” özelliklerim yok, ben de Türkiye’de çok yüzlülük denilince sanatından mütevellit aklıma gelen ilk ismi, seslendirme sanatçısı, aktör ve müzisyen Harun Can’ı buldum.

Keyifli bir akşamüstünü daha da keyiflendirmenin yolu Deadpool, Joker, Bugs Bunny, Tsubasa ve Örümcek Adam’la Nişantaşı’nda oturup muhabbet etmek olurdu diyenlerdenseniz, sizi de muhabbetimize ortak olmaya, benim sorularımın çizdiği çerçevenin de dışına zevkle taşan Harun Can’ın gözlerinden çok yüzlülüğün keyfini çıkarmaya davet ediyorum.

Önemli not: Bir röportaj ne kadar keyif vericiyse, yayına hazırlık süreci de o kadar yorucu olur. Röportaj dilemmasıdır bu. Bu röportajda da sevgili Harun Can’ın cevaplarında fark ettiğim pür samimi ve kıymetli anlam örgüsünü biraz bile olsa zedelememek adına bir karar verdim ve röportajı kısaltmadım. Yazı karakteri kısıtlamasının normlaştığı bir internet dünyasında, kısıtlanmamış, daha da öze yol alan yazıların ve okurların da halen var olabilirliği halinin bu dünyaya özgün bir yüz daha kattığını düşünüyorum. Keyifli okumalar.

Tahsin Bilge Avcı: Hoş geldiniz.

Harun Can: Hoş bulduk.

TBA: İlk başta karşımızdaki insanı tanımak isteriz. Tabii bunu tanımayanlar için söylüyorum, varsa..(gülüşmeler) Herkesin hayatında işine, sanatına başladığı bir kritik nokta ya da süreç vardır. O kritik nokta Harun Can’da nedir ve o başlangıçtan sonra süreç nasıl devam eder?

HC: Yalnız bir çocuk olmak. Kritik nokta bu. Çünkü ben bu işe başladığımda çocuktum. 6-8 yaşlarında profesyonel hayata, mesleğe atılmış oldum. Diğer çocuklar aşağıda top oynuyorken ben bir anons gördüm “TRT kendi kurum ihtiyaçları için sınavla çocuk sanatçı alacaktır ve yetiştirecektir.” diye. Ve “Ben bu sınava gireceğim.” dedim. Ailem de sağ olsun engellemedi. Ben bu sınavı kazandım ve burada yetiştirildim, ilk eğitimim burada. Yani 80’li yılların ikinci yarısında başlayan bu iş 1997 yılında konservatuvara girmemle neticelendi ama o zamana kadar radyo tiyatrosundan haber spikerliğine kadar televizyonda yapmadığım iş kalmadı.

TBA: Alaylı başladınız yani?

HC: Aslında alaylı olamıyorsunuz çünkü TRT içerisinde verilen eğitim o kadar ağır bir eğitimdi ki, TRT’nin tek kanal olduğu zamandan bahsediyorum, canlı yayında bir sorun çıktığı zaman necefli maşrapanın(1) çıktığı zamanlardan bahsediyorum. Niye maşrapa abi? (Gülüşmeler) O dönemde kurumda çok ciddi bir disiplin vardı. Açıkçası şu an o kadar değil. Ben oradan yetiştim o yüzden bazı konularda takıntılı biçimde disiplinli olduğum söylenebilir.

TBA: Sonra nasıl gelişiyor kariyeriniz? Zaten sektörün içerisinde sanatınızı yapmaya devam ediyorsunuz akabinde de konservatuvar macerası var.

HC: Ben zaten TRT içerisinde pek çok şeyi yapmaya başladım. Çocuk programları yapmaya başladık, yarışma programları sundum, dizilerde oynadım yani sayısız iş yaptık. Her sezon 4-5 farklı projede yer aldık neredeyse. Bir yandan radyoda projeler yürüdü. “Çocuklarla Başbaşa, Arkası Yarın, Çocuk Bahçesi”(2) 90’lı yıllarda yetişkin olan herkes bunları hatırlayacaktır diye düşünüyorum. 1997 yılında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nü kazandım. Dört senede oradan mezun oldum. Öğrencilikten biraz sıkıldım ama sorun değil, katlandım.

TBA: Tiyatrodan mı sıkıldınız?

HC: Tiyatrodan sıkılmadım. Bu hiperaktiviteyle ilgili bir şey olabilir belki, bilmiyorum. Ben aceleci biri değilim ama çabukluğu severim. Hızlı hareket ederim, genel olarak yapım budur. Ama bu şey değil, bir şeyi üstünkörü yapmaktan bahsetmiyorum. Sıkıldım derken burada bir espri yapıyorum aslına bakarsanız, tabii ki o dört sene bana çok faydalı oldu. Benim kendimde pek çok şeyi keşfetmemi sağladı. Pek çok konuda içimde yeni kapılar açılmasını sağladı. Bu anlamda hayatımın her döneminde eğitimin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışıyorum çünkü bizim ülkemizde sanatla ilgili işler sanki göklerden içinize bir ışık girmiş de öyle yapılıyormuş gibi davranılıyor. Elbette, yetenekli olabilirsin. Ama yetenek ve bunu ortaya çıkartmak, ticari bir değer haline getirmek, farklı uzmanlık alanları. Bu eğitimle olabilecek bir şey. Ham güç çok etkisiz. Anlatabiliyor muyum? O gücün işlenmesi ve doğru kullanılmaya başlanması gerekiyor. Bu da ancak eğitimle olabilir.

