Hemen her gece uykuya geçmeden önce geçmiş görüntülerden birine tutunurum. Bunların içine müzik, sinema ve çizgi romandan en azından biri sinmiştir ve gece yolculuğumu bu sanatlarla bağlantılı anılarıma tutunarak yaparım. Bir nevi beslenme gibidir, bir parça aklıma gelir, örneğin 1973 Eurovision yarışması birincisi, iri gözlü güzel ve şirin Anne Marie David’in söylediği TU TE RECONNAITRAS,  oradan BÜLENT ÖZVEREN’in sunduğu ve yıllarca sunacağı o geceki mutluluğu yakalarım, sonra gönüllere yerleşen üçüncü sırayı alan eski SHADOWS üyesi CLIFF RICHARD’ın POWER TO ALL YOUR FRIENDS’e uzanırım ve oradan daha derine, daha derine. Bazen de herhangi bir yıla geçerim, örneğin 1974 senesine, okuduğum Fransız okulunun bahçesine hızla uçarım, bir öğle vaktidir, okul hoparlöründen çalan SEASONS İN THE SUN avucuna almıştır çoktan beni ama bir parça daha vardır, rock tarzında, sorarım yanımdaki arkadaşıma bu parçanın ismini bilip bilmediğini, “URIAH HEEP” der, çok ünlü, hayran kalırım RETURN TO FANTASY şarkısına ve o andan itibaren söz konusu İngiliz grubunu beğeni listeme almam. Çünkü o artık benim gönül listemde tepe noktasındadır ve hiç vazgeçmem. Uyku yaklaşırken burnuma bazen de bir koku çalınır, zihnimin arayışımın bir hediyesi gibidir o koku, yeni matbaadan çıkmış mecmua kokusu,  o yılların TEKSAS, KİNOVA, KARAOĞLAN’ı  hep böyle kokar. Saman kağıda basılı bu mecmualar sanki insan gibidir, her bir değişken karakter gibi mecmua kokuları da farklıdır. DOĞAN KARDEŞ, kaliteli sayfa kullanır, HAYAT, SES’in kokularıyla aynı gruba dahil olan bir koku yayar burnu yaklaştırıp içine çektiğinizde. Sinema sahneleri de eksik olmaz beni geçmişe taşıyan yolculukta, en az diğerleri kadar etkindirler, İYİ KÖTÜ ÇİRKİN filmi mutlaka müziğini de yanında taşıyarak gelir, Fransa’nın büyük komedyeni LOUIS DE FUNES’i aklıma getirdiğimde gülümserim, VAHİ ÖZ beni nasıl gülümsetirse aynen öyledir.

Adana’da babam sürekli olarak iki dergi daha getirirdi eve. Ebatları aynı iki dergi. Biri yine CEYLAN YAYINLARI’nın, yayınevinin kuruluş dönemindeki gibi aynı adı taşıyan mecmuası ile Hürriyet Gazetesi’nin sahibi EROL SİMAVİ’nin çıkardığı 1001 ROMAN. Bu iki resimli roman mecmuası tamamıyla İngiliz ve İspanyol ressamların eserlerine yer veriyordu ve genellikle o zaman farklarını tam idrak edemediğimiz ama hayal gücümüzü harekete geçiren bilim kurgusal ve fantastik örneklerle doluydular. CEYLAN’da bir ÖRÜMCEK ADAM vardı ki Amerikan çizimi örneğiyle ad olarak benzerliği bir tarafa silahıyla çelik ağlar kuruyor ve zaman içinde olumsuz bir kanun kaçağından adalet tarafında olan bir başka karaktere dönüşürken bizleri kendine müptela ediyordu. SİHİRLİ GÖZÜ İspanyol ressam SOLANO LOPEZ çiziyordu, camdan bu gözü üzerinde bulundurduğu anda TIM KELLY ölüme meydan okuyor ve ölümsüzleşiyordu. LOPEZ’in çizgileri çok sağlam, çok etkili ve insanı içine çekiyordu. Daha sonraki yıllarda onun erotik ve pornografik çalışmalarını da görecektim. İngiliz çizimleri çok sıcak ve içten geliyordu, 1001 Roman daha sonra TARZAN adlı bir fotoroman koydu dergiye.

İtalyan menşeli fotoromanlar yavaş yavaş bütün dergilerde kendine yer bulacak, ev kadınları merdaneli çamaşır makinelerinde çamaşır yıkarken, mutfakta radyoda ZEKİ MÜREN’i , BEHİYE AKSOY’u dinleyip öğle yemeğini hazırlarken bir taraftan da  yemek masasının  bir köşesine koyduğu RESİMLİ FOTO ROMAN’ın, HAFTA’nın sayfalarına girip fotoromanın duygusal, kıskançlık, aşk temalarını kullanan dünyasını merakla izleyecekti. Asıl furyayı ise yine hemen her akımın öncüsü CEYLAN YAYINLARI küçük boy fotoroman kitaplarıyla oluşturdu. Tam bir çılgınlıktı, bilhassa genç kız ve kadınlar için. FRANCO GASPARİ kadınların gözdesiydi. Genç yaşında trafik kazasında öldüğünde çok çok kişi ağlamıştır diye düşünürüm. 

