Uyandığında,
alarmı üç kere kaçırdığını farketti.

Gözlerini odanın karanlığına alıştırmaya çalışırken,
yatağın üzerinde doğruldu.
Bir süre bedenine, yaralarına baktı.
Gönül yaralarımız da böyle dışarıdan görünseydi,
ne olurdu acaba?” diye düşünmeden edemedi.

Başucundaki komidinde ağzına kadar dolmuş küllüğü görünce,
canı sigara çekti, paketi ve çakmağı eline aldı.

Ağır adımlarla pencereye doğru yaklaştı.
Ruhuna yakınsayan lacivert renkli perdelerden hafifçe sızan güneş ışığının,
tamamen odaya dolmasına izin vermeden, aralık bıraktı pencereyi.
Yine de o an içeri kaçan ışık, gözlerini aldı.
Değişimlere aşina değildi
ve karanlığı seviyordu.
Gözlerini kısarak, güneşe alışmayı denedi.

Elindeki sigarayı yaktı
ve sağlam bir nefes çekti.
Bir sırdaşıymış gibi baktı sigarasına.
Konuşmayan, hep dinleyen bir dostu gibi.
Dumanın, sızan gün ışığıyla birlikte dans ettiğini seyretti.
Eliyle dumana şekil verip, biraz vakit geçirdi.

Aklına koyduğu o işi bitirmeliydi.
Ama vakit geçtikçe vazgeçme ihtimali artıyordu.
Odanın içine doğru yönelip televizyona baktı.
Rastgele bir müzik kanalını buldu
ve sesini hafifçe açtı.
Kafasına doluşan binlerce tilkiden
ve düşünceden uzaklaşmaya çalışıyordu.

Pencerenin önüne geri döndü.
Camı iyice açtı, 27. kattaki temiz havayı ciğerlerine çekti.
Gözünün önüne nelerin gelmesini istediğini bilmiyordu
İnsan, böyle bir şeyi planlamazdı ki?
Hem intihar sürekli düşünülen bir şey değildi.
Aklına neleri getireceğini,
film şeridi” klişesine neleri yerleştirmesi gerektiğini bilemedi.
Boşverdi, nasılsa bir önemi yoktu.
Fakat en azından “fon müziğimi kendim seçmeliyim” diye düşündü.
Televizyonu kapattı
ve odadaki tek masanın üzerine yerleştirdiği mini çalara yöneldi.
Eski kafalılığının işareti olan CD çaları açtı ve en sevdiği şarkıya ayarladı.

Artık hazırdı, tekrar pencereye doğru hareket etti.
Temiz havayı içine doğru çekti.
CD çaların sesini biraz daha açtı.
Pencereye çıktı ve kendini boşluğa bıraktı.

 

Biterken (hayat), Band of Horses‘tan “The Funeral” çalıyordu.