TBA: Biz bir seslendirme sanatçısıyla ilgili, farklı sanat türlerinde mesela görsel sanatlarda da benzer durum var, genelde işin hep ürün halini görüyoruz. Hazırlanıyor, bize geliyor sinemaya gidiyoruz, Deadpool var “Aaa oley” diyoruz. Belki biraz ilgisi olanlar da stüdyoyu az biraz bilirler. Benim asıl merak ettiğim de, stüdyoya, seslendirmeye girmeden, binaya adım atmadan önce bir seslendirme için Harun Can ne yapmıştır? Ne yapar?

HC: Hımmm…

TBA: Uyanır.

HC: Uyanır (gülüşmeler) evet, öncelikle uyanır. Benim kahveyle çok ciddi bir ilişkim var. Gerçekten kahve hayatımda önemli bir yer kaplıyor. Bu yüzden dünyanın çeşitli yerlerinde “Kahve nasıl yapılır?”ı öğrenmeye çalışmış biriyim. Benim günüm bir seri espressoyla başlar. Çünkü benim o kafeine ihtiyacım var. Ben o algıyı açan durumu seviyorum, o sürati seviyorum. Benim işim reflekslerimizin daima kontrol altında ve dakik olmasına bağlı. Refleksiniz vardır evet ama onu doğru kullanamıyorsunuzdur, kendinizi kurtaramazsınız kaza sırasında. Çarpışmadan hemen önce şu hareketi yapmak var (Tam o anda direksiyonu kırıyordur Harun Can.). Buna geç kalmak ya da erken hareket etmek var, anlatabiliyor muyum? Şimdi bir kere şunu söyleyeyim, benim işim donanımlı olmayı gerektiriyor. Hazır olmayı gerektiriyor ve bu, şu demek değil, yani işe gitmeden önce bir saat şunu yaparım da hazırlanırım değil. Hayır. Hayatının her anı, her dakikası, her saniye, uyanık olduğun her an önüne mikrofonu koydukları anda bunu yapabiliyor olman gerekiyor. Bunu yapamıyorsan eğer, bu işi yapamazsın. Ha yaparsın, mutlu olamazsın. Benim tabii ki haddime değil; kimin yapıp kimin yapamayacağını söylemeye çalışmıyorum.

Bunun mikrofonu şu tarafta şöyle koyalım daha iyi olur. (Gülüşmeler) (Harun Can ikinci, yedek, ses kayıt cihazımızın mikrofonunun konumuna karışıyor o esnada. İşin uzmanı bu hareketi yapınca asla ses çıkartmıyor, zevkle doğru konumlandırmayı yapmasını izliyoruz.)

Bir kere hazır olmak gerekiyor. Farklı farklı konularda bilgi sahibi olmak gerekiyor çünkü ben kuantum fiziğini anlatan bir belgesel mi seslendireceğim yoksa bir süper kahraman mı konuşacağım bilmiyorum. O kahraman dünyanın garip bir yerinde mi olacak bilmiyorum. O, Güney Afrika’daki bilmem ne kasabasının ismi nasıl söyleniyor bilmem gerekiyor. Oradaki insanların adetleri nasıl, az çok fikir sahibi olmam gerekiyor ki filmde on beş sahne sonra karşıma bir olay çıkartacak olan, oyunuma etki edebilecek bir şeyi anlayabiliyor olayım. Çünkü benim işim provasız bir iş. Ben stüdyoya giriyorum, bilmediğim bir filmi, hiç görmediğim bir metinle, kulağıma gelen ilk defa duyduğum seslerin üzerine konuşarak yapıyorum. Tekrarı yok. Hiçbir şekilde “Aa bu filmin kaydı iyi olmadı, bu yanlış oldu, hadi bir daha alalım.” gibi bir seçenek yok. Bazen gün geliyor 5-6 film seslendiriyorum. Ben izleyin desem izleyemezsiniz.

TBA: Yani bir film iki saat değil de, bütün hayat artı iki saat gibi devam ediyor bir seslendirme sanatçısı için…

HC: Öyle denebilir, bütün hayatım bir film gibi sürüyor. Hayatımın içinde binlerce film, binlerce dizi, belgesel, çizgi film var. Dikkat ederseniz kişi olarak vücut dilim, yapım, duruşum bakışım her şeyim aslında bunlarla birbirine karışmış durumda (Bu noktayı daha iyi anlamanız için mutlaka kendisinin Youtube kanalına yönlenmelisiniz (3)). Çünkü benden bir parça orada var, onlardan bir parça da bende var. İşte bu benim işimin içinde yaşayan bir varlık olmamı sağlıyor. Ben bunu nefes alır gibi yapmazsam eğer; bir, yaşam standartlarımı koruyamam. İki, samimiyetimi koruyamam. Üç, gerçek olmaz.

