Öyle bir karanlık düşünün ki ne kendinizi bakmaktan alıkoyabiliyorsunuz ne de içinde kaybolmaktan endişe duyuyorsunuz.

Öyle bir karanlık düşünün ki eşsiz bir büyüye sahip. Tek bir bakış yeterli, adeta uçurumdan aşağı düşüyormuş gibi hissetmeniz için kendinizi…

Gece ile gündüzün tek vücut olduğu, bıçak yaralarından kırmızı kumaşların aktığı bir karanlık.

Rönesans ışığına hodri meydan diyen, Maniyerizm’in tuhaf abartılarına yüz vermeyen ve çorba olmuş anlatımlara fırsat tanımayan bu karanlığın ismi Caravaggio’dur. 1571 yılının sonbaharında dünyaya gelmişti. Michelangelo Merisi doğum adıydı. Biz ise bilinen adıyla Caravaggio diyeceğiz kendisine.

Barok dönemin mucizelerindendi kimi kesime göre. Kimisine göre ise şiddet yanlısı ve olayları laçkalaştıran bir ressamdan fazlası değildi. Yıllar sonra eserlerini karşımıza aldığımızda ise açıkça görüyoruz ki insanların kullanmaya çekindiği bıçağın karanlık yanıymış kendisi.

Babasını kaybettikten yaklaşık 7 yıl sonra da annesini kaybetti. 14 yaşındayken, Venedikli ressam Titian’ın da öğrencisi olan Simone Peterzano’nun yanında çalışmaya başladı. Milano’da incelediği eserlerin yanı sıra Venedik Okulu’nun tarzını da oldukça iyi bir şekilde analiz etti. 20’li yaşlarına geldiğinde ise doğduğu şehri ardında bırakarak Roma’ya yerleşti.

Roma, onun hayat pencerelerinden en büyüğü idi. Kibri ve asiliği ile bilediği bıçağının kör talihinin de değişmeye başlayacağı yer idi. Sanata karşı duyarlılığı ve uzmanlığıyla bilinen İtalyan Kardinal Francesco del Monte, Caravaggio’nun yeteneğinin farkına varıp onu yanına aldı. Koleksiyonunda Caravaggio imzası taşımasını istediği eserleri ona yaptırdı.

Bambaşka bir topraktı Roma onun için. Şuan dünyanın dört bir yanında sergilenen ve onun Roma döneminde yaptığı birçok eser vardır. Almanya, Rusya, Amerika, İngiltere ve niceleri…

Rönesans dönemi eserlerde genel olarak idealize edilmiş bir form hakimdir. Bu form, resimde de heykelde de kendini belli eden spesifik özelliklere sahiptir. Altın oran bunlardan en çok bilinenidir belki de. Resimdeki figürlerin çerçeve içerisindeki düzenli ya da simetrik dağılımı, figürlerin çerçeve dışına taşmamaları, yine figürlerin gölge altında kalarak silikleşmemesi veya sakinlik. Mesela bir İsa veya Meryem figürü, sıradan bir insanmışçasına verilmez, tüm kutsallığıyla gözler önüne serilirdi.

Hepsini topladığımızda bir Rönesans tablosunu oluşturabildiğimizi görürüz. Elbette az evvel bahsettiğim özellikler resim için geçerli olup heykel ve mimaride farklı şekilde gözlemlenen özelliklerdir.

Caravaggiolu bir Barok kıyaslamasına girdiğimizde ise çok çarpıcı nüanslar görüyoruz.

Simetri pek umurunda değil. Solda tek figür varmış, sağda üç üzüm kalmış… Hiç mühim değil.

Çerçeve dışına taşan figürler mi? Kesinlikle görmeniz mümkün. Alışılagelmiş Rönesans kalıplarının yıkımı söz konusu zaten. Karanlığın misafiri yardımcı figürlerse dikkat çeken bir diğer nokta. Bu kısımda Rönesans’ta var olmayan ana ve yardımcı figür ayrımı devrede… Karanlık içinde eriyip giden yardımcı figürler, Rönesans’taki gibi kendi başlarına sağlam birer figür olmaktan öte, sadece bir pekiştirme rolündedir.

Gelelim şimdi Caravaggio’nun faydalarına, farkını ortaya koyduğu noktalara…

Eğer dini ya da mitolojik bir hikaye söz konusu ise kuvvetle muhtemel olayın en can alıcı anına bakıyorsunuzdur. Ama sanmayın ki bu bir Barok özellik. Bu ‘bıçağın karanlık yanı’dır. Bir kafa kopabilir, bir ruh kendini tanrıya teslim edebilir ya da olayın en hararetli anı masaya yatırılıyor olabilir. Bunlar hep Caravaggio’dur.

Kutsiyetin halkın içine inmesi var bir de. Bu durum, bizzat uyguladığı dönemde bir hayli başını ağrıtmıştır Caravaggio’nun. Yaptığı eserler arasından geri çevrilenler de pekâlâ olmuş.

Ölü bir kadın bedeni, bir fahişe, fakir bir adam veyahut ayyaş birinin ta kendisi… Bunlar, Caravaggio’nun Meryem’i, Aziz Peter’i ya da Aziz Matta’sı olabilir. Hiç problem değil. İdealize edilmiş kutsal kişilerle ilgili tüm tabuları yıkıvermiştir. Hepsi aramızda… Günlük hayatın içindeler… En az siz kadar doğal, en az ben kadar sıradan insanlar her biri…

Kadınlara karşı tutumu da benzersizdi Caravaggio’nun. Başı kesilmiş Medusa’nın dehşeti… Salome’yi sarıp sarmalayan gerginliği… Judith, başı kesilen Holofernes ve olaydaki dramatize… Saklanma kaygısı güdülmeyen duygular her birinde… Acıysa acı, masumiyetse masumiyet…

Tüm olaylar adeta bir adım önünüzde… İçinde sizin de olduğunuz aydınlatılmış yalanların ötesinde, karanlıkla bastırılmış ve gerçeklikle bütünleştirilmiş bir halde sahne.

Golyat’ın başını elinde tutan Davut’u bir düşünün… Sapına kadar zafer duygusu kokar…

Ya Judith’in boynuna sapladığı kılıçla vahşeti iliklerine kadar hisseden Holofernes… Kirli bir masumiyet; saf bir bedel…

Hele yapmakta olduğu hatadan son anda alıkoyulan İbrahim’e ne demeli? Tüyleri diken diken eden bir gerilim sahnesi… Geri dönüşü olmayan bir kurban edilişe mucize bir müdahale… Yüce bir bağışlanma…

İşte her bakışta insanı şoka uğratan bu tablolar, karanlığın ta kendisi Caravaggio’nun ‘bıçağından’, düzeltiyorum ‘fırçasından’ çıkmıştır. 20’sindeki kararlılığını 30’unda da elinden bırakmayan ressamımız, özgürlüğüne açılan paltosunu her daim giymiştir. 38 yıllık ömrünü her ne kadar cesaret ve doğallıkla doldurmuş da olsa, insanların gözündeki devrimci ve asabi yanı asla silinmemiştir.