Biz çizgi roman savaşçılarının çizgi karelerinin arasına hiçbir şey giremezdi, her şeyi okurduk, ansiklopediden çocuk kitaplarına kadar ancak son tercihimiz hep çizgi romandı. Bir fotoroman ise bizleri allak bullak etti. Sanki kılık değiştirmiş bir çizgi roman gibi tercihlerimizin arasına girdi ve giderek vazgeçemediklerimiz listelerimizin tepesine doğru yola çıktı. Adı mı? KILLING.

KILLING bir fotoromandı. 60’lı yıllarda İtalya’da başlayan ve kısa sürede tüm Avrupa’ya yayılan bilimkurgu, erotizm, şiddet, korku, pornografi karışımı cep çizgi kitaplarının bir uzantısıydı. Sonu başı K harfi ile başlayan “fumetti per adulti” lerin  fotoroman şekliydi bir bakıma. Fotoromanın yaygınlaştığı yılların başında, genç ve orta yaşlı ev kadını ve kızların gözdesi duygusal heyecanlı fotoromanların aksine erkekler için tasarlanmış bir şiddet, işkence ve erotizm bileşkesiydi. Önce SON gazetesinde günlük olarak yayınlanırken CEYLAN YAYINLARI içinde on beş günlük bir mecmua şeklinde kendine yer buldu. Hatırlıyorum yazın iyiden iyiye hissedildiği günlerde, hafta sonları yerlerde, tozlu sokaklarda atılmış bir gazete arardım, bulduğumda – bulurdum da- KILLING sayfasını  okur, hatta çok yıpranmamışsa yerden alır, cebime katlayarak koyar ve eve götürürdüm.

Biz çocuklar gazete bayilerinde Ceylan Yayınları’nın büyük boy KILLING’ini rahatlıkla satın aldığımızda SON gazetesini aramamıza gerek kalmamıştı. Çocuklar için çok tehlikeli bir dünya sunan KILLING  mecmuası, içinde aynı adlı, iskelet kostümü taşıyan bir cani olup sevgilisi DIANA ile birlikte suç maceraları yaşayan bir anti karakterdi. O zamana dek benimsediklerimiz hep kahraman statüsündeydi. İyi yürekli, usta ve adalet arayışındaki kahramanlar derinlemesine bakıldığında bazen ırkçı özellikler taşısalar da biz çocukların seçimimizle ilgili doğruya yakın örneklerdi. KILLING ise masumları değil ama suça bulanmış her kişiyi kadın olsun, erkek olsun öldüren, genç ve güzel kadınları ise önce işkence ederek öldüren bir başbelasıydı. Mücevher ve para için girişilen şiddet dolu maceralarda o yıllarda henüz buluğ çağına girmemiş bizler hayatımızda ilk kez iç çamaşırlarıyla çıplak kadın görüyor ve işkence ile öldürme sahneleri kafamızı allak bullak ediyordu. Kızlarla birlikte okurduk KILLING’in ilk serisini. Gözlerimiz faltaşı gibi açılmış, heyecanımızı da fazla belli etmemeye çabalayarak.

Yıllar sonra SNUFF filmler diye bir sinema tabiriyle karşılaştım. Pornografi sahnelerinin sonunda öldürülen kadınların görüntülerinin olduğu ve özel kişilere büyük paralar karşılığı çekilen video kasetler veya filmler. Şehir efsanesi gibiydi ancak Cumhuriyet gazetesinde 80’lerde Güney Amerika’da bulunan bir toplu mezar, bu tabirin efsaneyle alakası olmadığını gösteriyordu.

İlkokulun son sınıfındaydım. Masal şehri ve kara hasret güneyin sıcak şehrini bir daha göremeyecektim. Artık iyiden iyiye İstanbul’a yerleşmiştik. Siyah önlük yerine mavisini giymenin beni şaşırtması dışında okulda yine sevilen bir öğrenci olmuştum. Gazetelere göz gezdiriyor, resimli mecmualara tutkuyla devam ediyor, ansiklopediler okuyor ve ailemle hemen her hafta sonu sinemaya gidiyorduk. SEVGİLİ ÖĞRETMENİM filmiyle açılışını yapan Kızıltoprak Kent Sineması,  bekleme salonunda duvarlardan havuzuna akan suları ve kırmızı kadife koltuklarıyla hepimize huzur veriyordu. Bir gün annemle birlikte Kadıköy Altıyol’dan ayakkabı almak için dolaşırken İskele tarafından bağırışlar ve yoğun bir kalabalık gördük. Topluca sloganlar ile yürüyorlardı. Bir mağazaya girdik, annem endişeyle beni bir mağazaya sürükledi ve tezgahtardan benim için bir bardak su rica etti.  Öğrenci olayları başlıyordu…