TBA: Aslında tam burayla ilintili devam etmek istiyorum, güzel yerde bitirdiniz. Daha bugün öğrencilerimden bir tanesiyle konuşurken “Deadpool’u seslendiren adamla röportaj yapacağız dedim”, “Hocam biz o filmi özellikle dublajlı izlemek için tekrar sinemaya gittik.” dedi. Yani o kadar özdeşleştiniz karakterle. Şimdiki jenerasyon Deadpool’la(4) sizi iyice özdeşleştirdi, bizim jenerasyon için de Tsubasa’dır Harun Can. Tabii o yaşlarda Harun Can diye bir adamın varlığından biz bihaberdik. Ama Tsubasa’yı her sabah annemin sesini duymadan önce duyardım.

HC: Tabii tabii şu an öyle mesajlar geliyor sosyal medyadan mesela. “Abi annemden babamdan çok senin sesini duyuyorum.” diye. (Gülüşmeler)

TBA: Bu yıllarca böyle geldi, önce bizim jenerasyon, sonra onlar duydu, sonrakiler de duyacak, ben oradaki hissi merak ediyorum. O materyal tarafından ziyade hislerle ilgili tarafta. Yani sürekli duyulduğunuz zaman bu insanın kafasında normalleşiyor mu? Yoksa o sürekli duyuluyor olmanın insanlar üzerindeki, görmediğiniz anlarda da sizi duyuyor olduklarını bilmenin hissi nasıl bir şey?

HC: Hımmm…

TBA: Her an, yani şu an biz bu röportajı yaparken de birileri Harun Can’ı duymaya devam ediyor.

HC: Evet ve şu an çevremizde oturan herkesin evindeyim bir biçimde. Bu benim için normal bir şey, ben bunun içine doğdum. Yani ben, beni bildiğimden beri bunu yapıyorum. 6-7 yaşındaydım ve televizyonda her gün bir şekilde vardım. Her evin içine bir şekilde giriyordum. Ve bu hala devam ediyor. Benim bildiğim hayat bu, ben bundan başka bir hayat bilmiyorum. O yüzden bunu mukayese edebilecek veriye sahip değilim. Ama normal bir insanım onu da söyleyeyim. (gülüşmeler) Sosyal medyada doğan “Mutlaka eleştirmem lazım, eleştirmek benim için nefes almak gibi bir şey,” (5) algısının altını doldurmak gerek. Eleştiriyi en çok destekleyen insanlardan biriyimdir ama eleştiri içerisinde bilgi barındırmak durumundadır. Ben karşımda eleştiri getiren insanın eleştirdiği konu hakkında ne kadar birikim sahibi olduğunu bilirsem ancak onu dikkate alabilirim. Ben şunu yapamam mesela, güzel bir binanın mimarı mühendisi karşıma oturunca “Yalnız şunun statiği bana pek iyi gelmedi.” desem. Adamlar “Ne diyorsun arkadaşım sen?” der. (gülüşmeler) Bizde öyle bir şey var ne yazık ki. O ayrımı doğru kurmakta fayda var .

TBA: Tam tersi, pozitif görünümlü “teşviki” de oluyor onun. Bana da bazen insanlar geliyorlar, “Aa senin ses tonun ne kadar güzel sen dublaj, ses sanatçılığını denesene.” diyorlar…

HC: Evet, o konuda benim Youtube kanalımda videolar var mesela.(3) Sırf bu derdi anlatabilmek için. Bana böyle her gün sayısız mesaj geliyor. “Arkadaşlarım sesimin güzel olduğunu söyler.” Yazdıkları bu. Size bir işi öneren insanın size önerdiği iş hakkında derinlemesine bilgi sahibi olması gerekiyor çünkü birine bir iş önermek demek onun hayatını değiştirmek anlamına geliyor. Birinin bir işe uygun olmadığını anlaması beş yıldan başlıyor. Çünkü işin içine giriyorsunuz, “Öğreniyorum şu an,” diyorsunuz, sonra biraz bir şeyler öğrendiğinizde, “Bu kadar zaman verdim biraz daha devam edeyim” diyorsunuz. Beş yıl geçiyor sonra diyorsunuz ki “Hiçbir yere varamadım ben, çok sıkıntı yaşıyorum niye böyle? Ama beş yılımı verdim.” Beş yılı kaldırıp atmak zor geliyor. Haydi on yıl oluyor. Yaş geliyor 40’a. İş yapmaya gayret eden birine dönüşüyor birey. Ne oldu? O okuldaki bilmem ne öğretmeni ona “Seslendirme sanatçısı olsana.” demiş. Ne diyelim şimdi o öğretmene? Aferin mi?

TBA: Aynen öyle. Tsubasa’yla girdik madem… Ben iyi bir anime izleyicisiyimdir, fena da bir sinema izleyicisi de değilimdir. Anime, sinema, belgesel seslendirmede ne gibi farklar var ya da fark var mı olmalı öncelikli soru?

HC: Her iş farklıdır. Yani şunu söyleyeyim, ben böyle bir kategorizasyon yapmam. Belgesel, çizgi film, sinema filmi, televizyon filmi falan gibi bir kategorizasyon yapmam. Ben her işe kendi içinde bakarım. İşin gereği neyse onu yaparım. Burada da şöyle bir ayarım var. Hiçbir şekilde işin önüne geçecek bir hareket yapmam. Ama işe hizmet edeceğine inandığım şeyi yaparım ve bunu kabul ettirmek için de sonuna kadar savaşırım.

TBA: Karaktere yeni bir yorum katmak gibi noktalardan mı bahsediyoruz?

