Şirince…

Bir dönemin ünlü zırvası… Kıyamet kopacakmış, Şirince etkilenmeyecekmiş, Mayalar yazmış… mış mış da mış mış…

Kıyamet tabii ki kopmaz, çünkü cennetin ta kendisi Şirince.

Ben Şirince’nin adını Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk’ünde kanıksadım, o gün bugündür de hep gitmek istedim…

Farkılı bir amaçla yolumun İzmir’e düştüğü bugünlerde, boş bir gün kollamaya başladım,

Ve o günü yakalar yakalamaz hemen Şirince planına giriştim.

Bir gece önceden heyecanla çantamı hazırladım, heyecandan uyuyamadım… Ben gezip göreceğim zaman ayrı bir heyecan hisseder o heyecanla da uyuyamam.

İzmir’den Şirince’ye ulaşım artık kolay, İZBAN’a biniyorsunuz yaklaşık bir saate Selçuk’ta oluyorsunuz, tabii bu vakit farazi, hangi istasyondan bindiğinize göre değişir ancak İzmir’den merkezi istasyonlardan herhangi birisinden binerseniz vakit yaklaşık belirttiğim gibi oluyor. (Ben Şirinyer’den bindim.)

Selçuk’a ulaştığınızda otogardan Şirince dolmuşları kalkıyor, her 20 dakikada bir.

Selçuk’a 8 km mesafede, yaklaşık 15 dakikada Şirince’de oluyorsunuz.

Şimdi gelelim Şirince’ye…

Nereden başlasam, nasıl anlatsam bu küçücük köyü…

Köye girişte, Yorgo’nun yerinden sola dönüp 1 km kadar gittiğinizde Nesin Matematik ve Felsefe Köyü karşılıyor sizi, çok değerli Aziz Nesin’in matematik Profesörü oğlu Ali Nesin tarafından kurulmuş. Tepe bir mevkide, harika bir mimari ile…

Her dönem yaklaşık 2000 öğrenci ağırlıyorlar, telefon televizyon radyo gibi dikkat dağıtıcı cihazlar yok, öğrenciler mutfak temizlik gibi işlere yardım ediyor, kaba tabir ile “içi dolu” bir yer, daha detaylı bilgiyi kendi internet sitelerinden öğrenmenizi tavsiye ederim.

Şirince çok eski bir tarihe sahip, dağdaki Efes diyorlar, Antik Yunan medeniyetine kadar dayanıyor yaşam.

Ancak acılı da bir yakın tarihi var.

Eski bir Rum yerleşimi Şirince, bir yamaçta kurulu, Rum mimarisini hissedeceğiniz iki katlı evler, şirin evler…

Rumların pek çoğu 1922’de Türk ordusunun İzmir’e girmesiyle terk etmiş Şirince’yi, geri kalanlarda iki ülke arasında gerçekleşen mübadele nedeniyle ayrılmak zorunda kalmışlar.

Evlerini yurtlarını, topraklarını bırakıp terk etmek zorunda kalmışlar, ne büyük acı…

Aynı acıları yaşayan Türkler yerleştirilmişler Şirince’ye…

Acı aynı acı, insan aynı insan…

Sabahattin Ali’den bir alıntı yapacağım,

O günleri şöyle anlatıyor;

“Hele Çirkince… Hele bu yedi, sekiz yüz hanelik dağ köyü… Daha uzaktan, çamların ve zeytinliklerin arkasından, hafif çivitli beyaz evlerin camları parıldayan, meydanlarını iri çınarların gölgelediği küçük Rum kasabası…”

Sabahattin Ali’nin mübadele öncesi çocukluğunda ziyaret ettiğinde betimlediği Şirince…

Şirince’nin daracık sokakları o kadar çok şey anlatıyor, öyle sessiz çığlıklar atıyor ki duymamak mümkün değil…

Girişte sağlı sollu şarap evleri karşılıyor sizi.

En tepede kilise var, önce orayı gör dedi bir amca.

Daracık sokaklardan tırmanarak çıkılıyor kiliseye, tarihi epey eski, ancak 1800’lü yıllarda yıkılmış ve tekrar yapılmış, bahçesinden tüm köyün enfes manzarasını görebiliyorsunuz.

Bahçesinde küçük bir havuz, havuzun ortasında ise bir Meryem Ana heykeli var. Her zaman yaptıkları gibi insanlar burayı dilek havuzuna dönüştürmüşler. 🙂

Kiliseden inerken ilk sokaktan sağa döndüm, bu sokak biraz daha köhne duruyordu, biraz yürüdüm dereye gelmeden eski bir evin kapısında, bu evi gezmek 1 tl yazısı dikkatimi çekti, el yazısıyla yazılmış.

Çevreye bakınırken üst kattan yaşlı bir teyze seslendi,

-Hoş geldin yavrum gel bakalım yukarı, kapı açık.

Hemen girdim, daracık eski ahşap merdivenleri çıkınca orta katta tek bir oda, teyzenin yaşadığı oda orası, soba yanıyordu sıcacık bir yer ama sıcaklığı sobadan çok teyzenin içten samimiyetinden kaynaklıydı.

Üst kata çıkalım, orayı göstereyim sana dedi ve yine daracık ahşap bir merdivenden çıktık, karşılıklı iki oda vardı burada.

Odaların birisinde kendi ürünleri koymuş: tarhana, yağ, salça, patik, atkı, bere, dağdan topladığı kekik, adaçayı…

Evin detayları büyüleyiciydi, tavanda ahşap işlemeler, duvarda tamamen el işçiliği bir dolap.

Selanik göçmeniymiş teyze, babası gelmiş bu topraklara Ata’nın topraklarından…

Eşini kaybetmiş yalnız yaşıyor.

Bir uğrayın, gönlünüzden ne koparsa, bir şeyler alın ondan, hepsi kendi emeği…

Sarıldım ona sıkı sıkı, öptüm elini ayrıldım evinden.

Sokaklarda yürümeye devam…

Pek insan yoktu, aylardan şubat, günlerden pazartesi olunca.

Laf aramızda en güzel dönem, hava da öyle güzeldi ki bahardan kalma…

Merkezinde küçük bir çarşısı var, hediyelik eşyalar satıyorlar.

Kumda kahveleri, karadut suları ve tabii ki şarapları tek kelime ile en-fes.

O dar sokaklarda hissettiklerim mi?

Sokaklarda koşturan Rum çocuklarının bağırışları, göç ederken kadınların gözyaşları, doğdukları topraklardan zorla koparılıp buralara yerleştirilmiş Türklerin ızdırapları, taa yüreklerinde hissettikleri o acı…

Ve tabii kalemiyle yüreğimi cız ettiren, beni Şirince’ye koştura koştura getiren Sabahattin Ali’nin ayak izleri…

Onun kalemine mürekkep olmuş bu topraklara ben tekrar geleceğim dostlar, tekrar tekrar geleceğim.

Sizlere tavsiyem, sizde hayatınızın bir anında bu ‘Şirin’ yerde bulunun, pişman olmazsınız…