HC: Tabii tabii. Şu var bakın, bizim yaptığımız iş seslendirme olarak geçiyor ama biz lokalizasyon işi yapıyoruz aslında, bu iş bu. Yani bizim kültürümüze geçemeyecek, bizim kültürümüze hitap etmeyen, bizdeki hedef kitlesini kucaklamayan bir işi buraya taşıyoruz, bu kültüre, bu hedef kitleye hitap eder ve onları eğlendirir bir iş haline getiriyoruz. Üzerine bir şey koyuyorsun. Yoksa altyazı yaparsın, bir sürü şey yaparsın. Deadpool’u bence böyle bilinir yapan şeylerden biri de budur. Çünkü Deadpool’da, buradaki kitleye hitap edecek bir karakter yaratıp, o karakterin içinde yaşayabilecek bir biçimde sunma imkanı yakaladım. Anlatabiliyor muyum? Şu da tercih edilebilir, filmdeki karaktermiş gibi davranarak da iş bitirilebilir. Niye “-miş gibi” yapayım? Benim daha iyisini elde etme imkanım var. Bu şekilde anlatınca insanlara çok iddialı geliyor. Ancak, öyle değil, ben şu an insanlarla iç içeyim. Bana sosyal medyadan her gün binlerce mesaj geliyor, çeşitli platformlar üzerinden. Bunların içerisinde çok ciddi bir kısım “Maskeyi çıkartsak altında senin yüzün çıkacakmış gibi geliyor.” diyorsa eğer, burada bir şey tamamdır. Çalışmıştır. Deadpool’u başarılı bir iş yapan şey işte bu samimiyettir. Çünkü ben hedef kitleyi izliyorum. Hedef kitlenin beklentilerini izliyorum ve bunları dikkate alıyorum. Benim için 13, 14, 15, 16 yaşında sokakta yürürken kimsenin dikkat etmediği kardeşimin ne istediği önemli. Çünkü o arkadaşım yarın 20, 25, 30 yaşında olacak. Bizim bir işi canımızın istediği gibi yapmak gibi bir lüksümüz yok, eğer kitleye sunuyorsak bunu. Kısacası, ben işimi şu an beni takip eden, benimle bir şekilde etkileşime giren, sosyal medyada İnternet ortamındaki insanlarla birlikte yapıyorum. Biz bir ordu olarak çalışıyoruz aslında. 🙂

TBA: Bu da bana şunu anımsattı, edebiyatta özellikle şiir çevirisinde vardır, şiiri yorumu, anlamıyla Türkçeleştirerek mi çevireceksin, yoksa olduğu gibi pür bir çeviriyle mi sunacaksın ya da şiir doğası gereği çevrilemez midir?(6) Burada da sorum devreye girebilir, son dönemin iyice kızışan tartışmalarından biri…

HC: Seslendirme sanat mıdır, zanaat midir? (Gülüşmeler)

TBA: Yok ben o soruları sormam, merak etmeyin.

HC: Güzel.

TBA: Benim sorum şu olacak, altyazı ve seslendirme arasında en azından bazı izleyiciler gözünde bir kavga var. Hatta şöyle diyenler var “Filmler dublajlı mı izlenirmiş ne kadar saçma”. Çok iyi biliyorsunuz kimlerden bahsettiğimi…

HC: Anladım, anladım. Abi bir kere şu kafadan bir çıkalım. Entelektüel olmayı istiyoruz değil mi Sorsan, fikrin altında bilgi yok. Yani sinematografi mi konuşacağız? Kadraj üzerine konuşamayacak adamın altyazı ya da dublaj üzerine konuşması bir garip geliyor. Onu da geçtim. Şimdi kimseyi yermek de istemiyorum. Tercihler bireyseldir ve benim haddime değil kimin neyi tercih ettiği ya da kimin neyden hoşlanmadığı. O hoşlanmayabilir, hiç sorun değil. Ama şu yapılmasın, “Bu yasaklansın”, “Şu keşke olmasa” gibi başkalarının tercih ettiği bir şeyin yok olması üzerine cümle kuranları sağlıklı bulmuyorum. Saçma sapan şeyler bunlar. Bireysel özgürlükler üzerinden, birinin tercih ettiği bir şeyi senin tercih etmiyor olman, bir başkasının tercih ettiği şeyin kötü olduğu anlamına gelmez. Bir kere bu konuda bir uyanmak lazım. Dublaj, altyazı da değil bu sadece, genel bir mantalite problemi. Bunu bir kenara koyalım ama şöyle bir kalabalık var: “Bak ben ne kadar kültürlüyüm canım, ben altyazılı izliyorum filmleri şekerim” söylemi geliştiren… Haydi canım?

TBA: Şu söyleme biçimini aktarabilsem yazıya keşke…(Gülüşmeler)

HC: Anadili gibi İngilizce konuşuyordur, filmi gerçekten izlediğinde, slang’e(7) falan hakimdir, bununla doyuyordur, bu onu mutlu ediyordur. Böyle bir eleştiri getirebilir, başımın üstünde yeri var. Altyazı ile izlemekten keyif alan kitlenin başımın üstünde yeri var. Ne güzel? Ancak, altyazılı izlediği için seslendirme işine ve seslendirme ile film izleyenlere sövenlerin oturup “Ne yapıyorum ben ya?” diye bir düşünmesinde fayda var sanki…

TBA: Bahsettiğin kişi de altyazı bile kullanmaz ama zaten…

HC: Doğru ama, iyi dublaj var kötü dublaj var. Sen iyi dublaj ve kötü dublaj arasındaki farkı algılayabilecek kabiliyete sahip olmayacaksın, ama dublaja topyekün imha diyeceksin. Yok ya? Saçma değil mi?

TBA: Kesinlikle.

HC: Şu an bizim elimizdeki teknoloji, bir filmi altyazılı, orijinal, İspanyolca, Çince, Türkçe falan filan dublajlı/dublajsız izleme imkanı tanıyor bize. Dublajın var olması kimsenin özgürlüğünü kısıtlamadığı gibi bir seçenek sunuyor insanlara: “Sen bu işi kendi dilinde izleyebilirsin.” Dil bir toplumun en kıymetli unsurudur. Çünkü bireyler birbiriyle konuşarak anlaşır. Sorunlarını konuşarak çözer. Ve yeterince akıcı, etkili ve doğru konuşamayan bireyler problemlerini anlatamadıkları için sorunlarını çözemez. Günün sonunda insan ilkeline döner ve dönüşür. Arkadaşım sen dilini korumak zorundasın. Bu sinema olabilir, televizyon olabilir, ne olursa olsun. Senin dilin bir yerde iyi, güzel, etkili ve akıcı biçimde konuşuluyor olmalı. Ayrıca, bu ülkede çocuklar konuşmayı televizyondan öğreniyor. Bu çocuk kendi ana dilini nereden doğru bir biçimde duyacak? Bunun yaşlısı var, gözü iyi görmeyeni var. Şimdi pek çok duyma problemi yaşayan insan altyazılı filmler sayesinde sinemada keyif alabiliyor. Ben şunu diyebilir miyim bir seslendirme sanatçısı olarak, “Altyazılı film yapılmasın hepsine dublaj yapalım, para kazanacağız kardeşim biz!” desem bu salakça olmaz mı? Bu insanlara ayıp olmaz mı?

TBA: Fazlasıyla. Ben de diğer sorumun cevabını da aldım bu vesileyle. Çünkü hak olmasının da dışında bu minvalde düşünen insanlara hangi argümanlarla yaklaşmamız gerektiğini soracaktım. Bu cevaplar da yeterince tatmin edici. Ki bence de dil konusu o kadar önemli ki… Ailesinin ilgilenememesinden de öte, layığıyla Türkçe konuşabilen kişi sayısı ne kadar ülkemizde?

HC: Evet. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Burada bizim önem vermemiz gereken bir şey var veşunu da örneklendirebilirim, ben pek çok ülkeye gitmiş biriyim. Bütün gelişmiş medeni toplumlarda ve ülkelerde dil kotaları vardır sinema sektöründe, televizyonda. Yani siz sinemalarda bir filmi gösterime soktuğunuz zaman, belli sayıda kopyayı o ülkenin anadilinde yayınlamak zorundasınız. Bu yasalarla korunan bir şey. Bu bizde de olmalı.

TBA: Bu arada seslendirme sanatının Türkiye’deki durumu kötü değil diye biliyorum.

HC: Dünyanın iyilerinden biriyiz biz.

TBA: Muadilleriyle kıyasladığımızda nasıl durumumuz, analiz edecek olursak?

HC: O “dublajlı film mi izlenir” diyenler için belirtmeliyim ki seslendirmedeki iş kalitesi, gerçekten dünyada parmakla gösterilecek kadar iyi. Bunu ben söylemiyorum. Bizim yurt dışında çalıştığımız firmalar söylüyor. Ortada zaten, yan yana koyun filmleri görürsünüz yapılan işin kalitesini. Elimizde iyi bir şey var. Bu iyi şeyin arkasında ona destek olup, bununla parlak, iyi bir vitrin oluşturup, bundan kazanım sağlamak lazım. Biz iyiyiz. Bu işi iyi yapıyoruz. Daha iyi yapabilir miyiz? Evet. Daha iyi yapmamızı önleyen bazı sorunlar var mı? Evet. Neye ihtiyacımız var? Yasalar nezdinde bu mesleğin bazı problemleri var. Benim için bunun olabilirliği kıymetli bir şey. Bu meslekte 40-50 yıldır çözülememiş bazı sorunlar var. Örneğin telif problemi var.

TBA: Bu cevap bende iki tane soru doğurdu. Birincisi, bir işte iyiysek neden iyi olduğumuzu da vurgulamak gerek. Yani belki de diğer bazı sanat dallarında ulaşamadığımız bir seviyede seslendirme sanatı. Bu farkın sebebi? “Seviyoruz”dan fazlasını bekliyorum.

HC: Samimiyetle konuşayım mı?

TBA: Tabii.

HC: Seslendirme işinden kazanılan paralar bu işin emeğinin, zorluğunun, kaybettirdiklerinin ve sizden götürdüğü zamanın karşılığı değil kesinlikle. Yakınından bile geçmez. Bu işi yapıp da yarına güvenle bakan insan sayısı azdır. Neden bu kadar iyiyiz biliyor musunuz? Bakın ne mübalağa ediyorum ne de politik konuşuyorum. Bu işi yapan insanlar bu işi ve insanları çok seviyor. Bakın şunu çok net söyleyebilirim. Televizyonda seslendirme işlerinde duyduğunuz insanlar o kadar iyi kalpli insanlar ki, o kadar iyi niyetli insanlar ki… Saflık derecesinde iyiler. İşe aşkla bağlılar. İşi yapmaya aşıklar ve bu işi sevgiyle yapıyorlar. Birine bir iş yapması için ne kadar para verirseniz verin, o işi iyi yapan şey o kişinin işe olan sadakati ve sevgisidir. Hiçbir kiralık eleman işe sizin kadar sahip çıkmayacaktır. Bu insanlar hem emeklerinin karşılığını alamıyor, hem hiçbir güvenceleri olmadan bu işi yapıyor hem de işi çok seviyorlar. Ve seyirciyi seviyorlar. O işin karşısında duran ve yeri geldiğinde sosyal medyadan küfürler eden, hani şu “dublajlı film mi izlenir?” diyenler de olmak üzere herkesi seviyorlar. Gerçekten, işi iyi yapan şey, sevmek. Ve çok kıymetli bir şey bence sevmek.

TBA: Bitiyor mu peki sevmekle?

HC: Bitmiyor ama işi yapmak için ertesi sabah bir kere daha uyanma gücü veriyor işte daha ne olsun. Beklentiyi düşük tutmakta fayda var. 🙂

TBA: Seslendirme ve diğer sanat alanlarının özdeş çok ögesi var. Kişisel sohbetimizde de konuşmuştuk. Contemporary Istanbul’a uğrama fırsatını bulmuşsunuz, ben de oradaydım. Nasıl gördünüz genel olarak kitleyi? Biraz da sanatçılar, sanatseverlere geri bildirim verse?

HC: Müthiş yetenekli insanlar var çevremizde, onlarla aynı dünyayı paylaşıyor olmak büyük şans. Bunun farkına varabilme lüksü daha büyük bir şans. O yüzden orada emek veren herkese teşekkür ederim. Ama, hani demin demiştik, “Dublajlı film mi izlenir ya?” diyerek ne kadar elit(!) olduğunu anlatmaya çalışan bir garip kalabalık var ya, Contemporary Istanbul’da eserin yanında durup da selfie çekmeye çalışan kişiyle o kişi aynı kişi işte. (Gülüşmeler.) Öyle bir enteresanlık var.

TBA: Sanatın izleyicisi mi yetersiz?

HC: Ben hiçbir zaman izleyiciyi eleştirme taraftarı değilim açık konuşmak gerekirse. Çünkü o onun özgürlüğü, neyi seçtiği, neyi seçmediği. Ben ona karışamam haddime değil, sadece şu, Contemporary Istanbul yetersizdir demiyorum. Contemporary Istanbul gibi pek çok organizasyonumuz olmalı diyorum. Ve bu Gaziantep’te de olmalı, Kastamonu’da da olmalı. Ankara, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Antalya’dan ibaret sanabiliyoruz. Sanmayalım… 🙂

TBA: En köklü film festivallerimizden biri Adana’da yapılıyor zaten.(8)

HC: Evet, bu benim için çok önemli bir şey. Evet, bu sergi var ama ben o esere zaten ulaşabiliyorum bir şekilde. İnternet’ten oradan buradan bir şekilde bunun farkına varabiliyorum. Ben şöyle bir dünya hayal ediyorum, bunun her yerde yapılabildiği, çok ütopik bir şeyden bahsediyorum belki.

TBA: İdealler güzeldir, ne kadar yaklaşırsan o kadar iyi.

HC: Evet. Tabii bunun kârlılığını, yapılabilirliğini bilemem ama keşke olsa… Olmasını dilerim. Çünkü benim ulaşabildiğim şeye, benimle aynı topraklarda yaşayan diğer insanların da ulaşabilmesini arzuluyorum. Bu anlamda benim yaptığım işe televizyonunu açan herkes ulaşıyor. İşimi övmeye çalışmıyorum ama bu da bir kazanımdır.

TBA: Bu gerçek olan zaten.

HC: Eşitlikten bahsediyorum. Aslında çok basit, eşitlik. Herkesin buna ulaşabilmesini sağlamak benim için kıymetli. Derdim bu yani.

TBA: Seslendirmede çok farklı karakterlere çok farklı biçimlerde yaklaştınız. Bir sürü karakter oldu Harun Can, bunu biliyoruz zaten. Biraz da farklı bir yönünüze atlamak istiyorum ben. Geçenlerde sizin müzik albümünüzü(9) baştan sona tekrardan dinledim. Her şarkıda da farklı tatlar yakaladığımı fark ettim. Mesela bir şarkıda heavy metal tınıları alıyorum arada, diğer bir şarkıda rap söyleyen bir Harun Can’la karşılaşıyorum. Birinin sonunda seslendirmedeki karakterlerinizi hatırlatan kahkahalar yükseliyor, bir diğerinde elektronik müzikle karşılaşıyorum. Ben iki alanı çok özdeşleştirdim sizin için. Seslendirmede bir sürü karaktere giren Harun Can, müzikte de o tadı verdi bana. Deneysel diyorum ben aslında bu albüme.

HC: Doğru, öyle.

TBA: Farklı karakterlere girmek de sizin için bir karakter özelliği mi oldu da sanatın bu türünde de böyle yaklaştınız?

HC: Bu benim olduğum insanla ilgili bir şey. Seslendirme işi ile Korkuluk, yani benim albümüm iki farklı alan. Korkuluk tamamen bireysel bir iştir. Benim evde kimseyi karıştırmadan neredeyse karar mekanizmasında, sıfırdan çalıştığım, 13 sene sürmüş iştir. Düzenlemelerin, vokallerin tamamı bana aittir. İçindeki doğrusuyla, yanlışıyla her şeyi benden çıkmış bir iştir. Bu anlamda kusurları da bana yazılmalıdır. Ben insanların renklerine inanan bir adamım. Ve hayat birkaç renkte geçirmek için çok kısa. Işığın içerisinde sonsuz renk var. Karanlıkta da öyle… Bizim, içimizdeki renkleri keşfedip bunları ortaya çıkartma kabiliyetine sahip olmamız gerekiyor. Ben kendimi sınırlayamadım albümde, yani “Ben rock yapıyorum”, “Ben elektronik müzik yapıyorum”, “Ben rap yapıyorum” ya da “Ben klasik müzik yapıyorum” gibi bir şeyle kendimi kısıtlayamadım çünkü o gün onu yapmak istedim. Farklı alanlarda müzik üreten, çok alakasız şeyler hakkında şarkı yazabilen biriyim. Sadece aşktan bahsedemem, öyle biri değilim çünkü. Sadece aşktan bahsetsem kendimden çok sıkılırdım herhalde… 😉 Korkuluk işi tamamen bireysel, benim o an, o şarkıyı yazarken ya da düzenlerken ne hissettiğimle ilgili bir albüm. Benim terapi seansım gibi. Bunu istersen dinlersin, istemezsen dinlemezsin. Belki özdeşleşebilirsin, belki de umurunda bile olmaz. Benim umurumda bile değil. Orada bir şarkıda mesela, bara şöyle elini koyup derdini anlatan bir adam vardır. Bir şarkıda “Voaaaahh” diye bağıran bir adam vardır. Ama bu hayat işte.

TBA: Benim kokusunu aldığım şey de o zaten.

HC: Gerçek olmakla ilgili bir şey. Ben her gün güzel uyanmayabiliyorum, bazı sabahlar saç baş darmadağın köpeklerimle güreşiyorum evde. 😉

TBA: “Bazı sabahlar” (Gülüşmeler)

HC: Kalkıp da şunu yapamıyorum. Güzel güzel giyinip, her gün aynı renkte görünemiyorum yani. Ben öyle bir adam değilim, kendimi belli kalıplara yerleştirmekten keyif de almam. Saç baş darmadağın sokağa çıkmak isteyebiliyorum.

Can Kısaç: Ben naçizane, burada merak ettiğim için soracağım, yaptığınız işin getirisi olarak da alabilir miyiz bunu aynı zamanda?

HC: Evet, şanslıyım. İnsan hayattan ne bekliyorsa onu çekiyor kendine öyle bir şey de var. Ama işim sağ olsun bana bunu sağlıyor. Diğer yandan Korkuluk’un adının “Harun Can” olmamasının sebebi de bu. Çünkü ben Harun Can olarak ömrümün sonuna kadar Korkuluk müziği yapacağımı garanti edemem. Öyle bir adam olacağımı da garanti edemem. Videoları izlerseniz, ben o videoları çekerken bile şey dedim, “bunu çekiyorum ama yarın böyle bir şey çeker miyim?” keza iki videoda, iki farklı adam, iki farklı renk, iki farklı biçim görürsünüz. (10) Evet hepsinin özünde aynı kişi var, ama her insanın içinde farklı uçlar var… Ben ruhumun tamamını yaşayabilmek istiyorum.

TBA: Direkt müzikten de alıyoruz onu zaten. Şimdi röportajın sonuna gelelim ufaktan, röportajların sonunda klasik tatlı sorular olur, konuyu dağıtıp tamamen onlarla bitirebiliriz. Seçim tamamen size kaldı, Dünya sinema külliyatını önünüze serdik. Harun Can bir tane film seçecek, oradan da bir tane karakter seçecek, seslendirmesini yapacak ve bu film de bütün sinemalarda tekrardan gösterime girecek.

HC: Vaayyy…

TBA: Ne ister Harun CAN?

HC: Ohooo çok zor ya.

TBA: Benim zamanım var.

HC: Bir dakika ya. O kadar çok ki. Ben pek çok hayal ettiğim işi yaptım. Çok şanslıyım bu anlamda.

TBA: Zor soru farkındayım.

HC: Çok zor soru. Bir de ben çok fazla filmi seviyorum. Mesela Darren Aronofsky’den The Wrestler.(11) Orada Mickey Rourke’ın oynadığı güreşçi karakter, offf. Bazı çok cheesy filmler de olabilir. Mesela Alev abi konuşmuştu, Cehennem Silahı(12) serisinde Mel Gibson’ı, yani o deliliği istiyorum. O “hırrrr” yapan adamı istiyorum.

TBA: Joker’le deliliğe doymadınız herhâlde? (Gülüşmeler)

HC: Yok doymadım. Ama hakkımı şöyle kullanmak istiyorum. The Imitation Game, A Beautiful Mind, Stephen Hawking’in hayatını anlatan bir film vardı? Oscar aldı zaten.

TBA: Theory of Everything.(13)

HC: Theory of Everything, evet. Ki onu yanılmıyorsam Kerem seslendirdi, çok güzel konuştu, izlemiştim. Ben bu tip şeyleri konuşmayı çok seviyorum, çünkü zeka harikulade bir şey, inanılmaz bir şey. Zeka karşısında dünyanın aldığı şekil bana heyecan veriyor ve bence yarının sürprizini yaratan şey de bu. Düşünsenize bundan çok kısa süre önce… 3000 yıl bir kaya için çok önemsiz bir zaman, şu kadar bir taş için. Ufacık taş için dünyanın en kısa zamanı, saçma sapan bir şey. Ama biz çok kısa süre önce ampul denen şeyi bilmiyorduk. Zeka bunu getirdi bize. Ben işte bu zekayı anlatan ve bu zekaya sahip insanların hayatını gösteren ya da bakış açısını anlatmaya çalışan şeyleri konuşmaya bayılıyorum. Diğer yandan sosyopatlar, anti kahramanlar, arızalı tipler, manyaklar… Bunlara bayılıyorum. Çünkü bana oyun imkanı veriyor. Avuçlarım kaşınıyor bunları konuşurken. Böyle şeyler seçerdim. Film ismi anmaktan korkuyorum, çünkü o kadar çok ki.

TBA: Ama ben istiyorum, tek olmasa da 3-4 tane diyerek işinizi kolaylaştırayım.

HC: Dur bir tane daha söyleyeyim o zaman, Kenneth Branagh’ın senaryolaştırıp yönetip aynı zamanda Hamlet’i oynadığı bir Hamlet yorumu var.(14) Onun da 4 saatlik bir versiyonu var. Sinemalarda 2 saatliği gösterildi. Bunu istiyorum. Seslendirmek de değil, Kenneth Branagh’ın beni döve döve oynatmasını da istiyorum. :))))

TBA: Türk sinemasından peki bir filmden bir karakteri konuşsanız en baştan?

HC: Yapmam. Çünkü bir işi beğenmişsem, o iş kusuruyla birlikte öyle olduğu için kıymetli benim için. Ben onun kusuruna da aşık oluyorum. Çok samimiyetle söylüyorum, şu da vardır. Sinemada yayınlanan bazı şeyler yeniden dublajlanıp televizyonda yayınlanıyor. Bir filmin 5 farklı dublajı olabiliyor. Bazı arkadaşlarımın yaptığı çok beğendiğim işler teklif edildiğinde diyorum ki “Gidin onunla konuşun.” Mesela Deadpool’u televizyon kriterlerine uygun bir biçimde yeniden seslendirmiyorum. O da benim işime olan saygımdan.

TBA: Bunu bilmiyorduk mesela. Dilin yumuşatılmasını ve olası sansürleri kastediyorsunuz?

HC: Evet. Çok teklif edildi. Hala ediliyor, daha geçen hafta teklif edildi. Ama yapmayacağım. O iş öyle güzel.

TBA: En güzel, afili cevabı röportajın sonunda aldım galiba. Bu güzel sohbet için de, güler yüzünüz için de teşekkürler.

HC: Çok tatlısınız çok teşekkür ederim.

TBA: O zaman bitirdik.

 

(1) TRT’de Necefli Maşrapa: https://www.youtube.com/watch?v=IFRwjJTcV0A

(2) TRT Arşivinden Çocuklarla Başbaşa:

https://www.trtarsiv.com/detay/20885/cocuklarla-basbasa

(3) Harun Can Youtube Kanalı: https://www.youtube.com/channel/UC5pf0sgo6vnjD6cyrzUDzbA

(4) Deadpool 2 Fragmanı: https://www.youtube.com/watch?v=yh6W1JfEQsc

(5) Ekşi Sözlük “Eleştiri Hastalığı” Başlığı: https://eksisozluk.com/elestiri-hastaligi–2055036

(6) “Şiir Çevirisi Eleştirisinde Çevrilebilirlik/Çevrilemezlik İkiliğini Aşmak” Banu Tellioğlu

http://dergipark.gov.tr/download/article-file/461456

(7) Slang: Argo. http://tureng.com/tr/turkce-ingilizce/slang

(8) Uluslararası Adana (Altın Koza) Film Festivali: http://www.adanafilmfestivali.org.tr/

(9) KorkuluK: http://haruncan.com/korkuluk/ (Albümün tam haline Spotify’dan ulaşabilirsiniz.)

(10) KorkuluK Video Klipler:

https://www.youtube.com/channel/UCKUOQ8u8o9FCHa510LauQhA

(11) The Wrestler (Şampiyon): https://www.imdb.com/title/tt1125849/

(12) Cehennem Silahı Serisi (Lethal Weapon): https://www.imdb.com/title/tt0093409/

(13) The Theory of Everything (Her Şeyin Teorisi): https://www.imdb.com/title/tt2980516/

(14) Hamlet (Hamlet – 1996): https://www.imdb.com/title/tt0116477/

Harun Can’ın Resmi Hesapları:

Web Sitesi: http://haruncan.com/

Instagram: www.instagram.com/HarunCAN

Twitter: www.twitter.com/HRNCN

Facebook: www.facebook.com/HarunCanFan

Youtube: https://www.youtube.com/channel/UC5pf0sgo6vnjD6cyrzUDzbA